Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Aralık '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk(otuz yedinci bölüm- devam edecek)

Öykülerle yolculuk(otuz yedinci bölüm- devam edecek)
 

Öykü demeti


Ama Temur Efendi bir ara koridora çıkınca o adamın öteki kompartımanlarda başka köylülerle de konuşup onlara bir şeyler söylediğini görmüş, adamı hiç gözü tutmamıştı.
 
Bunları düşünürken camdan hafiften ağaran günün aydınlattığı yerlere bakıyordu. Oralara bakarken köyünden çok uzaklarda olduğu aklına gelmiş, içine bir gariplik çökmüştü.
 
“Anam babam ne yapıyorlar acaba?” diye düşündü. Kız kardeşi küçük oğlan kardeşi aklına geldi. Şimdiden onları özlemişti. Ama gidip iş bulup çalışmak zorundaydı. Çünkü köyde ekip dikecek fazla tarlaları yoktu.
 
Eğer İstanbul’da iş bulup para kazanırsa onlara da gönderecekti. Çünkü babası oldukça yaşlanmıştı. Anası da öyle… Kız kardeşi nişanlıydı. Bugün yarın evlenip giderdi. Evde anası, babası, küçük kardeşi kalacaktı. Kardeşi babasına yardım etse de henüz küçüktü. Onun için Temur efendi para kazanıp onlara yardım etmesi gerekiyordu.
 
Bu aklına gelince biraz daha hırslandı. İçinden “bekle beni İstanbul ben geliyorum” derken dişlerini sıkıyordu.
 
Az sonra yavaş yavaş herkes uyandı. Uyananların ilk yaptığı şey sigaralarını yakmak oldu. Kısa sürede kompartıman ‘sanki sis basmış gibi’ göz gözü hale bürünmüş öksürük sesleri de ortalığı kaplamıştı.
 
Herkes öksüre öksüre sigarasını içiyordu. Az sonra öksürük sesleri kesildi. Herkes uyku sersemliğiyle birbirine “daha ne kadar gideceğiz?” der gibi bakıyordu. Anasının ölümü nedeniyle köyüne giden işçi “öğleye İstanbul’a varırız” deyince kompartımanda bir sevinç dalgası dolaştı. Hepsi de hayal ettikleri hedefe ‘nihayet’ varacak olmanın sevinci ve heyecanı içindeydi.
 
‘Hedef’; herkesin bin bir düş ve umutla varmayı düşündükleri yer. “Taşı toprağı altın” denen İstanbul.
 
Oraya ilk gidenler için bir bilinmezlik; bir muamma; bir umut şehri…
 
‘Kim bilir?’ onları o şehirde neler bekliyordu?
 
Şimdiden kim bilebilirdi ki?
 
Herkes kendi açısından haklıydı. İstanbul gerçekten ‘özellikle o yıllar için, hatta şimdi bile’ oraya Anadolu’dan ilk gelen için hep bir ürkü, bir muamma kaynağı olmuştur.
 
Şimdi bu şehre ulaşmak çok kolay; otobüsler, uçak, tren, özel araba gani. Atla arabaya en uzak yerden geliş en fazla otuz beş otuz altı, bilemedin kırk saat. Hele uçakla ‘şıppıdak’ varacağın yere varıyorsun.
 
Ama o zaman öyle mi?
 
Otobüs veya özel araba hem ‘var’ hem ‘yok’ gibi.
 
Uçak zaten yok.
 
Eh tren desen; bildiğimiz ‘türküler konu olan’; yani gelip gelmeyeceği; gelse bile kimi nasıl getireceği belli olmayan kara tren.
 
Deniz yolu ulaşımı hemen hiç yok.
 
Elliden sonra bir de yollarda ‘Marsal planı’ gereği ‘tren komünist işi out, karayolu taşımacılığı in’ durumunda olunca; çok az otobüs; daha çok kamyon taşımacılığı var.
 
Tahta kasalı otobüsleri bulan yine şanslı sayılır. Gerçi kamyondan farkları yok; ama yine otobüs otobüstür. En azından kendi başına oturacağın bir yerin var. Arada gitsen bile üstü kapalı. Kışta kıyamette ‘en azından’ ıslanıp üşümezsin.
 
Ama kamyonla yolculuk öyle mi? Şoför mahalli şoförden başka en çok üç bilemedin dört kişi alır. Yolcunun çoğu kamyon kasalarında yüklenmiş sebze kasalarından veya ‘kamyon havyan yüklüyse’ hayvanlardan geri kalan yerde ‘lebaleb’ salkım saçak sıkış depiş sığışırdı.
 
Yani o yıllar ulaşım böyle…
 
O yıllar ‘köyün ardını aştın mı?’ gurbete düşmüş sayılırdın.
 
Birçoğumuz belki bilir veya bilmez.
 
Bizdeki gurbet türkülerinin en uzağa tarifi at arabasıyla en fazla bir günlük yol. Yani “arşın arşın yollar” türküsünü dinleyende iç geçiren uzaklık bu kadardı.
 
Elliden sonra hızlanan ulaşımla mesafeler kısaldı; bu insanların sohbetlerine bile yansıdı.
 
O yıllardan sonra; hele ‘Alamanya işi çıkınca’ köylerde “şindilede ulaşım vesayıt çoğaldı; sonra gidicen yere hemen varıyon; misal sabah kalk. Var üç beş saatlık yolculuğula hava alanına. Ordan hade iki saatte Avrupa’nın en ucunda bul kendini” gibi sohbetlere sıkça rastlanır oldu.
 
O yıllarda başlayan bu İstanbul akını elli yedi elli sekizden sonra çok hızlandı.
 
Anadolu’dan gelenler ‘Avrupa’dan ürktüğü için sanırım’ İstanbul’un Anadolu yakasına; önce Kadıköy, Üsküdar; sonra her yakasına doluştu.
 
İskele ve Haydarpaşa garının önü arkası, yanları, limanın arkasındaki geniş arazi kum gibi Anadolu köylüsü kaynardı.
 
Oralardan toplanan kalabalıklar önlerine düşen işçi simsarlarıyla çalıştırılacakları işyerlerine götürülürdü.
 
Hele elli sekizden itibaren ‘o sıra çıkan İmar yönetmeliğiyle’ İstanbul’un her yeri ‘tarihi doğal değer veya güzellik umursanmadan’ müteahhitlerin yağmasına açıldı.
 
Sürekli akın akın gelen inşaat işçisi, amele, yük boşaltıcı hamal; kısacası ‘ilk denizi gördüklerinde “abov bu ne böyle” deyip ürken korkan İnsanlar Anadolu yakası dolduğu için ‘oraya sığmayınca’ karşıya Avrupa yakasına aktı.
 
İlk vapurlara, kayıklara o sıralar binildi. İlk deniz tutmalar o sıralar yaşandı. Dolmuşu, dolmuşa binmek için sıraya girme ilk yıllarda görüp öğrenildi. Sonra denizi ilk görenlerden kayıkçı, dolmuşa ilk binenlerde şoför olanlar kendilerinden sonra gelenleri oraya buraya taşıdılar.
 
Yani bu şehir gelen her gurbetçiyi önce şaşırtıp, ürkütüp korkuttu; sonra içine alıp yuttu onları.
 
Binbir umutla gelip bu şehirde kaybolan o kadar çok hayatlar oldu ki. Maalesef o hayatları ne edebiyat dünyamıza ne de görsel alana taşıyamadık.  Ya da taşıdıklarımız çok yetersiz kaldı.
 
Oysa günümüzden bakarsak İstanbul şehri elli yıl gibi kısa bir zamanda ön dört milyondan fazla insan hayatının karışıp içinde kaybolduğu bir insanlık destanıdır.
Bana göre ‘ki Hastafendi de aynı düşüncede’ Türkiye’nin öncesini, dününü ve bugününü anlayıp yarına perspektif verebilmek için o insanlık destanının çok iyi bilinmesi gerekiyor. Yani İstanbul’u bilip anlamadan Türkiye’yi bilmek ve anlamak olanaksızdır.
 
Eğer siyaseten bir tıkanıklık varsa; eğer inanç özgürlüğü veya etnik kimlik sorunu gibi veya demokrasi demokratikleşme gibi bütün Türkiye Halkını ilgilendiren bir sorun varsa; emin olun İstanbul’u bilip tanımadan o sorunların hiç biri çözülemez. Ve o sorunların tamamı bu şehre doluşan farklı illerden gelen farklı inanç ve etnik kimlikteki milyonların yaşam öykülerinde gizlidir.
 
Çünkü Anadolu yakasının Florya sahil hattından başlayıp bütün Anadolu yakasının ve Avrupa yakasının tarihi ve doğal dokusunun yağmalanması o yıllarda başladı ve bu yağmalama sonraki yıllarda bütün İstanbul’ da aldı yürüdü; hala devam ediyor.
 
Çünkü bugünün bilmem ne oğulları veya bilmem ne rezidansını yapanların öncüleri olan mütahitler  ilk o sıralar ortaya çımaya başladı.
 
Bunların kimisi gerçekten inşaat yapa yapa kimi de ‘kolpacılıkla’ bugünlere geldi.
 
Çünkü o sıralar onlar ‘yürü ya kulum’ ‘yollar yürümekle aşılmaz’ diyen ‘devri Süleyman’a denk gelmişlerdi.
 
Örneğin ‘ben de inşaat işçiliği yaparak bu duruma geldim’ diyen Ağaoğlu isminin ortaya çıkışı yıl yetmiş sonrasına denk gelir. Ama ‘işçi değil’ işçi simsarı olarak.
 
Neyse bunları bu öykü yolculuğunda uzun uzun yazacağız. Şimdi genel özet oluyor bunlar.
 
İstanbul’a bu ilk gelen köylülerin içinde ‘gurbeti azaltmak, akşam bir kap sıcak çorba bulmak umudu taşıyanların’ veya buldukları işe güvenenlerin kurmasıyla Ümraniye- Bulgurlu hattında ilk gecekondulaşma başladı.
 
O sıra yapılanlar hakikaten ‘gece kondu’ idi.
 
Bir gecede duvarı tavanı yapılıp sonra yavaş yavaş kapı pencere, para olursa cam takma işleri yapılan evler.
 
Tabi bunların bir odası olur; bazısında bir mutfak gibi bir şeyi olurdu… Kimisi de odanın yanında hem banyo olarak kullanılan ‘hela’ yapmıştı.
 
Ama elektirk, yol, su yoktu. Yani ‘o sıra’ oralara İETT de yoktu.
 
Yollar kışın çamur, bataklıktı. O yıllarda gece işten dönüğünde yolunu bulup evine gidene ‘aşk olsun’ denirdi.
 
İstanbul’un yağmuru, fırtınası eksik olmaz. Gece uyurken bir bakıyorsun ‘hadee! çatı uçmuş, duvarlar üstünde’ sırılsıklam yaşsın.
 
Yapacağın ilk iş sabahı bulmak için daha önce gelip sağlamlaştırıldığı için sağlam kalan komşulara sığınmak olurdu. Ve bilirsin ki; onlar ‘olmaz’ demez. Çünkü sığındığın komşu ya köylü, ya yakın köylerden, ya da akrabadır.
 
Buradan bakınca bunlar; insanca dostça dayanışarak yaşanan yaşamlar o ilk gecekonduların adeta destanı gibidir.
 
İşte bizim anlatmak istediğimiz bu. O gecekondularda destanlaşmış yaşamaları tanımak bilmek; bunun için bunları öyküleştirerek anlatmak.
 
O gecekonduları en iyi, en anlaşıklı ilk yazan Yaşar Kemal’dir. Onun ellilerden altmış ikiye kadar Cumhuriyet gazetesinde muhabirken yaptığı röportajlarında o destanın kısa özlü öyküleri anlatılır.
 
Yaşar Kemal o röportajlarla İstanbul ve bütün Anadolu izlenimlerini ‘Bu diyar baştanbaşa’ adlı dört ciltlik kitabında topladı.
 
Halkı, İstanbul’a akan Anadolu insanını tanıma amacında olanlar için bana göre en iyi kaynak odur.
 
Sait Faik, Orhan Kemal, Haldun Taner ve diğer yazarlar yerleşik veya yerleşen İstanbul’u anlatır. Onların kitabı da İstanbul insanını İstanbul’a yerleşmiş olanı; yani İstanbul’u çok iyi tanıtır.
 
Fabrika işçilerinin, şehrin hayatı onlarda vardır.
 
Bu bilgiyi yazmamızın nedeni; başkalarının bilgisini olduğu gibi aktarmadan önce bilgi vermek için.
 
Öykülerle Yolculukta anlatılan da Hastafendinin o kitaplardan okuduklarından, kendi yaşayıp gördüklerinden kurguladığı düşsel; ama gerçeğe denk düşen öykülerdir.
 
Zaten biz Hastafendiyle bu yola çıkarken bu yolculuğun adını ‘Öykülerle yolculuk’ koysak da; amacımızın daha çok anlatıcılık olduğunu yazmıştık.
 
Herkesin hayal gücü ‘az veya çok’ vardır. Herkes hayal kurar. Ama Hastafendi hayalindekiyle veya hayal ettiğiyle özdeşleşip yaşamayı, yaşatmayı çok sever.
 
Çocukken kafadan sallayıp arkadaşlarına ‘onların hayretten gözleri açık dinlettiği’ hep palavradan ve çok hayali şeylerdi. O arkadaşları sonradan kandırıldıklarını anlayınca ona ‘palavracı’ diye takılmışlardı.
 
Doğru onlar palavraydı. Çünkü hiç bilgi kaynağı yoktu.
 
Ama burada anlatılanların bilgi kaynağı var. O kaynak bilinen gerçek yaşamlardır. İsimler bazen hayali de olsa çoğu öykü bir şekilde yaşanmıştır.
 
Neyse; öykücülüğe soyunurken Temur efendinin yaşamından başlangıç aldığımız o yıllarda; yani ellilerin başında İstanbul’un nüfusu bir milyondan fazla, bir buçuk milyondan az. Net bir sayım sonucu yok; ama bilgiler bu yönde.
 
O yıllar İstanbul Gebze’den çok beride bitiyor.
 
Pendik, Kartal onlar sonraki işler. İstanbul’un köyleri; yani ‘Orta köv’, Arnavut köy, Feriköy, Bakırköy, Çengel köy, ‘Kadı köv’ lafta değil gerçek köy. Geçmişten miras kalan İstanbul köyü…  Tarihi dokusu, Bizans ve Osmanlı yapıları ile ‘burcu burcu’ tarih kokan köyler.
 
O yıllarda İstanbul Avrupa yakasında Bakırköy’de bitiyor. Tarabya marabya yok. Sarıyer ayrı bir balıkçı kasabası…
 
Şimdilerin Menekşe semti o sıra bir balıkçı köyü. Onu kuranlar Karadeniz’den gelenler. İşleri balıkçılık…
 
Yani İstanbul o yıllardan bugün on altı milyon olan metropole atmış senede döndü.
 
Önce yavaş yavaş yetmişlerin başında nüfus iki milyon beş yüz bin civarına
yükseldi. Yetmişlerden sonraysa artan yağmayla nüfus artışı birlikte atağa kalktı.
 
Örneğin Şirinevler falan yetmişlerin başında hiç yok. İlk olarak Saadettin Tantan’ın Beyoğlun’daki randevuevlerini dağıtmasıyla randevu evleri Şirinevler denen yere taşındı. İstanbul’un hafızasında ilk öyle oluştu Şirinevler.
 
Avcılar denen yer tarım arazisi. Kumburgaz’a kadar Avcılar ovasında bina olarak bir iki fabrika var o kadar.
 
Yani atmıştan itibaren on iki senede bir milyon zor artan şehir ondan sonraki kırk yılda on dört milyon artmış.
 
Biz bu öykü yolculuğunda o süreci, İstanbul’dan ellilerin başında başlayıp, hızlanan yük trafiğinde kamyonlarda şoförleri, İstanbul’un kuruluşunda ter döken sonra bir yerlerden ölümüne yer kapmaya çalışan insanları, gecekondu kavgalarını anlatacağız. Bu süreçte toplumsal soysuzlaşma, mafyalaşma, altı yedi Eylül olayları, değişen toplumsal yapıdaki tepkiler, ilk üniversiteliler, yirmi yedi Mayıs’a giden ve sonrası süreci anlatmaya uğraşacağız.
 
6-7 Eylül olayları, 27 Mayıs askeri darbeye gidiş, o sıra ilk işçi eylemleri ilk direniş ve grevler, on beş on altı Haziran, altmış sekizden sonra İstanbul, gençlik vb bütün yaşamlardan anlatımlarla bu yolculuk devam edecek.
 
Bunu yaparken ‘öykü yolculuğunu’ veya ‘anlatıcılığı’ hiç bozmadan yapacağız. Bir siyasi görüşün propogandası değil amacımız. Bu bir süreç… O süreç içinde İstanbul’da ve oraya göçenlerle bağı olan Anadolu’da yaşayan insanların öyküleri olacak.
 
O insan öyküleri hep öyle masum, kahraman veya mağdur insanın değil elbet.
 
Çünkü o süreç içinde çalışan, çalan, çırpan, yiyen için, haksızlık yapan ve ona karşı çıkan; karşı çıkarken mücadele eden; yani toplum içinde farklı farklı özelliklerde bazen kesişen, bazen ayrışan insanın öykülerini barındırıyor.  
 
Yani biz ‘o hayatların yaşanarak bu günlere gelindiğini’ düşünüyoruz.
 
Bizim amacımız bu öykü yolculuğunu hiç yansız sunmak.
 
Ancak bu şekilde anlatılanın, kimin anlatıldığının? Bu anlatımda hangi düşüncenin öne çıktığının? Hangi düşüncenin gerilediğinin kendiliğinden ortaya çıkacağını düşünüyoruz. Yani amacımız İstanbul özelindeki öykülerden yola çıkarak toplumsal panoramanın bir resmini vermek.
 
“Peki bu zor işi becerebilecek miyiz?”
 
Bu soruyu kendimize sorduk. Daha doğrusu Hastafendi kendine sordu; dosdoğru anlatıcı olarak kalabilirsem ve bu yolculuğa katılan öykü yolcuları ‘bu yolculuğu anladıkça’ katkı sağlarsa ‘pek ala’ başarılı olabilir diye düşündü.
 
Ama bir Hastafendi ‘yanında bir onun anatıcı kişiliği olarak ben’ tek başımıza kendi dağarcığımızla kalsak da başaracağız.
 
Hastafendi öyle dedi. Ben de onun anlatıcısı olarak ‘ona güvenip’ birlikte yanında yola çıktık.
 
Bu sırada İstanbul’dan başka Anadolu’da da Temur efendinin kamyonuyla çıkacağımız yol anlatılarında uğramadığımız yer kalmayacak.
 
Yani işimiz çok ve bu zoru başaracağız.
 
Ama bu hafta da bu kadardı... (devam edecek)
 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..