Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Kasım '13

 
Kategori
Siyaset
 

"Padişahın Ayısı" ve Tarih (sadece) aptallar için mi tekrar eder? (1/3)

"Padişahın Ayısı" ve Tarih (sadece) aptallar için mi tekrar eder? (1/3)
 

Birisi soracak olursa; "Ayı balta kullanabilir mi?" Bisiklet kullanabiliyor!


Devlet yönetimi (Politika) algılarını kavramak için, 90 yıl ara ile Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Genelkurmay Başkanlığı yapmış iki komutan tanıtılmaktadır. Bu şekilde tepe yöneticilerinin düşünceleri ve (varsa) onlardan kaynaklanan sorunlar öğrenilecektir.

Bu komutanlardan biri, aşağıda özeti verilen, “Feryadım” isimli eserin sahibi;

-1909-1914 Yılları arasında Genelkurmay başkanlığı ile çok kısa bir süre de başbakanlık yapmış Ahmet İzzet Paşa;

-Diğeri, 1994-1998 Yılları arasında, (28 Şubat döneminde) Genelkurmay başkanlığı görevini yürüten, İsmail Hakkı Karadayı’dır.

...

Önce küçük bir fıkramız var.

“Padişah’ın ayısı!”

Yaşadığı olaylar nedeniyle kimseye güveni kalmayan kral, yardımcılarına bir ayı yavrusunun bulunarak, kendisini korumak üzere eğitilmesini ve yetiştirilmesi ister.

Emir kısa sürede yerine getirilir. Yavru ayı birkaç yıl içinde ağır bir baltayı maharetle kullanacak şekilde eğitilir ve Kralın başında ona 24 saat yakın korumalık yapmağa başlar.

Günlerden bir gün, gecelerden bir gece kral huzur ve güven içerisinde yatağında uyurken, koruması Ayı, Kralın üzerine irice bir böceğin yürüdüğünü görür.

“Ayı!” padişaha yaklaşanlara ne yapılması gerektiğini çok iyi öğrenmiştir!

Baltasını havaya kaldırır ve tereddüt etmeden böceği ikiye böler...

Elbette üzerinde böcek gezinen kralı da...

...

1909-1914 Yılları arasında Genelkurmay başkanlığı ve kısa bir süre de başbakanlık yapmış Ahmet İzzet Paşa, “Feryadım” İsimli eserinin sonuç bölümünde yaşadıklarını ve çıkardığı sonuçları bizlere aktarmaktadır.

Paşa, hem İttihat Terakki, hem Birinci Dünya Savaşı, hem de Osmanlının dağılma döneminin birinci dereceden şahitlerdendir. Bu nedenle değerlendirmeleri önemlidir.

...

 “...Osmanlı Ülkesini çok zahmet, tahammül edilmez ve korkunç bir müstebit idareden kurtarmasına karşılık, pek kısa bir zamanda devletin çöküşünü hazırlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı tarihine çok acıklı sayfalar eklemiş, oldukça feci bir hatime vermiştir. İstibdat ejderine vurduğu öldürücü bir üstünlük darbesi ile meydana çıkan bu cemiyetin, ancak on yıl süren ömrü kanlı bir facia halinde geçmiş ve kesin bir yenilgi ile sona ermiştir.

Dünya Savaşında ittifak manzumemizin perişan olması ve Talât Paşa Kabinesinin düşmesiyle, bu siyasi kurum önemini yitirmiş, daha Mütareke başlangıcında aslî ismini bırakarak «Teceddüd» fırkası adını alması da derde deva olamamış, Sultan Vahidüddin’in, Damat Ferit Paşa’nın, yabancıların ve son olarak Mustafa Kemal Paşa’nın tazyik ve takibatı ile, resmî ve alenî bir fırka halindeki hayatı sona ermiş olduğu gibi, görünüşe göre artık gizli faaliyetleri de durmuştur.

Çünkü Cemiyet’in manevî kişiliğine temlik olunan gelir kaynakları ve yine onun adına toplanan meblağ ve nakitler, çeşitli şekil ve sebeplerle heder, etkin liderleri intikam silahına hedef olmuş, bazı kurnazları yeni kuvvetlere katılmış ve yeni efendilere bağlanmış, namusluları da inziva köşelerine çekilmiştir.

Bu yüzden Mütareke dönemi olaylarını yazmaya başlamazdan önce, bir kuyruklu yıldız gibi doğan ve batan bu siyasî çocuğun kısa süre içinde düşmesi ve kendisiyle birlikte devleti de uçuruma çekmesindeki anlaşılması güç sebep ve nedenler konusunda bazı düşünceler ileri sürmeyi uygun gördüm.

İttihat ve Terakki Cemiyetinin gizli olarak ilk defa ortaya çıkışıyla, gizli faaliyetine başladığı zaman ve mekân hakkında çeşitli söylentiler vardır. Bunlarla uzun uzadıya uğraşmayacağım. Yalnız propaganda merkezi olan Paris ile son galibane taarruzun üssü ve kaynağı olan Selanik’i anmadan da geçemiyeceğim. Çünkü bu iki çevre de, inkılapçıların edindikleri fikir ve kazandıkları alışkanlıkların etkisi, oralarda dostluk kurdukları kimselerden aldıkları derslerin yanlış anlaşılıp uygulanması, galebeden sonra tutulan hareket hattı ve uğranılan kötü sonucu doğuran sebeplerin en önemlisidir. (Sahife; 294)

Siyasi inkılaplar, genellikle belirli ve sayılı kişilerin eseridir. İttihat Terakki inkılabını yapanlar da başlıca iki sınıftır. Birinci sınıfı teşkil edenler iyi niyetle, fedakârlıkla hayırlı bir gaye uğrunda fiilen çalışan, bu yolda nefsini tehlikeye sokan vatanperver ve hamiyetli kişilerdi. Bunların içinden, İşin başlangıcındaki ulvî duygular ve temiz düşüncelerini değiştirmeden şahsî menfaatlar peşine düşmeyenler milletin şükranına layıktır.

TÜRKÇÜLÜK ALDATMACASI  Selanik yöresinde Sultan Hamid yönetimi aleyhinde entrika çevirmek, hafiyeleri kandırmak, yabancılarla temasa girmek gibi hususlarda ihtilâlçilere güzel nasihatlar verilmiş, yollar gösterilmiş olmakla beraber, yukarıda zikredilen sakıncalı ve zararlı düşünce ve teorilerin ateşli mücahitlere fazlasıyla telkininde kusur edilmemiştir, öyle ki. Sultan Hamid yönetimi aleyhinde birinci sınıfla birleşerek yapılan hile ve desiseler, ikinci sınıfın bazı üyeleri karşı da kullanılmıştı, denilirse abartılmış olmaz.

Fazla olarak Müslümanlar arasında ırk anlaşmazlığı ve taassubunun o   y ö r e d e   ortaya çıkarıldığı ve oradan bütün ülkeye yayıldığı ve gençliğe aşılandığı bile iddia olunabilir.

Görünüşe göre böyle bir iddia işin başında tuhaf görülür; fakat Rum ve Arnavutlarla, Türkler arasında ırka dayalı nefret duygularının ortaya atılması Selanik tüccarının çıkarınadır.

Türk Ocağı’nın ilk kurucusu Mois Kohen veya Tekin Alp adında bir Musevi’dir. Bozkurt ve Ergenekon efsanelerini tertipleyen, neşreden ve bunları saf Türk gençlerinin zihinlerine, ırklarının seçkinliğinin delilleri biçiminde yerleştiren de bu kaynak, yani bu Ocak’tır.

Devrimin başlangıcında dilimize çevrilen ve Türklere, bütün dünyanın nefret ettiği Cengiz’i, ırklarının öğünç kaynağı şeklinde gösteren “Kök Salmak”  adındaki roman kılıklı eserin yazan da, mûsevi Leon Kahon’dur.

Türk Ocağının en nüfuzlu bir direği, bir kurucusu. Meşrutiyetten önce Kürt iftihar tarihi yazmakla uğraşırken, sonra Türkleşerek Gökalp soyadını alan Diyarbekirli Ziya Bey; tanıdığım iki önemli üyesinden biri Arnavutluktaki Görice’den çocukluğunda Mızıka-i Hümayunun Zuhuri koluna alınıp zekâsı sayesinde devlet mertebelerinde yükselen bir zatın oğlu, diğeri Morali tanınmış bir ailenin çocuğudur.

Son zamanlarda Rusya dan gelen Azeriler istisna edilirse, bu ocakta Amasyalı Hüsamettin adında bir zattan başka halis  A n a d o l u l u   hiçbir  T ü r k    sivrilememiştir. İşte bu keyfiyet Türklük davasının, milletin bir kanaati ile doğmadığını gösterir.

Buraları düşünülürse, görüşlerim pek de yabana atılamaz. (Sahife;301)

...

Bir zamandan beri bizde ırkçılık meselesi üzerinde gereği gibi düşünülüyor ve uzun uzadıya tartışmalar sonucunda çeşitli kavim ve ırkların bir hükümet ve bir idare altında sonsuza kadar tutulamıyacağı hükmüne varılıyor.

Güya bu suretle düştüğümüz perişanlıktan dolayı kendimizi avutmak, bu belâların müsebbipleri de işledikleri suçlardan temize çıkarılmak isteniyor. Fakat bu teori doğru mudur? Din açısından düşünülürse, insanlar arasında ayin eşitliğini emir ve telkin eden Kuran-ı Kerim, gerek fertler, gerek aşiretler ve kabileler arasında fark ve üstünlük  tanımıyor; Din ve Millet kavramlarını birbirinden ayırmıyor.

Tarihe göz gezdirilirse, Asya’nın hemen yarısını ve kendisine bağlı olan yerlerle birlikte Mısır yöresini tasarrufu altına alan eski iran şahları (Keyaniyan) İmparatorluk sınırları içindeki çeşitli ırkları öyle bir şekilde birbirlerine bağlayıp ısındırmışlardı ki, İskender istilası sırasında Fars (Acem) İmparatorluğu ve ona bağlı olan topraklarını savunmak için en korkusuzca savaşanlar, istilacılarla aynı ırktan olan Anadolu Rumları olmuştu.

Hemen bütün uygar Avrupa ile beraber Batı Asya ve Kuzey Afrika’yı eline geçirmiş olan Roma İmparatorluğu, memleketlerindeki değişik ırkları yüzyıllarca tek bir idare altında tutmuş, bu esnada ülkenin işlerinin yürütülmesini en büyük makamlara yükselttiği, sözgelimi bir alman generaline vermiş, hattâ imparatorluk tahtına bir Suriyeli, bir Libyalı veya Makedonyalıyı oturtmuş ve yükseltmiştir, yani milliyet farkı gözetmemiştir.

Osmanlı Devleti’ne gelince, Rusya Büyük Çarlığı ortaya çıkıp istilâ emellerine ulaşmak için diyanet perdesi altında, hıristiyan ahaliyi koruma iddiası ile bozgunculuk ve kışkırtıcılığa başladığı, bizdeki kötü keyfi idarenin de sınırını açmasıyla, devletin genel bir zayıflığa düştüğü tarihlere kadar, yalnız ırk değil, mezhep kavgaları yüzünden bile ahalide dağılma meyli, devlette çözülme tehlikesi görülmüyordu.

Hele İslâm unsurları arasında Meşrutiyete kadar özel ırk öğünmesi ve rekabeti hatır ve hayale gelmemişti.

Yalnız kozmopolit İstanbul halkı, Türk de dahil olmak üzere, her ırka bir kulp takarak taklit ve alay ederdi. Bu örneklerin aksine olarak Kuzey Amerika Birleşik Cumhuriyetleri kendi ırkından olan bağlı olduğu İngiltere’den, Latin Amerika hükümetleri de, ırkdaşları olan İspanya ve Portekiz devletlerinden ayrılmışlardır.

İşte bu örnekler bir toplumu, ırktan ziyade toprağın koruduğunu ve sürekliliğini şartladığını ispat eder. Bu duruma göre, yeni dünyada ne Lâtinlik, ne İngilizlik ne Almanlık yok. Birleşik Cumhuriyetler, Meksika, Brezilya, Arjantin… vardır.

Çünkü bu devletlerin hepsi çeşitli ırk ve kavimlerden oluşmuştur ve ülkede herkes vatandaşlık hakkından faydalanmakta ve kendine düşen payı almaktadır. (Sahife;302)

Bu gerçeklere rağmen bizde bir aralık nifak yolunda o derece ileri gidildi ki, Türkün dışında bir ırktan olduğunu saklamayanların, vatanın her yerinde elde ettikleri mertebeler kıskanıldı.

Vatandaşlık hattâ kişisel haklarına açıkça olmasa bile, dolaylı ve gizli şekillerle fiilen tecavüze kadar varıldı.

Şurası gariptir ki, bu çarpık yolda en ileri gidenler, soyu sopu belli olmayan gayrı Türklerdir.

Çünkü babaları bile bilinmeyen bu tür kişiler “Evlâd-ı fatihandanız” demekten sıkılmazlar. Bizdeki bu duruma karşılık bir de komşu milletlere insaf ve ibretle bakalım.

Sözgelimi İngiltere Başbakanlığında bir Disraeli (Lord Beaconsfield) ve amiralleri arasında de Robeck (Fransız asalet edatiyle bir Norman adı) Fransa tarihinde Mareşal de Sachs, Mareşal de Luxembourg, Kuelerman, Macdonald; Avusturya savaş tarihinde Prens Eugen de Savois, Marki de Beaulieu, Monte Kukuli, Almanya Genelkurmay Başkanlığına 1864 Danimarka Savaşı planını düzenleyen, 1866 ve 1870 savaşlarını idare eden Danimarkalı Mareşal V. Moltke, askerî ve siyasî yüksek makamlarında Bronsart, Verdi de Vernova, Kaprivi, Radoviç: Rusya ordusunda Todtleben, Timmerman, Wrangel, Keller ve Koçi Bey, Kapodistirya.. gibi zatları görürüz.

İsimlerin da kanıtladığı gibi, bu büyük adamlar, devletlerinin hakim ırkından değiller.

Bunlardan vatanlarına bir kötülük veya bunları hizmetine alan milletlerin şerefine bir noksan gelmiş midir?

Bugün Moltke’yi asla İsveç veya Danimarkalıdır diye Alman camiasından, tarihinden çıkarmak isteyen bir Alman bulunabilir mi?

Britanya, Normandiva Alsace Lorraine ve Korsika’yı başka bir ırktan olmak, başka bir dil kullanmak sebebiyle Fransa camiasının dışında tutmak, o topraklarda doğan Napolyon, General Dachistein, yahut Monsieur Briand’ı halis Fransız olmamak bahanesiyle alaya alacak bir Fransız düşünülebilir mi?

Bu kişilerin çoğunun vatan değiştirmesi, bu ülkelerin anavatanla birleşmesi bir iki yüzyıl veya birkaç senelik bir mesele iken, bizdeki Arap, Kürt, Çerkeş, Boşnak. Arnavut gibi Türk olmayan İslâm ırkları en aşağı dört, beş yüzyıldan beri Türk kanına karıştırdıkları kanları ile vatan topraklarını yoğurmuş, sınırlarda cesetleriyle siperler yapmıştır.

Hem de şurası bilinmek lazım gelir ki, bugün uygar kavimlerde ırk özelliği kalmamıştır.

Anadolu ahalisi de böyledir. Kendi aralarında evlenen bazı Türkmen aşiretleri ve bir dereceye kadar Süleyman Kayaalp aşiretinin arta kalanları olan Söğüt cıvarı ahalisinden başka, hemen hiçbir kimse soy silsilesini eski ve bilinen bir Türk aşiretine götüremez.

Avrupa’da bir dereceye kadar Almanlarla İskandinavlar ayrı tutulursa, her millet bir ırklar birleşimidir. Bu ayrı tutmak istediğim milletlerin büyük aileleri de, Slav ve Latin ırklarından denkleriyle evlenerek ırklarının saflığını kaybetmişlerdir..” (1)

Devam edecek...

 

www.canmehmet.com

Resim;web ortamından alınmıştır.

(1) Feryadım (1-2) Ahmet İzzet Paşa, İSTANBUL, 1992

 
Toplam blog
: 1117
: 1768
Kayıt tarihi
: 29.08.06
 
 

Ticari ilimler akademisindeki öğrenciliğim sırasında, bir kamu iktisâdi kuruluşunda başladığım ça..