- Kategori
- Sosyoloji
Ömer Seyfettin
Ömer SEYFETTİN'in ölümünün 90. yılındayız. Bilindiği gibi Ömer SEYFETTİN edebiyatımızın ilkleri arasına giren unutulmaz yazarlarımızdandır. Kafkasya kökenli Ömer ŞEVKİ Bey'in oğlu Ömer SEYFETTİN 28 Şubat 1884 günü Gönen'de doğar. İstanbul Aksaray'daki Mekteb-i Osmani'den sonra Edirne Askeri Lisesi'ni de bitirir. İlk şiirlerini Edirne'de yazar. 1903'te İstanbul'daki Mekteb-i Harbiye'yi bitirerek Osmanlı Ordusu'na katılır.
Yaşadığı dönemin içinde bulunduğu kargaşalar nedeni ile Balkan Savaşı'na katılmış Yanya Kalesi suvunması sırasında Yunanlılar'a tutsak düşmüştür. Yaklaşık bir yıl sonra, çocukluk ve gençlik çağlarının geçtiği İstanbul'a döner. Edirne'de ilk şiirlerini yazan Ömer SEYFETTİN, Mekteb-i Harbiye'deki hikâye, şiir ve makaleleri ile edebiyat çevrelerinin takdirini kazanmış olduğu için, tutsaklık dönüşü kendisine Türk Sözü Dergisi'nin başyazarlığı verilir. Eserlerinin çoğunu 1914 yılında atandığı Kabataş Lisesi edebiyat öğretmenliği görevi sırasında yazar. Ömer SEYFETTİN uğrunda savaşlara katıldığı ve esir düştüğü Osmanlı Devleti işgal altında iken otuz altı yaşında 6 Mart 1920 günü hayata gözlerini yumar.
''Selanik'te yayınlanan "Genç Kalemler" dergisindeki yazılarıyla ünlendi. Derginin ikinci dizisinin ilk sayısında Nisan 1911'de yayınlanan "Yeni Lisan" başlıklı yazısı "Milli Edebiyat" akımının başlangıç bildirgesidir. Yazılarında, yalın, halkın konuştuğu ve anladığı bir dil kullanmak gerektiğini savundu. Türkçe'nin kendi kurallarına uygun yazılmasını, Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasını istedi. Milli Edebiyat akımının öncülüğünü Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem'le birlikte sürdürdü.'' (Alıntıdır)
Değişik dergilerde bulunan şiirleri ''Ömer Seyfettin'in Şiirleri'' adı altında Fevziye Abdullah Tansel tarafından derlenerek 1972'de yayınlanır. Ömer SEYFETTİN yüz otuza yakın hikâye yazmıştır. İlk olarak Ali Canip Yöntem tarafından derlenen hikâyeleri, daha sonra değişik yayınevlerince on, onbir ya da on altı kitap olarak yayınlanmıştır:
Harem (1918)
Yüksek Ökçeler (1922, 1988)
Gizli Mabed (1923, 1988)
Beyaz Lale (1938)
Asilzâdeler (1938)
İlk Düşen Ak (1938, 1980)
Mahçupluk İmtihanı (1938, 1982 bir oyun da içerir)
Dalga (1943, 1952)
Nokta (1956)
Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür (1958)'de yayınlanmıştır.
Ömer SEYFETTİN çağının gelişen edebiyat türü olan romana uzak kalmamış bu alanda Osmanlı toplumundaki değişmeleri de içeren aşağıdaki unutulmaz eserleri yazmıştır:
Ashâb-ı Kehfimiz (1918)
Efruz Bey (1919)
Yalnız Efe (1919)
O'nun düşünce dünyasındaki zenginlikleri ve bazı temel fikirlerini açıkladığı incelemeleri ise sırası ile: Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset (1912)
Yarınki Turan Devleti (1914)
Türklük Mefkuresi (1914)
Türklük Ülküsü (ilk 3 kitap birarada ölümünden sonra, 1975)'te yayınlanmıştır.
Düşünce ve edebiyat dünyamızın çok verimli bir yazarı olmak gibi güzel bir sıfat ile niteleyebileceğimiz Ömer SEYFETTİN, bana göre ne yazık ki, özellikle gençlerimize yeterince tanıtılmamaktadır. 2007 yılında TRT Kurumu zorlama bir adlandırma ile de olsa Geriye Kalan Yaşayan Değerlerimiz: Ömer Seyfettin adlı onüç bölümlük dizi yayınına başlamıştır. İçinde Ömer SEYFETTİN'in “Fon Sadriştayn’ın Karısı ve Oğlu” , “And ve Kaşağı”, Niçin Zengin Olamamış? - Zeytin Ekmek”, “Çanakkaleden Sonra”, “Velinimet- Uçurumun Kenarında”, “Harem”, “Perili Köşk”, “Beyaz Lale”, “Üç Nasihat”, “Yalnız Efe”, “Külah”, “Çakmak”, “Forsa” ve “Bir Hayır” başlıklı öykülerinin yer aldığı dizi Erhan TURSUN(1972) ile Gürsel ATEŞ(1961) tarafından yönetilen dizi umarım bu yıl boyunca da TRT tarafından yayınlanır.
1987'de Kâmil RENKLİDERE(1954)'den sonra 2005'te Gürsel ATEŞ'in Ömer SEYFETTİN'in Yalnız Efe adlı romanını Binnur ŞERBETÇİOĞLU'nun uyarlaması ile filme çekmiş olduğunu da belirtelim. 2010'un Ömer SEYFETTİN'in ölümünün 90.yılı olması bakımından, bu dizinin iyi bir tanıtım yanında iyi bir yayın planlaması ile 7'den 70'e herkes tarafından sevilerek seyredileceğine inanıyorum. Sanırım ilköğretimdeki öğretmenler de O'nun şairliğini, hikaye yazarlığını uzun uzun anlatmaya çalışırlar Ömer SEYFETTİN'i.
Bilindiği gibi sinemamızın büyük ustası Ömer Lütfi AKAD adaşı Ömer SEYFETTİN'in "Diyet" hikâyesinden sonra TRT adına O'nun "Ferman", "Pembe İncili Kaftan", "Diyet" ve "Topuz" adlı hikâyelerini de filme çekmiştir. İşte bu çerçevede çağının tanıklığını da yapmış olan Ömer SEYFETTİN'in çok anlamlı uzun öykülerinden birinin: PRİMO TÜRK ÇOCUĞU'nun giriş bölümünü sunmak istiyorum.
''Serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında Selanik, sanki gündüzkü heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi, baygın ve sakin uyumaktadır. Rıhtım tenhadır. Olimpos Palas’ın, Kristal’in, Splandit Palas’ın, diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştür. Tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ileirsinde, denize inen küçük merdivenin başında, hareketsiz bir gölge dimdik durmaktadır. Gölgenin sahibi tahsilini Paris’te bitirip daha sonra dolgun bir maaşla İzmir’e giden ve orada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızı olan Grazia ile evlenen genç mühendis Kenan Bey’dir.
Kenan Bey Türklüğe, yani medeniyetsizliğe karşı olan garazi Avrupalılara, onların adetlerine, ananelerine, terbiyelerine, cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliği ile tanınmaktadır. Nazik ve şendir. Savaşa tamamen karşıdır. İşte bu gece Kemal Bey kırk sekiz saat boyunca işittikleri, gördükleri gazetelerde okuduklarının etkisindedir. Son derece rahatsızdır. Çünkü savaş çıkmıştır. İtalya Trablus’a saldırmıştır. Hayran olduğu, insaniyet hizmet ettiğine inandığı Avrupalıların önceden önem vermediği hatta bazen çok doğal bulduğu hareketleri aklına gelmektedir. İlk Fransa’yı hatırlar. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyamakta, masum, silahsız insanları öldürmekte onları esir edip hayatlarını, ruhlarını zaptetmektedir. Daha sonra İngiliz’leri düşünür ve İspanyol’ları, Alman'ları hatta Belçika ve Portekiz’lileri en sonunda da İtalyan’ları düşünür. Hepsi aynıdır. Kenan Bey yıllarca ruhunu zapteden bu toplumun, Avrupa'lıların naçiz bir kulu, hizmetçisi olduğunu düşündükçe kahrolmaktadır.
Düne gelinceye kadar kendisine bile Türküm demeye sıkıldığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden uzak ve hatta utanan ne kadar Avrupalılaşmış renksiz olduğunu düşünerek yürür. Evine gitme düşüncesinden uzaktır. Şuursuz bir şekilde Splandit Palas’ın önüne gelir. Bir odaya çıkar ve yatağa uzanır. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmış, mevcudiyetini perişan etmiştir. Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinden ansızın uyanan millet, İtalyan mektebinin, acentesinin, hastanesinin, hatta konsolosluğunun armalarını parçalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmıştır. Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz kovulacaktır. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler, içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktır.
Başı ağrımakta, başını ağrısından gözleri yaşarmaktadır. Yüzükoyun döner, gözünün önüne zevcesi, çocuğu, evi gelir. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar mesut yaşamıştır. Avrupa'dan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık günlerini hatırlar. Bir İtalyan’la izdivaç etmek, hayatını birleştirmek ona doğal görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir mümtazlık gibi gelmiştir. Gerçi Grazia ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenan Bey’in Türk oluşundan dolayı bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermeyi şiddetle reddetmiştir. Daha sonra ise gerek kişisel menfaatlerini gerekse kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında Kenen Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum'dan biri olarak değerlendirir. Zira ona göre Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir familya yoktur. Bu düşünceler doğrultusunda Kenan Bey’i kızıyla birlikte hayallerinde Rum olarak kabul eder ve bu evliliğe izin verir.
Kenan Bey’le Grazia’nın evliliklerinin ilk iki yılında iki erkek çocukları olmuştur. İtalyan adetlerini takip ederek çocuklarını numara ile çağırırlar. ‘Primo! Sekundo!’ Sekundo hastalanır ve ölür. Grazia’nın babası Mösyö Vitalis Meşrutiyet' in ilanından sonra Türkiye’de işlerin iyi gitmeyeceğini düşünerek İtalya’ya gider ve çiftlik alarak oraya yerleşir.
Kenan Bey babasının Grazia’yı ve kendisini İtalya’ya çağıracağını düşünür, ne yapacaktır? Gitmeyeceği kesindir. Grazia’nın kendi tabiiyetini bırakmaya razı olup olmayacağı aklına gelir. Çocukları ve mutlu bir evlilikleri vardır. Birbirlerini çok sevmektedirler.
Şakaklarından soğuk terler akmaya başlar. Mendiliyle yüzünü siler. Sabah olmaktadır, ayağa kalkar uyuyamamaktadır. Otelin kapısından çıkar, tramvaya biner ve yalısına gelir. Kapıyı hizmetçi kız acar. Grazia ve Primo evde yoklardır. İki yol sandığı dikkatini çeker. Grazia’nın yolculuğu düşündüğünü anlar. İlk defa görüyormuşçasına duvarlara , perdelere, eşyalara bakar. Türk hayatına Türk ruhuna ait bir gölge bir çizgi yoktur, birden Bursa’daki çocukluğunun geçtiği baba evini hatırlar. Merdiven başındaki, ceviz ağcından eski ve guguklu saati, yaldızlı kafesin içindeki sürekli öten kanarya kuşunu ve babasının odasını düşünür. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli, vişne renginde perdeleri, duvarlarında asılı olan eğri ve altın kakmalı kılıçları, kamaları düşünür ve en önemlisi bu odadaki baş sedirin üstündeki etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş, mert bir Türk ruhundan saçılan iffet, namus, metanet, istiğna tavsiye eden mısraların yazılı olduğu levhayı hatırlar. Mısralardan bazıları aklına gelir:
‘Geçme namert köprüsünden, koparmasın seni!’
‘Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!’
‘Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!’
Babası ne kadar genç dururdu. Gelen misafirlerde, ağalarda ona benzerdi. Bu levha güya kalplerin, ahlaklarının tercümesiydi. Başı yeşil örtülü annesiyle daima yere bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini düşünür. Tahsilde iken annesi ve babası ölmüş, amcasının yanına giden hemşiresi de oranın yerlilerinden bir beyle evlenmiştir. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş, ne akrabalarını görmüş, hatta mallarını bile İstanbul’dan gönderdiği bir vekil vasıtasıyla satmıştır. Kenan Bey düşünür, düşündükçe iki gündür farkına vardığı mevcudiyetinin aşağılığını, sefaletini, adiliğini anlar, unuttuğu milliyetinin kıymetini takdir edemediği esasları için acı bir matem duyar. Vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi görünmüştür. Kapı zili çalar. Grazia gelmiştir. Ona sabah aldığı kararı nasıl söyleyeceğinin sıkıntısı içindedir. Grazia Kenan Bey’e dün gece niye gelmediğini ve onu çok merak ettiğini söyler. Kenan Bey işi olduğunu ve bir otelde kaldığını söyler. Grazia ilan olunan harpten bahseder. Grazia sabah tercüman ile konuştuğunu hiç kimsenin bilmediğini, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrendiğini söyler.
Avrupalılar aralarında Fransa’ya Fas’ı, Almanya’ya Anadolu’yu, İtalya’ya Trablus’u, İngiltere ve Rusya’ya da Acemistan’ı taksim etmişlerdir. Birkaç ay sonra Rumeli’nin her tarafında bombalar patlayacak, Girit Yunanistan’a bağışlanacak; Arnavutluk’a, Makedonya’ya, Suriye’ye, Arabistan’a muhtariyet verilecektir. Sultanlık Avrupalılar'ın himayesine alınarak Türkiye’de de ‘Beynelmilel bir idare’ tesis olunacaktır. Avrupa’nın programı budur. Grazia bunları çabuk anlatır, tercümanın korkularını tekrar eder. Şimdi hükümet genç Türklerin elindedir.
İki üç ay içinde Selanik’i terk edip İstanbul, İtalya ve yahut başka bir Avrupa memleketine gidilmelidir, pasaportları bile hazırlatmıştır. Grazia, Kenan Bey’e ne zaman hareket edebileceklerini sorar. Kenan Bey buradan bir yere gitmeyeceğini söyler. Grazia inanamaz. Peki ben diye sorar. Sen de... bu sırada Primo içeri girer, yavaş yavaş yürümektedir. Annesi ona hiddetli ve sert bir tavırla önemli bir konu konuştuklarını söyleyerek dışarı çıkarır. Oysa primo olayların farkındadır. Çünkü sabah mektebe gitmemiş Rum çocuklarıyla rıhtımda balık tutmaya çalışırken mektep arkadaşlarından Orhan’ı görmüş ve yanındaki biraz büyükçe olan bir Türk çocuğuyla tanışmıştır. Bu bir Türk paşasının oğludur. Orhan, Primo’ya sorar:
‘Senin baban Türk değil mi?’
Primo biraz kızararak: Niçin soruyorsun? der .
Soruyorum, neye inkar ediyorsun? Senin baban Türk mühendisi değil mi?
‘Evet...’
‘O halde sen de Türksün!...’
Primo, Türkçe bilmemektedir. Orhan, Fransızca olarak elindeki Genç Türkler'in beyannamesini tercüme eder. İtalyan’larla Türklerin muharebe ettiğini anlatır. Anlatırken en cesur, en asil, en kavi bir millet olduğunu asırlarca bütün Asya’ya hakim olduklarını, Atilla’nın Avrupa’yı ezip, köpek gibi inlettiğini, dünyanın en büyük hükümetini Cengiz’in kurduğunu anlatır. Bir kaç asır evvel Avrupa’yı terbiye eden bu nesle, Osmanlı Türkleri’ne bütün Avrupalıların saldırdıklarını, mahvetmek için uğraştıklarını ama başarılı olamayacaklarını söyler. Türklerin eski deniz muharebelerinden vaktiyle Akdeniz’i bir Türk gölü yaptıklarını, büyük paşa babasından, mülazım ağabeyinden duyduğu şeyleri oldukça büyüterek, mübalağalaştırarak, uzun uzadıya hikaye etmektedir.
Primo dinler ve o an kendisinin, babasının Türk oluşundan derin bir iftihar duyar. Rıhtımdaki Rum çocukları onun bir Türk çocuğu ile saatlerce konuşmasını kıskanırlar. Onu çağırırlar Primo aldırmaz. Orhan bu sineklerin bir şey yapamayacaklarını ancak taciz etmesini bildiklerini ve kendilerini rahat bırakmayacaklarını söyleyerek dışarı çıkmalarını tavsiye eder. Bahçeden çıkarlar, ileride İttihat ve Terakki Kulübü önünde dehşetli bir kalabalık görürler. Kapının yanındaki parmaklık setine siyah esvaplı, sarı bıyıklı, küçük fesli bir adam çıkmış, namussuz, alçak, korsan İtalyan’ların haberleri yokken, araları iyiyken dostları iken birdenbire vatanlarına hücum ettiklerini anlatmaktadır.
Onların büyük ve kavi zırhlılarına karşılık, kendilerinin de mukaddes bir hakları olduğunu bunun onların zırhlılarının karşısındaki kuvvetinden bahsetmektedir. Sonra bir telgraf okunur. Orhan onu tercüme eder. İtalyan’ların Trablus’ta iki harp gemisi kayalıklara çarparak batmıştır. Daha sonra nümayişçiler yukarılara doğru çekilmişlerdir. Primo kapının dibinde bunları düşünür. Dünün hatırasını noktası noktasına hayalinden geçirir ve göğsünün kabardığını hisseder.
Kapıya döner içeride şiddetli ve heyecanlı konuşma devam etmektedir. Anahtar deliğinden içeriyi dinler. Annesi burada kalmayacağını söyler Kenan Bey ise kalırsa artık İtalyan olarak değil Türk olarak kalacağını, gider ve İtalyan olarak kalırsa aralarındaki münasebetin biteceğini , kendisini boşayacağını ve görüşmemek üzere ayrılacaklarını söyler. Annesi yüz sene uzunluğunda geçen bir dakika sonunda cevabını verir. On seneyi, sadakatimi sen düşünmezsen ben hiç düşünmem babamın yanına gider orada rahibe olur kalırım der. Tek isteği Primo’yu da yanında götürmektedir. Kenan Bey bu kararı Primo’nun vermesi gerektiğini söyler. Annesi Primo’yu çağırır. Annesi içeri giren Primo’yu kucaklamak ister. Primo bunu dehşetli bir ciddiyetle reddeder. Grazia birden bire değişen yavrusunun bu hareketi karşısında donar. Primo büyük bir adam tavrıyla babasının yanındaki koltuğa oturur. Başını eline dayar ve gayet garip bir şive ile Fransızca olarak ''beni niye çağırdınız'' der. İtalyanca söylemiyordur. Her ikisi de şaşırırlar. Kısa bir sessizlikten sonra Kenan Bey savaş çıktığını annesi ile tamamen ayrılacaklarını ya kendisi ile kalıp Türk olacağını ya da annesi ile gidip İtalyan olacağını söyler ve bu konudaki kararını sorar. Primo oturduğu yerden şiddetle fırlar Grazia ve Kenan Bey ne yapıyor diye birbirlerine bakarlar. Primo ellerini kalçalarına dayar, heyecanlı tavrıyla annesini ve babasını süzer ve gayet bozuk bir Türkçe ile:
‘Ben .. Turko çoçuk.. Ben yok İtalyano.. Ben burda... Ben çoçuk Türk..’ diye haykırır.
Grazia hayret ve teessüründen masanın yanındaki sandalyeye yığılır. Kenan Bey gözlerine ve kulaklarına inanamamaktadır. Primo sonra seri bir hareketle kenardaki hasır sandalyeyi kaparak kanepeye fırlar ve şiddetle Victor Emmanuel’in resmine vurarak onu parçalar. Kenan Bey sevinçli ve şuursuz bir şekilde ayağa kalkar, kanepenin üzerinde, yükseklerden kendisine bakan bu Türk çocuğunu kucaklar onu göğsüne bastırır alnından öper, öper.''