Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Aralık '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (otuz altıncı bölüm- devam edecek)

Öykülerle yolculuk  (otuz altıncı bölüm- devam edecek)
 

Öykü demeti


“Yerin boş duruyo, biz kendi işimize bakam. Yalnız az dıkkatlı olam, muhtar son zaman çok azıddı” deyip. Muhtarın Valiye ettiğini, sonraki yaptıklarını anlatmış. Ve ağılda birlikte yaşamaya başlamışlar.


Ali dayı yine soluklandı, sonra “aradan çok geçmedi, bizim arkıdeşin dedi oldu” dedi.


27 Mayıs ihtilali olmuş. Tabi muhtarı, adamlarını tutuklamışlar.


Ali dayıgile gün doğmuş. “Yalınız muhtarın valiyi çağırdığı sırada yanında olan jandarma gomutanı o işi içine atıgomuş. İhtilal olunca doğru bizim kasıbaya geldi. Muhtarı eşek urganıyla dört elli etti. Isparta hapisanesine kapadıla. Orda epey galdı. Sona salıvedile. Emme odan keri guyru gulağı düşürdü. Kimsenin yüzüne bakımadı. Zaten çok yaşımadı ölüp gitti” dedi.


Devam etti “İnsan bi iyiliğile, bi de kötülüğüle anılır. Bu adama rahmet okuyan heç olmadı” diye açıkladı.


Bu arada ihtilalden sonra şehirde tanıdık bir CHP milletvekiline Nasip’in durumunu anlatmış. O milletvekili Nasip’i arkasına takıp Anakara’ya götürmüş. Nasip’in askerdeyken yüzbaşı vurması affedilmiş. Kalan askerliği için de rapor alınıp teskeresi verilmiş.


Nasip gelmiş; işlerinin halledildiğini söylemiş vedalaşmışlar çekip gitmiş.


Ali dayı bir daha Nasip’i görmemiş. Bunları anlattıktan sonra oğluna baktı “bizim zevzeğin eşkıya dediği işde o esger arkıdeşi Nasip” dedi. Yorulmuştu.


O sıra Hastafendi de çok yorgundu. Yeniden yaşama dönüşte epey efor harcamıştı. Eniştesi doktorun deyimiyle “resetlenmiş” olmanın yorgunluğu vardı.


Ali dayının anlattığı asker arkadaşı Nasip’le yaşadıklarını, çobanlık yaparken yaşadıklarını anlatırkenki ifadesi çok tatlıydı.


Hele “bu arada “bizim çocukla peşepeşe doğmuya başladı” demesi…


Dile kolay dört oğlan, dört kız sekiz çocuk. Bunlar için, bunlarla birlikte verilen yaşam kavgası. Hiç okuma yazma bilmeyen cahil bir insanın yaşam öyküsü de ilginçtir mutlaka.


Bunlar aklından geçti. O böyle insanlara her zaman çok değer verirdi.


Sıradan, ama sıra dışı öyküsü olan; yaşamları hep mucizelerle dolu insanlar. Görmesini bilen mutlaka görecektir onları.


Onlar öylesine yaşanmış hayatlardır ki; bunun hiç hesabı kitabı olmaz. İçinde yaşadıkları zorluklarla nasıl başa çıkmışlar, bu sırada neler yaşamışlar ‘örneğin bir çoban sekiz çocuk yapmayı nasıl göze alır? O çocuklar doğdukça neler düşünür? Nasıl geçimlerini sağlar? Sevinçleri, mutlulukları nelerdir? Nelerden kaygılanır? Nelere tasalanır? Nelerden korkar? Nelere umursamazlar?’


Düşünün seksen yedi koca yıl nasıl yaşandıysa yaşanmış. Ama hala hayata sımsıkı bağlı; hasta yatağında Paris’teki parlamentonun kararına ilgili… Yalnız ülkesinde değil, ülkesinin dışındaki olaylara da doğru yanlış kafa yoran; yormaya çalışan ilgilenen bir ihtiyar.


Birçokları onları yok sayar, küçümser. Ama onları küçük görenler ‘ne yaşamı? Ne de kendini? Kendi hadlerini bilmeyen insanlardır’ Eğer küçümsediği o insanların hayatını bir şekilde aynı biçimde yaşamak zorunda kalsa hepsinin feleği şaşar.


Çok bilinen ve kullanılan ifade ile hepsi strese girer, belki kafayı üşütürler.


Bazısı da onları hiç tanımadan tanıdığını zannedip, onlar hakkında ahkam keserler.


Hastafendi bütün yaşamı süresince hep bu insanların farkına varmaya, onları anlamaya çalıştı. Bunu yaparken onlar gibi olmaya da çalışmadı. Çünkü onlar gibi olamayacağını biliyordu. Bu bilinçle onlarla var olan bu farkının farkına varırken, onların da farkına varmayı becerdi.


Öyle insanlar tanıdı ki? Hepsi farklı yaşamlar içinde, farklı inanç ve farklı kültürde farklı yaşamları yaşayan insanlardı.


Onlarla sıkı dostluklar kurdu. Onların sırlarına girmeyi başardı.


Yani onlara ‘yaban’ kalmadan, ama onlardan biri olmadığını da hiç saklamadan onların onu kendilerinden sayması gibi zor bir işi becerdi. Ama bu ilgisini, yani onlara duyduğu ilgiyi de onlara hiç fark ettirmedi. Bunun için özel bir çaba da harcamadı. Sonunda kendini onlara onlardanmış gibi kabul ettirdi.


Zaten o insanlara özel maksatla yaklaşıp veya niçin yaklaştığını öne çıkarıp, bunu doğallığın dışında bir gayretkeşliğe dönüştürürsen onları hiç tanıyamazsın.


O zaman onlar sana kendilerini hiç tanıtmazlar. Bunu da çok ustaca yaparlar. O sırada karşısındakiyle adeta dalga bile geçerler.


Onların bu özelliklerini bilmeyenlerin onları anlama ve kendilerini onlara anlatma çabaları hep boşunadır ama bunu da çok geç fark ederler.


Belli bir zaman sonra geçmişte yaşadıklarını yazmaya karar verince de işe bu farklı yaşanmışlıklardan başlamayı düşündü.


Ali dayı bu insanlardan biriydi. Hastafendi o sıra hastanedeyken böyle biriyle karşılaştığı için çok keyiflenmiş; şimdi yeri gelince ondan kısa bir anekdot paylaşmıştı.

Denk gelirse yine Ali dayıya döneriz. Çünkü adı üzerinde 'yolculuk' bu. Ucu belli olmayan bir yolculuk. Yaşamdan görüp fark ettiklerimiz bizi hangi limanlara götürüse oralarda eyleşip orlardaki insan öykülerinde gezineceğiz.


Siz de eğer bu tür yerlerde; yani hastane veya hapishane gibi yerlerde kaldıysanız bilirsiniz. Böylesi dost insanlar varsa ve onlarla ilişki kurabilirseniz; onlar içinizdeki ağıyı alır, acınızı azaltır.


Hele hastanelerdeyseniz öylelerini çok ararsınız. Yoksa vakit geçirmezsiniz.


Çok şükür onun bilumum böylesi hanelerde kalma deneyimi vardı. O deneyimle oralarda böyle biriyle karşılaştığı zaman önce karşılaştığı kişiyi gözlerdi.


Yıllarca yaşadıklarının kazandırdığı deneyimden biliyordu; bunların hepsinin çok farklı özellikleri vardır. Bazısı çok çekilmezdir. Çıkarcıdır veya zor birdir. Genellikle de cahildirler. Ancak hepsinin müthiş hayat deneyimi vardır. Farkına vardırmadan sizi kullanan, sizden tıpkı bir sülük gibi yararlanmaya çalışanlar olur. Genelde yufka yürekli gibi gözükürler, ama içlerinde çok insafsız olanları vardır.


O bunları düşünürken epey yorulmuş; artık hiçbir şey düşünmeden uyumak istiyordu.


Ama yatarken Çoban Ali dayının sevecen bir dille anlattıkları aklına gelince içini farklı bir duygu kaplamış; epey bir süre gözleri kapalı olmasına rağmen uyuyamıyordu.


Bu sırada eşi yemeği yapmış, yanına uzanmıştı.


Onun uyumadığını görünce; “ne biçim insansın sen. Ne uyuduğun belli, ne uyanık olduğun… Az önce kapıdan baktım, gözlerini tavana dikmiş kendi kendine bir şeyler konuşup, gülümsüyordun. Gidip yemeğin altını kapatıp döndüm, uyuyor sandım; yanına usulca uzandım. Baktım uyanmışsın” dedi.


Hastafendi ona aklına gelenleri söyleyecekti, üşendi. Tavana bakmaya devam etti.
Onun bu hallerine eşi de alışmıştı. O nedenle konuşmak için üstelemedi.


Bir süre sessizce tavana bakıştılar.


Hastafendi “Temur efendiyi ne yaptılar acaba?” dedi. Eşi anlamamıştı “o kim?” diye baktı. Hastafendi “onu nereye gömdüler acaba?” dedi. Eşi daha şaşırmıştı “kimi gömdüler?” diye sordu. O eşinin sorusunu duymamıştı bile “inşallah köyüne götürmüşlerdir” dedikten sonra eşine “beni mutlaka doğduğum yere gömeceksiniz değil mi?” dedi.


Kadın şaşırmış ve korkmuştu. “Sen ne diyorsun? Ne ölmesi, ne gömmesi?” diye korkunun verdiği şaşkınlıkla sordu.


O her zamanki sakinliğiyle “ne şaşırdın. Temur efendiyi diyorum. Acaba çocukları onu köyün götürüp gömdüler mi diye aklıma takılınca kendimi düşündüm. Hani size hep diyorum ya; ölünce köyüme gömün diye. Onu söylüyordum” dedi.


Eşi çok üzülmüştü. “Ölümü nereden aklına getirdin. Maşallah iyisin. Ne ölümü?” dedi. Bu sırada ondan taraf dönmüş, üzüntüyle bakıyordu.


Hastafendi “ne üzülüyorsun. Ben öleceğim demedim ki. Hani ölünce dedim” dedi, ama eşinin üzüntüsünü giderememişti. “Hadi hadi kalk yemeği hazırla. Az sonra kız gelir. Sen benim böyle abukluklarıma bakma. Yata yata kafam karıştı dedi” Eşi biraz rahatlamıştı, kalktı yemeği hazırlamak için çıktı.


Hastafendi onun arkasından bakarken “dert benim. Bir de bunları teselli etmek zorunda kalıyorum. En zoru burası” diye mırıldanıyordu.


Bu sırada trende Temur efendinin İstanbul yolculuğu aklına geldi.


Hayalindeki o yolculuk sırasında sanki o da trendeymiş gibi düşleyerek içinden geçiriyordu.


Tren de İstanbul’a yakınlaşmıştı. Gece boyunca kompartımandan ve koridordan uyuyan insanların homurtuyla karışık horlama sesleri geliyordu.


Temur efendi ne kadar uğraşsa da uyuyamamıştı. Aklında gittiği İstanbul vardı. Birol’un anlattığına göre çok büyükmüş. Her tarafında deniz varmış.


Temur efendi hiç deniz görmemişti. Denizi merak ediyordu. Bir de ara sıra “ya Birol’u bulamazsam? Ya yazdığı gibi davranmazsa?” soruları aklına geliyor, hemen bu soruları akıldan siliyordu. Çünkü Birol’le yirmi dört ay beraber askerlik yapmışlardı. O sürede hiç yanlış davranışı olmamıştı ki. Çok mert bir arkadaştı. Onun kendisini kardeşi gibi karşılayacağına emindi.


Karşısındaki adam da uyuyordu. Ona şoför olduğunu söylemişti. O da “o zaman İstanbul’da kolay iş bulursun. Eğer arkadaşı bulamazsan gel beni bul” diye adres vermişti. Adres Haydarpaşa limanında bir nakliye şirketinin adresiydi. Ona Anadolu’ya kamyonlarla mal sevk edildiğini. Ona o kamyonlarda iş bulabileceğini söylemişti. Şimdi horul horul uyuyordu.


Anası öldüğü için işinden izin alıp köyüne gelen adam da İstanbul’la iş için giden köylülere iş bulma sözü vermişti.

 

 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..