Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

17 Ekim '14

 
Kategori
Öykü
 

Öykülerle yolculuk (yirmi dokuzuncu bölüm)

Öykülerle yolculuk  (yirmi dokuzuncu bölüm)
 

Öykü demeti


Birincisi ‘Bağdat Caddesinde inşaatlar yasaklandıysa Remzi usta o inşaatlara nasıl devam etmişti? İkincisi hep Remzi ustayla mı çalışmıştı? Üçüncüsü Fikirtepe’ye üşüşen baykuşlar kimdi? Onlarla ilgili yaşadığı sıkıntılar neydi?’

Bunları sordu…

Dayı güldü. “Bravo gözünden bir şey kaçmıyor” dedi. Ve anlatmaya başladı.

Doğru o yıl Bağdat Caddesi'nde inşaat yasaklanmıştı. Ama Remzi ustanın inşaatını yaptığı yerin sahibi Kadıköy’de Vatan Cephesini kurmuştu. “Bilirsin DP zamanında bir Vatan Cephesi vardı” dedi. Bu cephe elli sekizlerde kurulmuştu. DP ye taraftar kaydediyormuş. O inşaatın sahibi iktidardan torpilli olduğu için inşaatı devam etmiş.

Remzi usta o inşaatı bitirince o adam sayesinde başka semtlerden çok iş almış. Dayı Altmış yedinin sonuna kadar Remzi ustayla devam etmiş. Sonra kendi ekibiyle taşeronluk yapmaya başladıysa da Remzi Usta ölünceye kadar ondan hiç kopmamış.

Fikirtepe’de yaşanan sıkıntılara gelince dayı “onu anlatması uzun sürecek. Sonra denk gelirse anlatırım” dedi.

Kolundaki saate baktı “oo! vakit epey olmuş lafa daldırınca fark etmedik. Başta da dedim ya benim hanım hasta. Hem merak da etmiştir. Ben gideyim. İstersen sonra yine burada buluşuruz laflarız” dedi.

Hastafendi; “olur dayı ben sana telefonu vereyim. Sen de bana ver. Birbirimizi arar müsait olursak buluşur laflarız; ben seni çok sevdim, çok da şey öğrendim” dedi.

Dayı telefon numarasını verirken “estağfurullah yeğen… Sen de beni aldın geçmişime savurdun, o günleri yeniden yaşattın. Ben de bundan çok mutlu oldum” diye cevap verip ayağa kalktı.

Bu arada birbirine telefon numaralarını vermişlerdi.

Dayı garsonu çağırıp çay paralarını vermek isteyince Hastafendi “şimdi olmadı dayı. Sen benim üstüme geldin. Yani benim misafirimsin” deyince dayı güldü “öyle olsun, bir dahaki sefere ben ısmarlarım. Hadi şimdi hoşça kal” dedi.

Hastafendi dayıyı bu şekilde yolcu edip yerine oturduğu sırada telefonu çaldı. Arayan eşiydi. “Sabah erkenden tek başına nereye gittin öyle?” diye sanki hesap soruyordu. Hastafendi eşine ifade verirken aklı hala dayının anlattıklarındaydı…. Telefondan saatine baktı, öğle yakındı. Telefonu eline alıp eşini aradı. Ona “düşündüm, şimdi in çık zor olacak. Sen kahvaltını yap gel” dedi. Eşi “sen kahvaltı yapmadın, ilaçların vardı” deyince de “sen onları al gel. Ben burada simit yedim’ deyip onu ikna ettikten sonra bir çay daha söyledi.

Aklı dayıda gözü karşı sahildeydi. Bu sırada çayı da gelmişti.

Karşıya bakarken aklına yıllar önce İstanbul’a ilk gelişi geldi.

1964 yılıydı. On dört yaşındaydı. Dayısı onu kuleli ve bahriye lisesi sınavına getirmişti.

Sirkeci’de bir otelde kalmışlardı. Otel’in adı Isparta Burdur Oteliydi. O sıralar özellikle Sirkecide Anadolu’dan gelenlerin kaldığı sürüyle otel vardı. Her birinin ismi bir şehir ismiydi. Yanında bir arkadaşı daha vardı. Babası oğlunu dayıma emanet etmişti. İlk günler dayısıyla birlikte kuleli sınavlarına gittiler. Tabi vapurla. O sıralar farklıydı. ‘Yandan çarklı’ dediklerinden…

Bu arada bu tarafa geçince veya Avrupa yakasında dayısı onları bir iki kere plaja götürmüştü. Hastafendi hayatında ilk kez deniz kenarında plaja o sıralar gitmiş; plajda özellikle yaşlı kadınların mayo ile denizi girmesine çok şaşırmıştı.

Bunlar aklına geldi…

Heybeliada’daki bahriye lisesi sınavlarına yine dayısıyla gittiler. İkinci sınavdan önce dayısı ona “siz kendiniz gidebilirmisiniz?” diye sordu. Hastafendi bu soruya sevinerek “tabi dayı gideriz” diye cevap verdi. O sıralar kaçamak sigar içiyordu. Dayısı yanlarında olmadan arkadaşıyla büyükler gibi kendi başlarına gitmek onu çok heyecanlandırmıştı.

Bunları hatırladı…

Sabah dayısı onları vapura bindirirken “kayıp olmayın ha” diye de tembih etmeyi ihmal etmemişti.

O vapuru hatırladı. Yıllar sonra Sezen’in “lüks kamaralarda kimler oturur” şarkısı onu hep o vapur yolculuğunu hatırlatırdı. Çünkü o gün vapura binince yukarı çıkıp bir bölmeden geçtikten tenha olan bir yere oturmuşlar, garsona da iki çay söylemişlerdi. Çayları beklerken biletçi gelip biletlerini sormuş; biletlerini görünce “bu biletler aşağı için. Burası lüks kamara” demişti. Hastafendi bozulan keyiflere canı sıkılıp biletçiye “bilmiyorduk abi” diye cevap vermişti.

Sanırım biletçi onarın üzüldüklerini fark edip “fark öderseniz burada oturabilirsiniz” deyince Hastafendi hemen farkı ödeyip ilave biletleri almıştı.

Annesi babasından ayrı ona epey harçlık vermişti. O da yeri geldi mi harcıyordu. Bu özelliği yıllardır devam ediyor.

Yani geldiğinde paraya acımayan, paraya çok değer vermeyen bir özellik…

Belki bu özelliğinden, belki de beceriksizlikten çok da parası olmamıştı ya. O günleri düşünürken bunlar aklına geldi. Umursamadı. Zaten umursasa da vakit çoktan geçmişti. Ve hiç de şikayetçi değildi. Öyle veya böyle onurundan taviz vermeden yaşamış gelmiş ve yaşamaya devam ediyordu.

Bunlar aklına gelince bütün yaşamı sanki film şeridi gibi gözünün önünden akıp gitti.

Garson boşu alırken su söyledi.

Sanırım çok ilaç kullanması bu kuruluğu yapıyor, günde en az iki litre içiyordu.

Garson suyu bırakıp gitti. Hastafendi suyu içerken aklına Çoban Ali dayı geldi.

O Hastafendiyi böyle şişeden içerken görünce “sen de gavallamayı seviyon her hal” demişti.

Ali dayı adı gibi çobandı. Tabi eskiden. Onu geçmişte kaldığı hastane koğuşundan tanımıştı.

Çocukluktan başlayıp askerden sonra da devam eden bir çobanlık hayatı…

Köyün üstünde ağılı varmış. “Epe de guyunum varıdı. Nedcen buba melse… Emme heç şıkatcı değilin. Çobanlık peygamber mesle. Hem geçimi de goley. Dağ yerinde dakım elbise geycek değilsin ya. Evde ne varısa ‘yırtık pırtık’ onu geyesin. Gışın acık zor oluyo emme. Kepinek sağ olsun. Adamı ıscacık duta. Sonam elektirk, su, telefon parası yok. Vesayite para vermeyon. Sonam yeceni, işceni kendin çıkarıyon. En iyisi de temiz hava. Yanim sağlıklı” deyince o dayanamayıp ‘valla Ali dayı öyle bir anlattın ki; bana keşke çoban olsaydım dedirttin’ demişti. Ama Ali dayı yine anlamamış, oğluna bakmıştı.

O da babasının kulağına ‘abi çobalığı çok sevmiş. Keşke ben de çoban oleydim deyo’ diye açıklayınca Ali dayı gevrek gevrek gülmüş ‘sağ olsun. Emme o iş öyle çok goley değil. Hem şindilede dağda bayırda ot galmayıncek çok zoraldı’ demişti.

Çobanlığa askerden gelince de devam etmiş…

“Emme garıyla tek durmeyoz ki. Çocukla pıtı pıtır gemliye başladı’ dedikten sonra yanındaki oğluna bakıp ‘bu dördüncü. Bu doğuncek aldı bene bi tasa. Hadi ben şindiye gada idare edim. Ya bunla ne yecek işcek. Olup olce köyde bi ev, birez de goyun va. ‘Onla bunanra ne yedcek?’ dedim. Irahatımı bozdum. Garıya ‘garı şehre gidiyoz. Bu çocukla burda aç galcek valla. Onnara orda bir iş güç sahabı yapam’ dedim. Garı da ‘eh’ deyincek; biz göçü sardık daldık şehre.

Hana yüzme bilmiden denize dala gibi. ‘Ya yüzcen ya hep barabar boğulup ölcez. Başka çare görimedim” derken Hastafendi onun yüz ifadesine baktı.

İçinden ‘bu yaşlı buruşuk bir yüzdeki kararlı; sanırım bu yaşa gelip çoluğu çocuğu iş güç sahibi yapıp, çoluk çocuğa karışmalarını sağlaması bu kararlılıkla olmuştur’ diye geçirdi.

Hastafendinin yüzüne dikkatli baktığını görünce “ne bakıyon? Şaşırdın demi? Eee hayat böyle. Herkesin bi hayatı va. Kimbilir kim nele yaşıyo, kimse bilmez” dedi.

Hastafendinin edindiği dostlar uzun zamandır hep Ali dayı hastane dostlarıydı. O hastaneleri kendisi için bir yaşam biçimi kabul ettiğinden tedavi süresinde tanıdığı oda arkadaşlarını, tedavisinde yardımcı olan doktor hemşire ve hizmetlileri ailesinden, kendine çok yakın görürdü.

Özellikle üniversite ve araştırma hastanesindeki tıp ve meslek okulu öğrencilerini çok sevmiş, onların birer öğrenci olduğunu ve öğrenmeleri için uygulama yapmaları gerektiğini düşünerek kendine istemeden zaman zaman verdikleri sıkıntıyı hiç abartmadan onlara moral hocalığı yapmayı, yapılan yanlışlıklar için üzülüp kusura bakmayın diye özür dileyen öğrencilere “canınızı sıkmayın çocuklar. Siz böyle yanıla yanıla yanılmamasını öğreneceksiniz, amcanız acılara alışkındır” diye espriyle karşılık onları teselli etmeyi sanki görev bilir; onlar da ona hep saygı ve sevgiyle yaklaşırd.

Bunları aklından geçirirken Ali dayının “evi göçerdim. Heç yüzme bilmiden denize dalar gibi, boğulcen mi demiden daldım şehrin göbeğine; çünküm mecbur galdım. Çocukla peş peşe gelincek mecbur galdım” deyişini hatırladı.

Çoban Ali dayı çok ilginç bir kişilikti. Yaşı sekseni epey geçiyor, ama bir genç kadar enerjik, hayata, yaşama duyarlıydı.

Geldiğinin ilk günleriydi. Daha yeni yeni tanışıyorlardı.

Dayı yaşı gereği çok az duyuyordu. Oğlu ikisi arasında tercüman gibiydi.

O sıralar laf arasında hoş beş ederken hastalık falan konuşulduğunda Hastafendi “gençlikte de epey sıkıntı çektik tabi. Onun da izleri var” dediğinde dayının oğlu “ne deyo” diye soran babasına “bu da senin gibi siyasetçiymiş” demişti.

Sonra babası için “abi babam burda çalışırken çok girdi işe çıktı. Siyasete de meraklıdır. Hiç okuma yazma bilmez amma hızlı siyasetçidir” deyince şaşırmış “Nasıl?” demişti.

İhtiyar onun sorusunu anlamış gülümseyerek “zamanımız va nasıosa anladırın” demiş, eğilerek “Paris’de ne garar çıktı?” diye sormuştu.

Hastafendi anlamayınca dayının oğlu “bubam Ermeni meselesini soruyo” deyince temelli afallamıştı. Nasıl afallamasın ki? Yaşı sekseni çoktan geçmiş bir ihtiyar. Hastaneye yatmış. Okuma yazma bilmiyor. Paris parlementosunun kararını merak ediyor. “Dayı benim de haberim yok. Yalınız o işde bence Ermeniler az haklı gibi” diye cevap verişini anlamayıp; ‘ne diyor’ diye sorar gibi oğlu babasının kulağına eğilip “abi bilmiyomuş. O işde Ermenile azıcık haklı diyo” demişti.

Bunlar aklına geldi. İhtiyarın “anlıyorum” der gibi başını sallayışı gözünün önünde belirdi.

Sohbet öyle başlamıştı…

Dayı ona “hep o puşt Amerikanın işi” demiş, ABD’nin bölgeyi karıştırdığını söylemiş; Arap baharı diye bir fırıldak çıkardığını Arapları temelli “patenti” alacağını, Libya’da Kaddafi’ye buyur buyur edip şehirlerinde çadır kurdururken, işlerine gelmeyince “depesine” bindiklerini söylemişti.

Sonra Irak ve İran’ın yedi yıl süren savaş için “hep Amerikan’ın, İngiliz’in barmağı var” demiş. “Bi ona bi ona silah satıp duduşdurdula, sona henk baktıla. Saddam Amerika'nın adamıydı, Kuvey'te önce gir dedi, sona neyi girdin dedi. Bişelere bahane edip depesine bindi. Bu Arapla da incir çekirdene gatcek akıl yok. Amerika, İngiliz bunlan petrole gözünü dikmiş, bu dangılagları hep gullanıyo. Osmanlı zamanında gandırıp bizi arkıdan vurdurdula” diye anlattıkça Hastafendi şaşkın öyle dinliyordu. 

Bunlar aklına geldi…

Gerçekten çok ilginçti… Seksen yedi yaşında okuma yazma bilmeyen bir adam bunları söylemişti.

Sonra “şindi sıra bizi geldi. Bizim de durum kötü. Bu kürtle bizim başımıza bela olcek” dediğinde Hastafendi “nasıl bela olacak?” deyince oğluna dönmüştü.

O da kulağına eğilip “nasıl diyo” dediğinde ihtiyar “nasıl olcek, her gün bi şehit, her gün bi şehit. Olmaz böle. Depelene bincek” diye cevap vermişti.

Bunlar notlarında da vardı. O notlara defalarca bakmıştı. Çünkü gerçekten ilginç notları vardı.

Bu da onlardan biriydi. (devam edecek)
 

 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara