- Kategori
- Güncel
Öldürülen savcıdan, tehdit edilen hakime uzanan yol
“Bütün bu çalışmalar içinde askeri ve sivil güvenlik güçleri vardır. Kontrgerilla, Genelkurmay Harp Dairesi’ne bağlıdır. Sivil güvenlik güçleri içinde de MİT elemanları ve 1. Şube görevlileri kullanılmaktadır. Bütün bu çalışmalar MHP ve onun kadrolarınca yönetilmektedir. Bu genel çerçevede cinayetleri, şiddet ve anarşik eylemleri daha iyi anlamak olasıdır. Konuya bu kapsamda yaklaşılmadıkça anarşi eylemlerini kaynağında kurutmak olanak dışı olduğu gibi demokrasiyi tek seçenek olmaktan çıkartarak bütün kurumlarıyla faşizmi kökleştirmek de gündeme gelecektir. Durum bütün açıklığı ve acılığıyla ve saygıyla sunulur.”
Bu, bir Cumhuriyet Savcısının, 1978 yılında Başbakan Bülent Ecevit’e verilmek üzere hazırladığı kısa bir raporun son cümleleri. İsmi Doğan Öz olan bu Cumhuriyet Savcısı, 24 Mart 1978’de bir kontrgerilla soruşturması aşamasında iken, ülkücü olduğu bilinen bir isim tarafından öldürüldü.
Can Dündar’ın Celal Kazdağlı ile birlikte hazırladığı Ergenekon kitabından aynen aktaracak olursak;
“Doğan Öz cinayetinin sanığı İbrahim Çiftçi (Bu şahıs aynı zamanda Bahçelievler katliamının da sanıkları arasındadır/Bibliyofil) askeri mahkemede yargılandı. Bütün tanıklar ve kanıtlar aleyhineydi. Ancak Çiftçi’nin avukatı Can Özbay’ın mahkemeye verdiği bir dilekçede, müvekkilinin Milli Savunma Bakanlığı’nda dosyasının olduğunu belirtmesinden sonra Çiftçi hakkında verilen idam kararı Askeri Yargıtay’da tam dört kez bozuldu. Sonunda askeri mahkeme ilginç bir karar verdi ve şöyle dedi:”
“Sanık Çiftçi’nin Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabit görülmüştür. Ancak Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararına direnilemeyeceğinden, sanık Çiftçi’nin beraatine karar verilmiştir.”
Yaşadığımız bu günlerde, bir hâkim, bazı şüpheler üzerine eski ismi özel harp dairesi olan bir kurumda arama çalışması yapıyor. Bu süreçte arama faaliyetini yürüten hâkime 8 adet kurşun gönderilerek tehdit edildiği haberleri çıkıyor. Siyaset ve medya dünyamızın bazı ünlü, “aydınlamacı”, “solcu” isimleri, bizleri yapılan aramanın anlamsızlığı ve tehdit iddialarının geçersizliği konusunda ikna etmeye çalışıyorlar. Türkiye tarihini gözden geçiren sıradan bir insan dahi, yaşananların devrim niteliğinde bir adım olduğu kanaatine kolaylıkla ulaşabilir. Bu nedenle bu adıma karşı girişilen yoğun çaba, kamuoyunda bu çabayı yürütenler adına ciddi ciddi şüphe oluşmasına neden oluyor.
……………………..
Türkiye, doğru cümlelerin yanlış kullanıldığı, daha doğrusu kötü amaçlarla kullanıldığı bir ülkedir. Bu oldukça yaygın bir eğilimdir. Buna en güzel örneklerden birisi; “Münferit bir hata yüzünden bütün kurumun suçlanması yanlıştır” cümlesidir. Çünkü bu cümle genellikle, bir kurumun, bir kısmında dahi olsa, işleyişinde oluşan hatanın, eksikliğin, yanlış eğilimin üzerini örtmek, durumu idare etmek için kullanılır. Evet, cümle doğrudur. Bir hata, tüm kurumu yıkıp, yeniden yapmayı gerekli kılmaz. Ama bu durum bir hatanın olmadığı, bir müdahale gerektirmediği anlamına da gelmez. Ülkemizde bu cümleyi duyduğumuz an biliriz ki, mevcut durumu savunanlar bir adım öne geçmiş ve pozisyonlarını korumayı başarmışlardır.
…………………..
Türkiye’de güç mekanizmalarına ve imkânlarına sahip olan kurumlar, kanunla belirlenen görev sahaları dışına çıkma konusunda güçlü bir geleneğe sahiptirler. Askerinden, polisine, MİT’ten Zabıtasına kadar bu eğilim hep olmuştur. Elbette bu durumdan, kurumların varlığının bir günahı yoktur. Ancak kurumlar içinde etkin olan ve yanlış fikir, görüş ve eğilimlere sahip kişi ve gruplar, zaman zaman (Türkiye’de çoğu zaman) kurumlara kendi renklerini verirler.
Türkiye’de iktidarda sivil asker dengesi, 2000 yılına kadar hep askerden yana olduğu için, bu kurumda görev alan personelin, kendi kimliklerine ve kurumlarına özel bir önem atfetmeleri bir gelenek halini almıştır. Biraz abartılı ifade de olsa, bu durumu anlatmak için verilen örnek gayet hoştur; “Her Harbiyeli, bir gün Cumhurbaşkanı olma hayali ile mezun olur” denir. Ülkemizde görev almış 11 cumhurbaşkanından 6’sının asker kökenli olduğunu düşündüğümüzde, bunun hiç de hafife alınacak bir ifade olmadığını anlarız. (İlk 7 Cumhurbaşının 6'sının asker kökenli olduğunu düşündüğümüzde söz konusu hayaldeki gerçeklik payı daha da artar)
Ülkemizde bugün yaşanan gerginliğin altında, oldukça köklü olan bu alışkanlığın ve mantalitenin yıkılmasının elbette etkisi vardır. Ordu içinde, ülke üzerinde sahip olunan bu etkinin, gücün ve dengenin yitirilmesinden rahatsız olan geniş bir kesim mevcuttur. Bu görüşte olan geniş bir askeri personel kesimi olsa da, yine bunların önemli bir kısmının günün, dünyanın ve ülkenin şartlarının bugüne kadar gelen düzeni mümkün kılmadığını anladıklarını ve kabullendiklerini söyleyebiliriz.
Ancak, bunun ötesinin olmadığını söyleyemeyiz. Yani, kurum içinde süreci çok daha farklı değerlendiren, kurum dışında ve içinde farklı niyet besleyen oluşum ve örgütlenmelerin içinde yer alan kişiler de muhakkak vardır. Bugün gündemi meşgul edenlerin de daha çok bunlar olduğunu düşünüyorum.
Bu tip kurumlarda, örneğin 20 kişinin çalıştığı bir birimde, 4-5 kişilik örgütlü oluşumlar, geri kalan personel üzerinde bir baskı ve etki gücü oluşturabilirler. Hele ki, mevzu bahis olan gizliliğin esas olduğu bir kurum ise, kötülerin var olmaları ve etkilerini hissettirmeleri hiç de güç olmaz. Gizden ve sırdan güç alarak, sorgulanmamayı sağlamak ve ortamı bu gizin sis perdesi içinde idare etmek oldukça olasıdır. Bu nedenle, bu tip kurumlar içinde küçük oluşumlar, kurumları ya da kurumların kimi birimlerini yanlış yönlendirebilirler. Ordular içerisinde bu tip oluşumların güç kazandığı ya da etkinlik sağladıkları dönemler, ülkeler için karanlık dönemlere tekabül ederler. Darbeler ve faşizm dönemleri, bu tip cuntacı faaliyetlerin kökleşmesi ile gündeme gelirler. Ve niteliği ne olursa olsun her ülkenin ordusu (ya da güç mekanizmalarına sahip diğer kurumları için) için bu tip riskleri barındırırlar. Sivillerin iktidar mekanizmalarına egemen olduğu ya da toplumdan aldıkları gücü kullanma cesaretini gösterdikleri ülkeler, demokrasinin kök saldığı coğrafyalar olmayı başarmışlardır.
Türkiye, 80 küsur yıllık tarihinde, kendi askeri kurumları içindeki bu tip oluşumlarla mücadele edebilen bir ülke olmadı. Sivil iktidarlar genellikle, güç mekanizmalarına sahip kurumlar içindeki farklı niyet barındıran oluşumlarla mücadele etmeyi göze alamadılar. Yaşadığımız bu dönem, bu geleneğin bozulduğu ve yeni bir dengenin kurulduğu bir dönem. Bu tip kurumlar içinde, sınırların aşılmasına sıcak bakmayanlarla, giz perdesinin ardında farklı hedeflerin peşinde koşanlar, yavaş yavaş ayrışmaya başlıyorlar. Bu ayrışma, işaretlerini her yerden veriyor.
Süreci hala anlamayan, anlamak istemeyenler ise, “İlker Başbuğ dümen suyunu mı giriyor?”, “Bir kurumun onuru nasıl olurda bu kadar yerlerde süründürülür?” gibi, gelişen olayların gerçekliğine hiçbir noktadan temas etmeyen, hayal ürünü soruların ve gerçekdışı gündemlerin peşinde gitmeye çalışıyorlar.
Not 1: Yazıyı yazdığım gecenin sabahında gazete manşetlerine göz atarken, Yeni Şafak gazetesinin, 1978 yılında suikasta uğrayan Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz'ün eşi ile yaptığı ve manşete taşıdığı söyleşiyi fark ettim. Olayı doğru bakış açısını yakalamak için bu röportaja göz atmakta fayda olduğunu düşünüyorum; http://yenisafak.com.tr/Gundem/Default.aspx?t=08.01.2010&c=1&area=4&i=233919
Not 2; Sevgili Celal Çelik'in önerisini kolaylaştırmak amacı ile, bu konuyu işleyen Oral Çalışlar'ın yazısının linkini ekliyorum; http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&Date=06.01.2010&ArticleID=972991