- Kategori
- Siyaset
Osmanlı ve Cumhuriyet Genelkurmay Başkanları devlet yönetim anlayışlarını açıklıyor (2/3)

Vatanın toprağı mı değerlidir, üzerindeki insanı mı? Bahçeler, topraklarıyla mı güzeldir, üzerindeki çiçekleriyle mi?
Herhalde hiçbir devlet adamı, “Milliyetçilik-Irkçılık!” tuzağına nasıl düşürüldüğümüzü genelkurmay başkanlığı ile sadrazamlık (Başbakanlık) yapmış Ahmet İzzet Paşa kadar açık anlatmamıştır.
...
Kalınan yerden devamla;
"..Öyleyse semavi kanuna aykırı, tarihî gözlemlere ve yenidünyadaki çağdaş sosyal teorilere ters, dünyanın barış ve ilerlemesi için gerçekten zararlı olan ırkçılık sevda ve davaları, bu yaşlı Avrupa’dan ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?
Sınırlı tarih bilgime göre, bu hırslı arzu ilk olarak Polonya’nın doğu devletleri tarafından paylaşılmasında hisse alamayan Batılı devletlerce bir siyasî problem halinde ortaya atılmıştır.
...
Üçüncü Napolyon ırkçılık ilkesini Avusturya aleyhinde uygulayarak, İtalya’nın bağımsızlığını elde etti. Milyonlarca Slav nüfusuna sahip olan Osmanlı Devleti ile Avusturya – Macaristan’a karşı gizli niyetini uygulama alanına koymaya bahane bulmak için de Rusya Devleti Pan-Slavism teorisini ortaya attı.
Bize karşı şiddetli düşmanlığı olan (İngiltere) Gladstone da milliyet ilkelerini öne çıkardı ve destekledi. Fakat garabetin büyüğü, bize karşı bilenmiş ve çekilmiş olan böyle bir silaha, devlet yapısını sağlamlaştırma amaç ve iddiası ile ortaya çıkan İttihat Cemiyeti’nin, rızasıyla ve hattâ çok arzulu olarak el tutması ve kucak açmasıdır. (Sahife;304)
...
Yirminci yüzyılın ilk yazıydı. İzinli olarak birkaç hafta geçirdiğim Baalbek’te, yabancı bir dostumun köşkünde, yerli yabancı birkaç arkadaş toplanmış teknik ve felsefî sohbetlerde bulunuyorduk.
Avrupa’da öğrenim görmüş Müslüman bir doktor, Yusuf sûresinin “in kâne kamîsuhu kudde min kubulin…” (Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa…) ayet-i kerimesinin kelimelerine, halk diliyle basit anlamlar vererek Kur’anı Kerim’e, haşa dil uzatmaya yeltendi.
1923’te Kadıköyü’nde davetli bulunduğum bir düğünde, aynı ayet-i celilenin tercümesi zikredilerek : “Yabancı bir dilde (yani arapça) hu türlü hikâyeler okumak ve ardından ‘Allahü Ekber’ diyerek oturup kalkmak, yere kapanmakla ibadet olur mu?” yolunda alaylar edildiğine kulak misafiri oldum.
1932’de pek saygıdeğer bir zatın, yukardaki tarizi işittiğinden sözederek bu âyetin namazda okunmasına cevaz olup olmadığı konusunda değerli bir âlimimizden fetva istediğini duydum.
Halbuki Almanya’nın, belki bütün dünyanın en büyük şair ve filozoflarından olan Goethe, Yusuf sûresinin belagat ve nezahetine hayran olduğunu açıklar ve ulaşılmaz söz güzelliğinin derecesini teslim eder.
Öyleyse Kur’an’ı hayatlarında bir defa bile okudukları şüpheli, manasını hiç anlamadıkları ise kesin olan bu kimselere 6666 Kur’an ayeti içinde bu ayet-i kerimeyi kim seçtiriyor ve yıllarca aynı şekilde, haşa, alay ettiriyor?
Osmanlı topluluğu aleyhindeki suikastlara gelince, bu sözümü de birkaç örnekle açıklayayım:
Uzun süreden, özellikle Üçüncü Napolyon zamanından beri, Fransa’nın Suriye’de çok etkin bir siyaset izlediği ve okulları, memurları vasıtasıyla halkın düşüncelerini Fransaya çekip yaklaştırdığı, tebası bulundukları Devlet aleyhinde kışkırttığı bilinmektedir.
Fakat bu açık propagandaların önemli etkisi olmadı.
Birkaç papaz okulu mezunu dışarda bırakılırsa. Sultan Hamid döneminde Suriye’nin Osmanlı idaresinden ayrılmasını isteyen, hattâ ayrılabileceğini düşünen kimse yoktu denilebilir.
Hele Beyrut Müslümanları, dinlerinde sağlamlık, tabi oldukları Devlete sevgi ve bağlılıkla tanınmış ve ün kazanmışlardı. Meşrutiyet ilân edildiği zaman hava değişikligi için Cebel-i Lübnan’da bulunuyordum. İnkilâb dolayısıyla Hıristiyan ahali de dahil olmak üzere, bütün halkın vatanseverce tezahüratına tanık oldum.
Fakat altı ay geçmeden, kamuoyu, anlaşılmaz bir şekilde aleyhimize döndü. O mutaassıb Beyrut Müslümanları, Balkan Savaşı’nda Devlet aleyhine adeta isyana kalkıştı. Bu hızlı değişikliğin sebebi araştırılmaya değmez mi?
1877 -1878 Savaşısonucunda Rumeli’nin uğradığı paylaşılmadan korkan ve bu esnada Sultan Hamid’in, Büyük Devletlerce Karadağ ve Yunana bıraktırılmak istenen bir kısım Arnavutluk toprağını kurtarmak amacıyla yaptırıp sonra pişman olduğu Arnavut Birliği tezahüratından cesaret alan Güney Arnavutluğun bazı ileri gelenleri, Devlete bağlılığı kayıtsız ve şartsız teminat altına alınmak üzere, Arnavutluğun etnografik sınırı her ihtimale karşı belirlenmiş olmak üzere, bu sınırlar içinde bir vilâyet oluşturulması girişiminde bulunmuş, yine Güney Arnavutluk’ta dillerini latin harflerine benzer alfabe ile yazmak düşünce ve eğilimi de ortaya çıkmıştı.
Bu gibi temenni ve girişimler, bazı kötümser kişilerce vesveseye sebep olursa, büsbütün sebepsizdir denilmesin. Fakat dinî sağlandığı ve hilâfet makamına bağlılığı bilinen, Meşrutiyet’in kazanılmasında da az çok hizmeti geçmiş olan Kuzey Arnavutluğun kısa bir sürede şekavet ocağına çevrilmesine, sonra da haydut veya İtaatkâr demeden birçok kimselerin haysiyetinin kırılmasına, kanının dökülmesine ne demeli?
Bu gibi durumlara sadece hükümetin kötü yönetimi, falan vali, mutasarrıf veya komutanın hatası, yahut filan bey, falan efendi, Ağa veya bayraktarın teşvik ve kışkırtmasının eseridir deyip geçmemeli bunları tahrik eden sebep ve emelleri de aramalı.
İttihat ve Terakki, adı ve çeşitli unsurları kaynaştırıp birleştirmek, milleti ilerlemenin en yüksek noktasına ulaştırmak azmiyle meydana çıkmış, gizli çaba ve uğraşmasıyla yerini sağlamlaştırmış olan bir cemiyetin birkaç ay içinde amacını değiştirmişçesine çeşitli milletleri kendinden ve devlet bütününden nefret ettirip ayıran, halkı ilerleme yerine,en gerideki vahşet ve hunharlık katına düşürecek derecede beceriksizlik göstermesi normal bir durum sayılamaz.
Araştırıcı bir düşünce bunda gizli sebepler ve gizli eller arar.
Bu gizli kışkırtıcılar kucaklarına düşürdükleri kimselere amaçlarını açıkça söylemez, hedeflerine doğru yollardan yürümezler. Kandırdıkları ve hırslarını biledikleri kimseleri hilelerle yüksek makamlara getirerek, bunların yardımıyla işlerini gördükleri gibi, bin türlü vasıtalar, propagandalarla halkı da sapıklığa düşürürler ve bozarlar, İleri gelenlere çıkarlar vaad eder ve sağlarlar, kimisini tehlikeler göstererek korkuturlar, kiminin kinini tahrik ederler ve bazılarının ırk duygularını harekete geçirirler. Bu şekillerle pek çok kimseler vatanımıza hizmet ediyoruz zannıyla bu adamaların amaçlarına alet olurlar. (Sahife; 306)
Dünya Savaşı’ndan sonra casuslar hakkında yazılan efsanevî hikâyelere gerek kalmaksızın îslâm Tarihinin yukarda sözünü ettiğim konularını,Rusların Yeniçerileri bozmak için kullandıkları hileleri, birinci Napolyon’un Schulmeister adındaki casusun oynadığı rolleri inceleyen ve düşünen bir adam sağdan, soldan gelen teşvik ve cesaretlendirmelere aldanmaz, ihtiyatla itidalden ayrılmazdı.
Fakat ne çare ki, uygulama mevkiinde bulunan kimseler bu türlü bilgilerden mahrum olduklarından “aman içerde güvenlik ve kardeşlik, hiç olmazsa onbeş yirmi yıl barış ve esenlik” diye bağıran, geleceği gören temiz kalbli adamları gayretsizlik, hattâ korkaklıkla suçluyorlardı.
...
İfadelerim özetlenecek olursa, önce İttihat ve Terakki’nin bazı aşırı ileri gelenleri ile, özellikle onun sırtından geçinenlerin, eskiler hakkında tamamen şuursuz ve haksız bir şekilde uygulamak İstedikleri şiddet, gösterdikleri kibir ve azamet yüzünden birçok gönül kırıcı ve en kötüsü küçüğün büyüğü, astın üstü küçük görmesine sebep olanbu taşkınlıklar devlet yönetiminde, özellikle. Askerlikte temel şart olan itaat ile karşılıklı zincirleme saygıyı yok etti.
İkinci olarak vatan bünyesinde fazla ve abartmalı bir kuvvet hayal edilerek içeriye karşı gösterilen şiddet ve hakaretin aynısı dışarıya karşı da gösterilmeğe kalkışıldığından. Meşrutiyetin ilânı dolayısıyla bütün dünyada lehimize meydana gelen saygı ve dostluk birkaç ay içinde düşmanlığa dönüşmekle, bu durum topraklarımızda gözü olan bitişik veya kapı aşırı komşu devletlere, saldırı için fırsat ve cesaret verdi.
Üçüncü olarak, ülkeye sokulan dinsizlik akımları, bir taraftan halkın çoğunluğunu başlangıçta katışıksız kurtuluş olarak düşünülen inkilâptan nefret ettirdi, diğer taraftan milletin, ordunun manevi gücünü zayıflattı.
Dördüncü olarak, Müslüman unsurlar arasına içten ve dıştan sokulan zıtlığın, düşünce ayrılığının etkili önlemlerle kaldırılıp yok edilmesine çalışılacağı yerde, aksine birtakım yanlış teoriler ve kaba davranışlarla, bilerek bilmeyerek karşılıklı nefretin körüklenmesi yönüne gidildi.
İşte İttihat ve Terakki’nin ortaya çıkmasıyla birlikte, özel bir meslek halinde tezahür eden bu dört esaslı hata ile, bir taraftan dışarının aleyhimize düşmanlığı körüklenir ve düşmanlara saldırı fırsatları hazırlanır, yani koşar adımla savaşa doğru yürünürken, diğer taraftan da insan topluluğu için en büyük kuvvetlerden olan dini inanç, milli birlik ve hattâ bazı amansız muameleler yüzünden vatan sevgisi gibi yüksek duygular ve mukaddes bağlar kesilip yok edilmekle devlet manen ve maddeten zaafa düşürüldü.
Böyle bir başlangıcın sonucu ve bitişi hayra ulaşamaz.
İttihad ve Terakki’nin ikinci sınıfa mensup yol göstericileri arasına, yukarıda andığım gizli güç temsilcilerinin resmen ve açıkça olmasa bile, el altından katılmış olmalarını ihtimal dışı görmeye yer yoktur.
Bu gibi kurtlar, siyasi ufukların bulanmasından yararlanmakta kusur etmezler.
Zaten cemiyetin akıl kethüdaları arasında yabancı devletlere tabi ve tutkun, yabancı mason maşrık-ı azamlarına bağlı adamlar bulunduğu, gizli kapalı bir mesele değildir...” (1)
Devam edecek...
Resim; http://der-saadet.blogspot.com/2011_02_01_archive.html
(1) Feryadım (1-2) Ahmet İzzet Paşa, İSTANBUL, 1992