- Kategori
- Felsefe
Ölüm üzerine-2
Ölüm ise, insanın bütün bu muazzam çabasına rağmen, her an ve her yerde, biz her ne kadar gözlerimizi ondan beri çevirsek de, varlığını ve belki de gerçeğin bizatihi kendisi olduğunu göstermeye devam ediyordu. O öyle korkunç bir hakikatti ki ondan kaçabilecek bir kimse yoktu. En azından gözlerimizin gördüğü daha doğrusu duyularımızın kavradığı kadarıyla bunu başarabilen olmamıştı. Yeryüzünün görüp görebileceği en çekici bedenleri, en kıvrak zihinleri bile zamanı geldiğinde acımaksızın pençelerine alıveriyordu. Yine de mesai kavramı yahut da ölüm ötesi algısıyla ölümün varlık üzerindeki tartışmasız ve mutlak üstünlüğüne direnen akıl, insan ırkının bazı fertlerinde öyle emsalsiz bir düzeye erişmişti ki bunlar ölümü bile öldürmekle onurlandırıldılar. Onlar, hiç şüphesiz, türümüzün en talihli ve emsalsiz numuneleri idi.
Ölüm karşısında takındığı duruş, basit bir adamı bile yeryüzünde bir efsaneye dönüştürebiliyordu. İnsanlığın şu binlerce yıllık mazisi karşısında, ölüme gülümsemek kadar takdire şayan başka bir oluş vücuda gelmemiş ve hiçbir fani ölüme gülümseyenler kadar mesud olamamıştır. Öyle görünüyor ki yalnızca ölümü bütün korkunçluğuyla, bütün çirkinliği ve harikuladeliğiyle kucaklayanlar kendini gerçekten yaşamış addedebilirdi. Çünkü gören gözler için diğer her şey sıkıcı bir kurgu, yazılabilecek en kötü tiyatro oyunundan bitmemiş ve hiç de bitmeyecek bir kesit ve en nihayetinde oyalanmadan ibaretti. Kahramanlar ise sıradan hayatlarını, sahip oldukları tek ve en kıymetli şey olan canlarını, inançları uğrunda feda ederek oynadıkları rolü, diğer fanilerin yaptıklarının aksine ölümsüz kıldılar. Artık onların hayatları için bir oyalanmadır denilemezdi. Direnen, çırpınan ve inanan emsallerinin gayretleri de saygıyı haketmekle birlikte bunların hayatları için tutulacak alkışlar ancak usta bir tiyatrocunun sergilediği performans sonrası taltifi nispetinde değerlendirilebilirken, kahramanlar, kanlarıyla rollerine can verenlerdi. Onların hikayeleri, ol müellifin meçhul kaleminden damarlarında dolaşan kanla nakşedildi ve kudrette ölümün dahi üzerine çıktılar.
Bu, aklın kendi sınırlarını çok daha ötelere taşıdığı, insanlığın en parlak hamlelerinden biriydi. Sanki varlığını idame ettirmek için programlanmış akıl, kahraman ruhların üstünlüğü karşısında insan üzerindeki hakimiyetini geri çekmiş ve derinlerinde kendini feda ederken insanlığa ölüm karşısında parıltılı bir zafer kazandırdığını sezmiş gibiydi. Onların bu paha biçilmez fedakarlıkları, bizlere ümit verdi. Onları kalplerimizde yaşattıkça ölüm gücünün kaynağını ve sonsuz yıkıcılıktaki tesirini yitirdi. Yalnız ve zayıf bireyler kitlelere, kavramlara ve ülkülere dönüştü. Şeytanın zaptettiği mekanik ve öldürücü güçler karşısında insanlar, kahramanlar sayesinde inançlarını muhafaza ettiler. Hatta bir müddet bilinçlerini esir eden meşgalelerinden kafalarını kaldırıp kahramanların toprağa erimiş kanları üzerinde tüten hakikati teneffüs ettiler.
Onlar, ileri doludizgin atılıyor, gerçeklik ülküsü uğrunda huzur içerisinde düşüp sönüyorlardı. Estetik kaygıları büsbütün yokolmuştu. Kan, toz, toprak içinde yerlere yığılırken gülümseyişleri işten yorgun argın eve dönmüş sıradan adamların pencerelerinden dahi görülebiliyordu. Bundan böyle karaladıklarıyla caka satan basit bir suçlunun kurbanı talihsiz birer maktul değil ışığa yürüyen şehit ruhlarıydılar. Geriye kalanlarsa -bir kurban ve insan- onları -şimdilik- pencerelerinin önünde çakılmış duran parmaklıkların berisinde izlemekle yetinmek zorundaydılar. Ama, kahraman, olabileceği en çirkin ve en harikulade biçimiyle göğsünden kurşunlanarak karlara düşünce, insan mahpushanesinin kilidini kırıp bu dizelerin açtığı yoldan saf gerçekliğe yürüyecekti.
Ölüm karşısında kazanılmış bir cephe... Fakat savaş hala sona ermemişti. En nihayetinde onlar, ölüme kafa tutmanın bedelini kanlarıyla ödeyerek, ölüm gerçeği karşısında ruhları uyuşmuş ve kendi bireysel yaşantılarının esiri olmuş bilinçler ile uyanarak özünde her şeyin anlamsız olduğunu kavramış kalplere bir gerçeği işaret etmekle vazifelerini yerine getirdiler. Ölmekle ölümsüzlüğe kavuşan kahramanlar, bir kavrama ve insanlara değil fakat insanlığa bir mesaja dönüştü. Gökkubede sonsuza dek yankılanacak sesleri, insanlığa, inancını sürdürmesini ve direnmeye devam etmesini buyuruyordu. Böylelikle ölümsüzlüğe kavuşarak inançlarının ödülünü aldılar.
Bundan dolayıdır ki, yeryüzü denen noktacığa ve kader çizgisindeki rolüne sıkıca tutunmuş ve mahpus olan zavallı insanoğlunun tarihini oluşturan ve birbiri üstüne binen ölümlerden ibaret şu kısır döngüde, Kahraman, bir kavram olarak önemli bir dönüm noktası teşkil eder. Adına zaman denilen ve hiçbir yere varmayan doğru çizgi üzerinde, Kahraman, fizik ötesi bir sapmadır. Zamanın olağan çizgisi üzerinde insan, bir gün sona ereceğini bildiği halde, her şey bundan ibaretmişçesine, hayatını devam ettirebilmek için çırpınır. Sanki varlığının yegane gayesi yaşamını sürdürmektir. Ancak bilmez ki aklının kaldıramayacağı kadar korkunç bir zihni yükü taşıyabilmeye muktedir olan ve bunu başarabilmek için de yeryüzünü oyun alanına çeviren puslu bilinçler, sonuçta mağlubiyet kaçınılmaz olan 'hayatta kalmak ülküsü'nün peşine düşmüş; insan, tarihi boyunca, bu uğurda yenilgiye doymamış ve sürekli ölmüştür. Sonuçta insanın hayatını devam ettirmek noktasında bütün çabası boşa gitmiştir.
Fakat o habire çırpınıp durur. Ölüm gırtlağına kadar geldiğinde bile istemsizce ve içgüdüsel olarak nefes almaya çalışır. Hiç kimsenin, ölüme yardımcı olmak için nefes almayı bıraktığı görülmemiştir. İntihara meyleden zayıf ve korkak kimselerin bile... Fakat insan, ne yaparsa yapsın, bu yeterince kanıtlanmış tek hakikatten kurtulamamıştır. Ve zaman çizgisi üzerinde, kendi vadesinin dolduğu noktadan itibaren, gün be gün yeterli bir mesafe katedildikten sonra, insanın yaşamı boyunca kendisinden kaçmaya çalıştığı hakikat, varlığının üzerini tamamen örtmekte ve insan unutulup gitmektedir.
İşte tam da bu can alıcı ayrıntı belirdiği zaman, Kahraman zuhur eder ve ölümü aldatır. Kahraman, inanmış ve inançları için can vermiş kişidir. Ancak o, sislerin ardında ve yüzeysel bir akılla belirlenmiş bayağı gayelerin beyni yıkanmış çocuklarından biri değildir. Şeytani maya ile yoğrulmuş mekanik güçlerin yahut da bunların oyuncağı olan canavar metod ve varyasyonların tatbikçisi ile bu kirli doktrinlerin takipçisi değildir. Kahraman, amacını, duru bir akılla ve en nihayetinde aklın ötesine katederek bulur. Her insan gibi, doğuştan, bu ülküye vasıl olabilecek kudrete maliktir. O, düşünsel ve çabalar üstü bir dirençle yol alarak evrensel ülküsünü keşfeder ve bu ülküye bütün varlığını adar. Ve gerçeğin kokusunu almaya başlar. Öyle ki başkalarının pek önem atfettiği bir çok olgu, Kahraman'ın nazarında anlamını yitirmiştir. Onun gayretleri ise başkalarına göre deliliktir. Kahraman, hangi çağda olursa olsun, çevresinde varolan bütün görüntünün dekor olduğunun farkına varmıştır. Bazen antik çağlarda kar beyaz sütunların arasında, bazen bir cami avlusunda tiyatro içinde tiyatro ile gerçeği resmederek yahut kan dolusu siperlerde ya da bir sefahat belki de bir afet beldesinde, zaman çizgisinin bir noktasında belirip, zamanı yırtıp atarak, bulunduğu noktaya sonsuza dek varolmak üzere hakikati nakşeder.
Ölümün en sadık kölesi olan zamanda yer alan bu sapmalar, Kahraman'ın insan doğasına aykırı olarak kendi içinde geliştirdiği kozmik bir karşıtlığın tezahürüdür. İnsan, sürekli ölümden kaçar ve yaşamak için boğuşur. Fakat sonunda ölür ve unutulur. Kahraman ise bir gün ölüp gideceğinin tamamıyla ayrımına varmış, kendini ülküye adamış, yokolmayı göze almış ve sonunda ölümsüzlüğe kavuşmuştur. İşte Kahraman'ın ölüm karşısındaki muzafferiyeti bundandır. Her ne kadar, o, organik ve bilinçli bir varlık olarak yeryüzünde varoluşunu sürdürmemekte ise de eylemlerinin ve inançlarının bağışladığı güçle ölüme ölümden daha sert çarpmış ve bu fani varlık dünyasında bile bir şeylerin kalıcı olabileceğini kanıtlamıştır. Böylelikle hayatlarımız için varsayabileceğimiz en büyük olasılık olan, her şeyin anlamsız ve boş olduğu tezine kanıyla şerh düşmüş; en karamsar ruhları bile ispatladıkları ve başardıkları ile teskin edebilmeyi sürdürmektedir.
İnsanın kendi sonuna yürüyerek sonsuzluğa kavuşması kadar madde ötesi başka bir düşünce tahayyül edilemez. Bu durum, başlıbaşına fizik kurallarına aykırıdır. Çünkü ölüm, vücudu ile -ona bağlı olduğu kadarıyla- zihin ve ruh dünyası fizik kaidelere tabi olan insan üzerinde mutlak bir hakimiyete sahiptir. Fakat anatomik olarak diğer herkesten farkı bulunmayan Kahraman üzerinde, ölüm etkinliğini yitirmiş; bu da insanlığa daha ileri merhaleler için bir umut ışığı bağışlamıştır.
(Devamı gelecek)