Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Nisan '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Otostopçunun Kuzey İsrail Rehberi

Otostopçunun Kuzey İsrail Rehberi
 

Hermon Dağı - Kayak merkezine kitakse...


İkinci Bölüm

Akşam erken yattığımız için, ertesi sabah normal bir saatte uyandık. Birer duş yapıp, kahvaltıya indik.

“Vay canına, bu kadar zengin bir kahvaltı büfesi beklemiyordum ben.” dedi kocam.
“Bu lezzetli peynirleri burada üretiyorlarsa, giderken biraz alalım bari.” dedim.

Kahvelerimizi bitirip, toparlandıktan sonra, yola çıktık. Bugünkü gezimize Lübnan sınırındaki Metula’dan başlayacaktık. Ben dalgın dalgın haritayı incelerken, kocamın gözü, daha önceden programlamış olduğu navigasyon aletinin ekranına takıldı;

“Metula’ya 9 dakikalık bir yolumuz var!”
“Ne?”
“Haritaya bakınca uzak sanıyor insan her yeri.”
“Ahaha.”

Lüks evleri, bakımlı bahçeleri ve uyuşuk havasıyla Metula, zengin İsrailli turistlerin hafta sonlarını geçirdikleri bir tatil beldesi. Haritada Lübnan’ın içine doğru uzanan bir yarımadaya benziyor. Manzarayı kuşbakışı seyredebileceğiniz bir noktaya çıktığınızda, bir yanınızda Lübnan, diğer yanınızda İsrail, hemen karşınızda da Hermon Dağı ve Golan Tepelerini görüyorsunuz.

Metula’da yapacak fazla birşey olmadığından, daha fazla oyalanmadan tekrar arabaya atladık. Listemizin ikinci sırasında Nimrod Kalesi vardı. Geldiğimiz yoldan geri dönerken, bu yazıya “Otostopçunun Kuzey İsrail Rehberi” (***) adını vermeme neden olan olaylar zinciri başladı.

İsrail’in her yerinde, ama özellikle de toplu taşımanın seyrek ya da düzensiz olduğu bölgelerinde, kadın, erkek, genç, yaşlı, herkes otostop yapıyor. Adi suçun neredeyse hiç olmadığı bir ülkede, kimsenin kimseden korkusu yok. Hatta herkes durumu öylesine kanıksamış ki, yol kenarında duranların, gelen geçen araçlara işaret etmeleri bile gerekmiyor. Sürücüler, durumları uygunsa kendileri durup, aynı yöne giden otostopçuları arabalarına alıyorlar.

Metula’nın çıkışında, patlayacak kadar dolu olduğu uzaktan bile belli olan iki sırt çantasının yanında oturan, biz yaşlarda bir adam gördük. Önünde durduğumuzda, hemen kalkıp, yanımıza koştu;

“Şalom.”
“Şalom, nereye gidiyorsunuz?”
“Kibbutz HaShalom’a. (****) Çamaşırlarımı yıkatmaya.”
“Biz Nimrod Kalesi’ne gidiyoruz.”
“Harika, beni Tel Hai kavşağına bırakabilir misiniz?”
“Tabii.”

Ağır Amerikan aksanının kaynağını sorduğumuzda, Washington D.C.’li olduğunu öğrendiğimiz genç adamla, havadan sudan konuşurken, normalde onu indirmemiz gereken kavşağa geldik. Kocam;

“Bana yolu tarif edersen, seni kibbutza kadar götürelim.” dedi.
“Ciddi misin? Harika olur.” dedi genç adam. “Çantalarım bayağı ağır.”
“Tabii, sorun değil. Bizim acelemiz yok.”
“Teşekkür ederim.”

Günün geri kalanında, buna benzer sahneleri tekrar tekrar yaşadık. An geldi, bir otostopçuyu bıraktığımız noktanın 20 metre ötesinden bir yenisini aldık. En fazla 5-10 dakika süren yolculuklar boyunca, onlarca kez aynı tanışma-havadan sudan konuşma-ayrılma döngüsüne girdik.

“Nerelisiniz?”
“Almanya-Türkiye.”
“Vay. Buralarda ne yapıyorsunuz?”
“Hafta sonu tatilimizi gezerek değerlendiriyoruz.”
“Şey, beni burada bırakabilirsiniz, çok teşekkürler.”
“Birşey değil. Hoşçakal.”

Neyse, eğlenceli bir yolculuktan sonra, ören yerlerini gezerken hep yaptığımız gibi, tam öğlen sıcağında Nimrod Kalesi’ne vardık. Vücudumuzun açıkta kalan bütün bölgelerini 50 faktörlü güneş kremine buladıktan sonra, “Yallah” diyerek, düz duvara tırmanmaya başladık. Kalenin kim tarafından ve ne zaman yaptırıldığına dair iki farklı iddia var. Şam’ı Haçlı saldırılarından korumak amacıyla Eyyubiler tarafından yaptırıldığı savı genellikle daha çok kabul görüyor olsa da, internetten bulabildiğim sınırlı kaynaklarda adları geçen kişiler ve tarihler çelişkili. Sanırım daha ayrıntılı araştırmak lazım.

Tarihi boyunca Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında defalarca el değiştiren kale, 18. yüzyılda yaşanan bir depremde yıkılmış olmasına rağmen, Montfort Kalesi’ne kıyasla çok daha iyi durumda.

Turumuzu bitirip, otoparka döndüğümüzde, hemen yanımıza park etmiş olan üç Belçikalı ile karşılaştık. Laf arasında rehber kitabımızda da adı geçen bir lokantaya gittiklerinden bahsettiler ve keçi peynirlerini öve öve bitiremediler. Kocam;

“Biz Hermon Dağı’na gidiyoruz, ama sanırım dönüşte uğrayabiliriz.” dedi.

Vedalaşıp, yola koyulduk. Bulunduğumuz noktadan, dağa ulaşmak için, Majdal Shams adlı Dürzi kasabasından geçecektik. İsrail’in 1967’de işgal ettiği bu kasabada yaşayan Dürziler ile, Suriye tarafında kalan aileleri arasında yıllar yılı tek haberleşme yolu olan “Haykırış Tepesi” nin (*****) burada olduğunu biliyorduk. İki ülke arasında telefon bağlantısının bile olmadığı bir dönemde, özellikle Cuma ve Cumartesi günleri, tepenin iki yanında toplanan Dürziler megafonlarla birbirlerine bağırıp, dürbünlerle birbirlerini görmeye çalışırlarmış. Günümüzde cep telefonları ve internet sayesinde, bu yöntemi yavaş yavaş terketmeye başlamışlar. Hatta konu ile ilgili olarak, 2004 senesinde Majdal Shams’da geçen “Suriye’li Gelin” diye bir film bile yapılmış.

“Sevgilim, aynı yoldan ikinci defadır geçiyoruz, bulamayacağız.” dedim kocama.
“Rehberde ne diyordu?” diye sordu burnundan soluyarak.
“Kasabanın doğu ucunda, çıkmaz bir sokak. Harika anlatmışlar.”
“Eh, doğuya doğru gidiyoruz işte.”
“Etrafta haykıran insanlar olmadığı sürece, bizim için şu tepenin bu tepeden ne farkı var? Burası Haykırış Tepesi diye turistik işaret koymayacaklarına göre.”
“Homur homur homur.”
“Birilerine soralım.”
“Homur homur homur.”

Annemin tabiriyle “Sarı İnat”ın inadını kıramadığımdan, Majdal Shams’ı son bir kez daha boydan boya geçerek, Haykırış Tepesi’ni görmeden, Hermon Dağı’na doğru yola koyulduk. Tepeye doğru kıvrıla kıvrıla ilerleyen yolu takip ederek, İsrail’in yegâne kayak merkezine vardık. Arabayı otoparka bırakıp, dağın eteğinde, lokantaların, kayak malzemesi vesaire kiralayan dükkânların, telesiyejlerin bulunduğu, ancak o anda kovboy filmlerindeki terkedilmiş kasabalara benzeyen alana doğru yürüdük.

“İşte burası Hermon Dağı.” dedi kocam.
“İnanılmaz, burada kar olduğunu hayal bile edemiyorum.” dedim şaşkınlıkla.
“İsrail’in tek kayak merkezi. Tat tata taaa...”
“Eheh, kayak merkezine kitakse.” diye geçirdim içimden.
“Tepeye tırmanalım mı?” diye sordu kocam.
“Delirdin galiba, bu sıcakta hiç işim olmaz.”
“Sanırım hafta sonlarında telesiyejler çalışıyor.”
“İyi de, bu bilginin şu anda bize faydası yok.”

Geri dönüş yolunda, kocam nihayet Majdal Shams’ın ana caddesi üzerindeki bir lokantanın önünde durdu. Kapıda bir genç üç tekerlekli bir arazi aracının üstüde oturuyor, diğeri de yanında dikilmiş, ona birşeyler anlatıyordu. Hemen camı indirip;

“Merhaba” dedim, “Birşey sorabilir miyiz?”

Ayakta duran genç, gülümseyerek yanımıza geldi.

“Haykırış Tepesi’ni arıyoruz ama bir türlü bulamadık.” dedim.
“Neyi?”
“Haykırış Tepesi’ni. Hani insanlar Suriye’deki aileleriyle oradan haberleşiyorlarmış...”
“Haaaa, anladım.” dedi genç adam. Sonra durdu. Yolu bize nasıl tarif edeceğini hesaplıyor olmalıydı. İşin içinden çıkamayınca, arazi aracında oturan arkadaşına dönüp, Arapça birşeyler söyledi. Beriki, başını sallayarak hemen aracını çalıştırdı. Genç adam bize dönerek;

“Arkadaşımı takip edin.” dedi.
“Çok teşekkür ederiz.” dedim. “Çok çok teşekkür ederiz.”
“Dönüşte soğuk birşeyler içmek ister misiniz?” diye sordu genç adam.
“Dönüşte görüşürüz.” dedi kocam.

Daha önce en az üç kez geçtiğimiz yolda, arazi aracını takip ederek, yine daha önce geçtiğimiz sakin bir sokağa vardık. Araçtaki genç durmamızı işaret etti. Arabadan inip, yanına vardığımızda, karşıdaki tepeyi gösterdi ve akabinde birşey söylememize fırsat bırakmadan gaza basıp gitti.

Bir apartman inşaatının hemen yanındaki boş arazide durup, karşımızdaki manzarayı çözmeye çalıştık. Tepenin üzerinde beyaz bir bina, binanın önünde de, ancak dikkatli bakılınca farkedilen mavi bir bayrak vardı. Kocam;

“Birleşmiş Milletler bayrağı.” dedi.
“Ne aradığını bilmeyince, bulamıyorsun tabii.” diye dalgamı geçtim. İntikamım acı olacaktı. “15 metre ötede durduğumuzu hatırlıyorum da.”
“Tamam, sen haklısın, daha önce de sorabilirdik.” diyerek teslim oldu kocam.

Dönüşte, daha önce konuştuğumuz genç adam bizi lokantanın sahibiyle tanıştırdı. Patron da gülümseyerek, bizi locasına buyur etti. İçeceklerimizi de alıp, sohbet etmeye başladık. Türk olduğumu öğrenince, çok ilgi gösterdiler. Patron bir ara;

“Biz Müslüman değiliz, Dürzi’yiz.” dedi.
“Biliyorum.” dedim ve kendimi yokladım. Adama, “Dürzi olduğunuzu biliyorum ama Dürziliğin ne olduğunu tam bilmiyorum.” diyemedim. Bilmemek ayıp değildi belki, ama o ortamda dini bir sohbet hem benim, hem de kocamın içini bayacaktı. Akabinde laf karıştı, konu değişti. İyi de oldu. Patron;

“Biz artık Suriye vatandaşı değiliz. İsrail vatandaşlığını da bilinçli olarak reddediyoruz. Hepimiz vatansızız.” dedi.
“Çok karmaşık bir durum, değil mi?” dedim.
“O kadar da değil. Hepimizin böyle pasaporta benzeyen “vatansız” kimliklerimiz var. Yurt dışına çıkabiliyoruz. Mesela ben geçen sene Tayland’a bile gittim. Havaalanlarında işlemlerimiz biraz daha uzun sürüyor tabii.” diyerek güldü Patron. O anda cep telefonu çaldı. Kısa bir konuşmadan sonra, gitmesi gerektiğini söyleyerek, ayağa kalktı. El sıkışıp, vedalaştık. Patron, genç adama Arapça birşeyler söyleyip, gitti.

İçeceklerimiz bitip, kalkma vakti geldiğinde, kocam genç adama;

“Borcumuz ne kadar?” diye sordu.
“Onlar bizim ikramımız.” dedi genç adam. Böyle birşey olacağını tahmin etmiştim. Tekrar tekrar teşekkür edip, lokantadan ayrıldık.

(Devam edecek...)

 

(***) Otostopçunun Galaksi Rehberi’nin yazarı Douglas Adams’ın anısına saygıyla.

(****) İsmi hatırlayamadığım için, uydurdum.

(*****) İng. “Shouting Hill”, Türkçe’ye halihazırda başka bir biçimde çevrilmiş de olabilir, ben bulamadım.

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..