Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Kasım '11

 
Kategori
Felsefe
 

Ölüm üzerine - 1

Ölüm üzerine - 1
 

Ölüm, çoğu insan için korkuların efendisidir. En inanmış kalpleri bile okşar zaman zaman. Yürekleri sıkıntıyla doldurur. Varlığıyla hayatı hem zehir eder hem de gerçekte olmadığı kadar manidar kılar. Peki gerçekte de öyle midir? En azından mantıken böyle olması gerektiği düşünülmelidir. Fakat bu dünyada gerçek olan tek olguyu, ölümü, o kapımızı çalana dek gözardı ederiz. Hayatın içindeki küçük ayrıntılarla sanki bu evrende sonsuza dek kalacakmışız gibi meşgul olur, böyle acı bir gerçek karşısında pek önemsiz olan olaylarla ve düşüncelerle boğuşuruz. Mali durumumuz, başka faniler nazarındaki görünüşümüz, tuttuğumuz siyasi parti veya futbol takımının akıbeti gibi gelip geçici düşünceler -mantığa tamamen aykırı olarak- zihnimizi meşgul eder de on yıllar içerisinde yokolup gideceğimiz hakikati karşısında cinnete düşüp delirmez yahut da hayatın gerçek anlamı üzerine cevaplar aramaya yeltenmeyiz.

Peki bizleri hiç ölmeyecekmişiz gibi davranmaya sevkeden saik nedir? Tembellik mi? Zaten sorularımıza yanıt bulamayacağımızı bilmenin verdiği umutsuzluk ve gamsızlık mı? İnsanoğlu binyıllar içerisinde olgunlaştığı ve artık içine düştüğü boşluktan başka bir şey olmadığını kavradığı için mi kendini hayatın akışına bırakmıştır? Aramaya son mu vermiş yahut da nihayet çıldırmış mıdır? Birbiri üzerine binen ölüm yığınlarını göre göre deliren insanoğlu, bu sebeple mi sürekli gürültülü oyuncaklar icat edip, patlayıcılar ve kurşunlarla katliamlar yapmakta ve toplumsal yaşantının en ciddi olması gereken noktaları bile panayır yerine dönmektedir? Bütün dünya bir tımarhaneden ibaret olduğu için mi?

Baloda giyeceği elbiseyi düşünen genç dimağları görünce, insan bu gibi absürd fikirlere hak verebiliyor. Fakat kanımca birgün bu dünyadan göçüp gideceğini bildiği halde yeryüzünde oynadığı rolü tamamen benimseyip senaryonun telaşına kapılan, aldığı her nefesten ızdırap duymayan, hakikati kovalamak bir kenara bunu pek de umursamayan insanoğlunun ruh hali, aslında bu türün onulmaz trajedisidir. Yerküre öyle bir tiyatro sahnesidir ki her insanı kendi minik rolüne esir eder. İşin ilginç tarafı, herkes kendini başrol oyuncusu sanmaktadır. Fakat bilmezler ki bedenleri bile birer makyajdan ibarettir. Perde inmeye başlamadan önce onlara acı ya da neşe veren, onları gururlandıran, kalplerini ezen yahut inciten, onları yücelten veya yerlere vuran her şeyin bir hikayenin göz boyayan parçaları olduğunu göremezler. Çünkü dış gerçekliği hem duyusal olarak kavrayıp hem de kendini ve çevreyi anlamlandırabilen, bilince sahip, akli bir varlık için olabilecek en kötü şey, bizatihi kendi sonudur. Bu gerçeği tam olarak idrak edebilip de delirmeyecek bir varlık yoktur. İnsan zihni de varlığını bir sonraki nesle taşıyabilmek için evrilmiş ve kendini milyarlarca sahnenin içiçe geçtiği bu ucube tiyatroda kaybederek, gerçeği unutarak, fani hayatını hakikat belleyip umudunu geleceğe nakletmeyi başarmıştır.

Çünkü her beyin bir dünyadır. İnsan, her şeyin merkezinde duran her şeydir. Her şeyin kısa süre sonra sonlanacağını bilmek, kolay kolay hazmedilebilecek türden bir lokma da değildir. Muhteşem ve mucizevi olan insanın aklî doğası, dağları bile parçalayarak yoluna devam eden su misali hatta daha keskin bir iradeyle bu korkunç gerçeği hayatın genelinde belirsiz kılmış; ancak çok sevdiğimiz kimselerin ölümü ile anımsadığımız bu korkunç hakikati, aklımız bizim için gizlemiştir. Birgün başımıza geleceğini biliriz ama onu sanki bir düş gibi kendimizden uzakta tutarız. Yorgun bir günün sonunda elinde naylon poşetlerle evinin yolunu tutan, çocuklarının -aslında hiç olmayan- istikbalini düşünen babanın esrarı burada aranmalıdır. O, içgüdüsel olarak, atiye bir kurtuluş ümidi ile uzanmaktadır. Geçmiş, gün ve gelecek bu yönüyle birbirine perçinlenmiş; insanlık ağır makyajlı yüzlerin berisinden belirsiz bir yarına ağlamaktadır.

Aksi olsaydı, yani her insan hakikati olduğu gibi zihninde görüyor olsaydı insanlar dehşete kapılır ve bu sahneyi yerlebir ederdi. Şüphesiz kendi türünü de her şeyle birlikte yokluğa sürüklerdi. Fakat âdemin çocukları, olağanüstü gayret ve çırpınışlarının sonucunda unutmakla ödüllendirilmişlerdir. İnsanların çoğu bilmez ve görmezler. Bildiğimiz zaman ve uzay boyutunda ise her birinin varlığından kesinkes emin olduğu zayıf bir frekansa yapışır ve hayatlarını burada sürdürürler. Tam olarak, adına “yaşam kavgası” dediğimiz yerde... Bu, yine de gelecekte beliriverecek bir ümit kırıntısı için hayati bir buluş olmuştur.

İnsanlar içgüdüsel olarak yaşamaya eğilimlidir. En kötü koşullarda hatta işkence altında bir hayatı kendi varlıklarını sona erdirmeye yeğlerler. Birtakım sosyal düzen kurallarınca kendi yaşamına son vermek yasaklanmadan ve bunu yapacak olanların ruhlarının lanetleneceği bildirilmeden önce de insanlar bu temayüllerini açığa vurdular. Henüz ham ve pürüzsüz olan zihinlerinde ölüm bir kavram olarak belirmeye başladığında bununla birlikte ölüm ötesi fikri de uyandı. İnsanın ölümden sonra yaşayacağına, varolacağına dair hiçbir somut delil bulunmamasına rağmen her toplum kendi algı dünyasında bu fikre sarıldı. Gözlerinin gördüğü, elinin dokunduğu, kokladığı, tadını aldığı, sesini duyduğu bu duyular dünyasına kesin bir gerçeklik atfeden insan, söz konusu kendi ölümlülüğü olduğu zaman duyu ötesine kadar uzanmayı biliyordu.

Fakat hala boşluktaydı. Gizemler hala çözüme kavuşmuş değildi. Filozoflar, ruhani önderler, ilim adamları, gözlemci ve araştırmacılar... Düşünce üstüne düşünce... Sorulara mutlak cevaplar bulunamıyor, insanlık devasa bir kazanın içinde kaynıyor, aslında temelinde aynı soruların peşine düşmüş medeniyetler, ayrıntılarda varolan düşünce farklılıklarından dolayı birbirine giriyor, hakikat uğruna oluk oluk kan dökülüyordu. İnsanlar acılarına son verebilmek için inandıkları dinlerinden dolayı birbirlerini katlettiler.

Şeytan hakikaten de ayrıntıda gizliydi ve bununla besleniyordu. Bunca kavga, neticede insanlığın çok yönlü gelişmesine zemin de hazırladı. Fakat bu metalik, demir tadında bir ilerleme idi ve ihtiyacımız olan cevapları vermeye yetmemişti. Aksine beyinler biçim değiştirmiş, daha doğrusu evrim geçirmiş ve insanoğlunun evrensel trajedisi görmezden gelinmeye başlanmıştı. İnsan, ilkel ataları gibi hayatta kalmak için çalışıyordu fakat bunu “mesai” adı altında profesyonel bir düzlemde gerçekleştiriyor, hayat kavgası, insan aklını ölüm ve ötesine dair düşüncelerden uzaklaştırarak asıl görevini ifa ediyordu. Bir nevi, insan, acımasız bir koşuşturmacanın pençesine düşürülmüş, insanlığından uzaklaştırılarak teskin ediliyordu. Bütün hayatın bir rüya olduğunu anladığımız, gerçekle yüzleşme anı, bu durumda ancak ölüm anı olabiliyordu.

Karanlık tarafından çok fena tuzağa düşürülmüş, geliştiğimizi sanarken aslında bireysel ve dünyevi mücadelelerimizin üzerinde yer aldığı, zevk ve konforun ön plana çıkarıldığı, zaman ve uzaydan ibaret bir dalga boyunda hem bedenen hem de ruhen hapsedilmiştik. Düşüncelerimiz bile cürmümüzün sınırlarına asılı kalmıştı. Kredi kartı borcundan dolayı intihar eden insanlar, terfi maksadıyla geliştirilen insan ilişkileri, kişisel gelişim adı altında oluşturulan şirket dinleri... Gerçek insanların yerini şirket çalışanları alıyor, insanın nihai gayesi ebediyetten kariyer kaygısına kayıyordu. İnsanlık bunca karmaşanın peşisıra gelen teknoloji ile birlikte ferahlığa erdiğini sanarken aslında çok daha dar bir çerçevede sıkışıp kalmıştı.

Her şeye rağmen bu bir tür kurtuluş addedilebilirdi. Hayat, bir öz olarak, yoğun bir ızdırap ve anlamsızlık üzerine kurulmuştu ve bütün bunları farkedebilecek bilinç ve sonsuz bir arzuyla yaratılan ve yeryüzünde ikamet eden zavallı insanoğlunun acısını unutturacak idiyse üretmesi, didinmesi, hayatla mücadele etmesi ve rolünü hakkıyla oynaması saygı duyulacak bir uğraştı. Her ne kadar, bu algı biçimi insanlığın büyüklüğüyle kıyaslanamayacak biçimde dar bir koridor olsa da, yine de onu bugün için vareden tek sığınaktı. Aydınlık ve karanlığın kendi üzerinden savaşa tutuştuğu insan, derin acılara mahkum olmasına rağmen, herhalükarda metanetini sürdürebiliyordu.

Fakat gerçeği bu denli unutmuş olması kabul edilemezdi. Hayatın bir oyun ve oyalanma olduğu beyninin bir köşesinde durmalıydı. Yaşamı evrensel ilkelerle buluşturmalı ve ölüm gerçeği ile duyguda olmasa bile fikirde olsun yüzleşmeliydi. Çünkü insanlık gerçeklerden sonsuza dek kaçamayacaktı. Bireysel hayatlarımızı hakikatin kendisi sanmakla, yuvalarımıza ve sevdiklerimizin sıcaklığına sığınmakla önleyemeyecektik saatlerin ilerleyişini. Yorganı kafasına çekerek sadece çocuklar kabusları dışarıda bırakabilirdi. İnsan ise kolay kolay hiçbir varlığın başedemeyeceği ve kendisini çok aşan “olmak ya da olmamak” meselesini, bir bütün olarak koca bir gezegeni tiyatro sahnesine çevirerek ve kendini oynadığı role inandırarak son nefesine kadar etkisiz kılabilecek kadar olgunluğa ermiş yüksek bir türdü.

(Devamı gelecek)

 
Toplam blog
: 32
: 637
Kayıt tarihi
: 28.09.10
 
 

Şair ve yazar... ..