- Kategori
- Güncel
Otağ-ı Hümayun işkencehanesi ve aslan(!) DİSK

O cop kulunçlarıma ne iyi gelirdi
Fırtınanın ortalığı kasıp kavurduğu dönemlerde tavşanlar gibi deliklerinde saklananlar, fırtına dindikten sonra ortaya çıkıp rüzgârlara nasıl göğüs gerdiğini kasıla kasıla anlatır ya, hasta olurum…
27 Aralıkta Davutpaşa Kışlasındaki Otağ-ı Hümayun’un Kültür Sanat Merkezi olarak açılış törenine katılacağımı beynime not etmiştim. O gün beynim sulanmış olmalı, bütün gün ne yapacağımı düşünüp durdum, bir türlü aklıma gelmedi, ta ki akşam haberlerine kadar…
Haberlerde Otağ-ı Hümayun önünde gösteri yapan DİSK yöneticilerinin polis tarafından coplanışı gösteriliyordu. Benim de istediğim tam anlamıyla buydu işte. Yeniden otuz yıl öncesine dönmek… Ağzımın burnumun dağılması… Sırtıma koca bir lobut yemek… Oh, düşünmesi bile bir hoş! Kulunçlarıma ne iyi gelecekti Allah bilir! Mazoşist mi oluyorum ne!
Otağ-ı Hümayun’un da içinde bulunduğu Davutpaşa Kışlası 12 Eylül döneminin işkencehanesi idi. Aralarında benim de bulunduğum 70-80 genç devrimci, ağustos 1980’de, bu bin kişilik cezaevinde yapılan insanlık ötesi bir operasyonla tecrit koğuşlarına kapatılmıştık. Bedenlerimizde ten rengi tek bölüm kalmadığını söylersem, sanırım ne tarz bir operasyondan bahsettiğim daha iyi anlaşılır.
Darbe olduktan sonra ise şiddet, insan aklının alacağı boyutları da aştı. Her sabah coplanıyor, dövülüyor, tekmeleniyorduk. Bizden istedikleri şey, erlere komutanım demek, selam durmak, karşılarında hazırolda beklemek. Biliyorduk, bunu yapsak gerisi gelecekti. Diyarbakır’daki gibi insan dışkısı yedirmeye kalkacakları kesindi.
Kısaca, Ahmet Türk’ün Diyarbakır Cezaevi için, “Allah’ım, canımızı al da kurtulalım, diye dua ediyorduk” şeklinde tanımladığı koşulları yaşıyorduk, ama canımızı alması için Allah’a dua etmek ne kelime, inadına yaşamak için direniyorduk. Yaşamalıydık ki, zulme karşı insanlığın onurunu koruyalım…
Onlarsa inatçıydılar… Pişman olduğumuzu söylersek bizi el üstünde saklayacaklarını, otel konforunda yaşatacaklarını bile taahhüt ettiler.
Ancak serde isyankârlık vardı. Saraylarda yaşayıp fareler gibi ömür sürmektense, cehennemde aslanlar gibi başı dik kalmayı yeğliyorduk.
Bunun bedeli her gün dayak yemek… Yiyecek ve su dışında her türlü insani gereksinimden mahrum kalmak… Gazete, radyo, televizyon, mektup gibi tüm iletişim imkânlarını kaybetmek… Ziyaret yasağı cezası almaktı.
Doğrusu buna değiyordu, ama koşullara dayanamayıp pes edenler, nedamet getirenler yüzünden sayımız her geçen gün azalıyordu. 70-80 kişi kapatıldığımız tecritte 35-40 kişi kalmıştık.
Tam o aralar tutuklanan DİSK yöneticileri cezaevine getirildi. İdare onlara o kadar iyi bakıyordu ki, âdeta bir dediklerini iki etmiyordu. İşkence ne kelime, fiske bile yemiyorlardı. Çünkü Avrupa Birliği ve Uluslararası Af Örgütü’nün gözü üzerlerindeydi. Ne de olsa önemli adamlardılar. Bizlerin ise tohumumuza para vermemişlerdi. Öyle diyorlardı.
O insanlık dışı uygulamalarda bir arkadaşımız -İrfan Çelik- hayatını kaybetti. Sesimizi dünyaya duyurmak için tek yol, ziyaretçilerimizi insan hakları örgütleriyle ilişkiye geçirmekti. Ancak ziyaret yasaktı.
Bu durumda, koğuşlarımız arasında sadece yüz metre mesafe olan ve her sabah çığlıklarımızın kulaklarını tırmaladığı DİSK yöneticilerinden sesimizi duymalarını ve duyurmalarını rica ettik. Bazen mahkemeye bazen de hastaneye giderken aynı araçlara konduğumuzdan görüşebiliyorduk.
Ancak DİSK yöneticileri ne iki adım öteden çığlıklarımızı duydu, ne de sesimizi. Dünyanın gözü kulağının üzerlerinde olduğu o dönemde kendilerinden başkasını iplemediler. Bindiğimiz araçlarda, karşılaştığımız koridorlarda bizimle konuşmadılar, bizi görmezden geldiler, hep üç maymunu oynadılar.
Şimdi bakmayın fırtına dindikten sonra kükremelerine… O dönemde nefes almaktan bile korkuyorlar, hemen diplerindeki insanlık dramına sessiz kalıyorlardı. Bunların hepsini <ı>Netekim 12 Eylül’de Geldilerı> adlı kitapta ayrıntısıyla anlattım…
Hey gidi hey! Şimdi ekranlara çıkıp ne işkenceler gördüklerini anlatmıyorlar mı, ifrit oluyorum. Sanıyorlar ki, o dönemdeki bana dokunmayan yılan bin yaşasın tavırlarının tüm şahitleri susacak, ortadan kaybolacak… Biz daha ölmedik, bilesiniz. Sallarken ölçüyü kaçırmayın, palavralarınızı yüzünüze vuracak onlarca şahit var…
Bugün sol tarafımdan kalktım, DİSK’ten başladım, Ahmet Türk’ten çıktım, kırdım, döktüm… Oh be, rahatladım! Yaşasın huysuzluk!