Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Haziran '08

 
Kategori
Deneme
 

Öylesine hayatın gerçeği

Öylesine hayatın gerçeği
 

işte gerçek... Hepizin doğruları,gerçekleri vardır. Peki onların değişme şansı olmayan gerçekleri...


Her zaman ki gibi bir gündü… Önce sabah yan komşumla tartışmıştım. Sonra işe giderken, yola atlayan çocuklara arabamın camından bağırmıştım. İşe vardığımdaysa yardımcıma her zaman ki gibi boş yere çıkıştım. Oysa beni ondan başka çeken yoktu, o da çocuklarına bakmak için beni çekmek zorundaydı. Dün, önceki gün, daha da önce ki gün; hep aynıydı, yarınım da büyük ihtimalle aynı olacaktı. Ama bugün… Bugünü benim için diğer günlerden farklı kılan ise sadece bugünün geçmişteki yeriydi. Uzun yıllar sonra ilk kez bugün geçmişi düşündüm. Sebep neydi?

Geçmiş ya da gelecek gibi zaman kavramlarını beynimden sildiğimi düşünürken, birden onu görmüştüm televizyonda. Bunca yıl sonra yine birini kurtarıyor, bir başkasının hayallerini süslemeye devam ediyordu. Oysa onunla ilk karşılaştığımız da ben de hastaydım. Belki de en kötü durumdakiler biri olduğum için beni seçmişti. Evet, en kötülerden biriydim. “Neden ben?” sorusunu o zamanlar kendime sorduğumda büyük bir çelişkiye giriyor ve cevabı bulamadığım için kendimi kaybediyordum. Kaybediyordum; çünkü bende o durumdaki pek çok kişi gibi karamsardım. Sanki bir suç işlemişim gibi dört duvar arasındaydım ve bir ömür bu durumda kalacakmışım gibi geliyordu bana. Aslında ömür müydü bu yoksa ölüm mü benim için, yaşarken ölmekti… Şimdi bir evim, bir arabam varken, o zamanlar yıkıntı bir evde kirada oturmaktaydık. Hayat benim için sadece penceremden gördüğüm gökyüzü, sokakta ki çocukların sesleri ve ayda birkaç kez gördüğüm bahçemizle sınırlıydı. Benim bildiğim tek teknoloji komşuda arada bir duyduğum gramofon sesiydi. Kimdi o şarkıcı? Ne o zamanlar biliyordum bunu ne de şimdi biliyorum. Tek bildiğim tedavim de ve öncesin de bana huzur veren nadir seslerdendi.

Ben sadece bir kez bile sokağa çıkmadım o durumdayken; ama bugün gördüğüm o çocuk… O çocuğun hastalığı… Beni geçmişe götürmüş adeta o zamanları tekrar tekrar yaşatmıştı! Annem, babam, ablam nasılda çırpınmışlardı benim için o günlerde. O çocuğun da eminim ailesi kuş gibi çırpınıyordur şimdi… Ben şu anda iyiydim ve mutluydum. Belki o çocuk ta mutlu olacaktı ama onun ödeyeceği bedel neydi acaba?... Geleceği mi, mutluluğu mu, geçmişi mi yoksa tüm hayatımıydı.

Eve geldiğim de yıllardır açmadığım hatıra defterimi açtığımda gözüme ilk hastalık günlerinde yazdığım sayfalar ve o sayfalardaki feryatlar ilişti. Henüz kader nedir bilmeyen yaşta “Üzülme, kader de varmış. Buda geçer.” deniliyor. Oysa o durumdaki birisi avutulmak istemez; çünkü yaşı kaç olursa olsun bilir ki sonu büyük ihtimalle hüzünle bitecektir ve kendini buna hazırlamazsa sonucu kaldıramayacaktır. En azından sonucun bedelini çekmek istemeyenler bu yüzden kendilerini en kötüye hazırlarlar. En kötüye… Eğer hastalık iyi sonuçlanırsa o zaman yükü hafiler ama kötü sonuçlanması halinde hastayı daha da kötü günler beklemektedir ve hasta kendini buna alıştırmamışsa o zaman kıyamet kopar…

Tüm bu satırları rahatlıkla yazıyorum; çünkü az öncede dediğim gibi ben de yaşadım ölümü. Ölmeden önceki güneşi bende gördüm. O güneş… Tüm hayatımızı teleskop başında geçirsek yine de göremeyeceğimiz kadar uzak, üst üste en etkili onlarca güneş gözlüğünü taksak yinede bakamayacağımız kadar parlak… Ben o güneşi ilk kez görüşümden sonra tam iki gün komada yatmışım. Yatmışım ya, farkın da bile değildim çünkü güneşin ışığı gözlerimi açmamı engelliyordu. Beni seven herkes hastane koridorlarında uyanmamı beklerken ben güneşin batmasını istiyordum. Bir ara dudaklarımdan; “ışık” kelimesini duymuş hemşireler ve ışıktan rahatsız olduğumu sanmışlar. Evet, doğru güneş beni rahatsız ediyordu. Üstelik; artık sadece ışığı ile değil ısıyla da beni tehdit etmekteydi. Ama; odanın ışığı kapandığında, ben kendimi asıl o zaman kaybettim. O ışık sanki sizi sevenlerin dualarıyla yanıyor sanırsınız. Işığın bilinmediği devire karanlık devir denilir ya tarihte, insanın yatağa düştüğü bu devir de hayatının en karanlık devridir işte…Ben henüz küçük bir çocuk olduğum için o zamanlar doktorlar bünyemin güçlü olduğuyla ilgili avutmuş ailemi. Aslında pek avutmakta denemez çünkü, onlar da benim kurtulacağıma inanmışlar. Benim durumumdan bin beter durumdakiler kurtulmuş, söylediklerine göre. Bu gün bu kadarlık geçmişi anmanın yeterli olduğunu düşünerek günlüğümü kapatırken aklımdan, “Bir dahaki açışım kim bilir ne zaman olur?” diye geçirdim… Aslında tahmin ediyordum, bu satırları okuduktan sonra en fazla birkaç ay dayanabilirim diye fakat; yarın… Yarın olduğun da kendimi günlüğü açmamak için öyle zor tuttum ki. Neden bilmiyorum bunca yıl sonra o satırlar tekrar beni çekiyor, sayfalar çevrilmek istiyordu. Ben bu satırlara ilk başladığım günler de hastalığımı yeni öğrenmiştim. Ailem benden aylar öncesinden biliyordu gerçeği. Yo, onlara kızgın değilim. Onlar beni düşündüler, çünkü ben bunu onlarla birlikte öğrenseydim belki de şuanda bulunduğum konum da olmazdım. Ben geleceğimi benden zamanın da saklanan sırlara borçluyum.

Aradan bir hafta geçti. Ve ben bu geçen bir hafta içinde adeta kitap okurcasına okudum geçmişimi, film gibi geldi anımsadığım tüm görüntüler gözümün önüne. İşte o görüntülerin git gide artmasıyla ben televizyon da gördüğüm o çocuğu aramaya karar verdim. Çünkü o çocukta bir gelecek hak ediyordu ve geçmiş… O da benim gibi istediğin de geçmişini unutmak istemeliydi, hastalandığı günleri… Aramızda tek fark vardı. O da; bu hastalığın benim için ya yaşamı yada ölümü hedeflemesiydi. Oysa o çocuk, çocukluğunun olmasa gelecekte hayatının kabusu olacaktı. Hayatının şimdiden kabusa dönüşmesiyse ayrı bir cehennemdi onun için. Bu yüzden onu bulmalı, teşhis etmeli ve kurtarmalıydım. Beni sevindiren doktorlardan zorla defterime bir şeyler yazmalarını “Eğer; ölürsen benim nasıl öldüğümü yazın ama kurtulursam beni nasıl kurtardığınızı…” cümlesiyle istemişim ve yandaki sayfadaysa ameliyata giren her doktorun imzası vardı. Biri tek bir cümle yazmıştı geri kalan hepsi de aynı sayfaya imzalarını atmaya değer bulmuşlardı.

Belki daha güzel bir şey yazamayacakları için belki de; aralarında kararlaştırmışlardı bunu yazmayı. Ama bana yazdıkları o satırlar kim bilir nasıl benim duygularıma tercüme olmuş olacak ki o satırları kesmiş ve günlüğün ilk sayfasına yapıştırmıştım. Belki o zamanlar düşünüldüğün de iyi de yapmıştım ama; şu anda o satırlar da okunan tek kelimeler “… başkaları … sen kendine olan inancını kaybetme. Üstelik bunca… sevginin peşinde… hedeflerini unutma ve pişmanlıklarını…” yazıyordu. Benim bu satırlardan şu anda anladığım pek az şey vardı ki geri kalan kelimelerin mürekkebini neyin sıvaştırdığını hala anlamış değildim. Satırları yapıştırdığım sayfanın karşısındaki sayfa olduğu gibi tertemizken, sıvaşan kelimelerle sanki o çocuğun yüzü çizilmişti. Ben bu yüzden o çocuğa kendimi borçlu hissetmiştim bir bakıma.

Artık yavaş yavaş defterin ortasına gelmiştim ve hala tam anlamıyla iyileştiğim hiçbir yer de yazmıyordu. Bu benim içime büyük bir korku düşürmüştü; çünkü bu günlüğün benim olduğunu bildiğim halde acaba kendime acımaya mı başlamıştım? Bu sorunun cevabını günlerce aradım. Bu sıra da çocuğun görüntüleri yavaş yavaş televizyonlarda azalırken bu konuya olan ilgi de her zaman ki gibi azalıyordu. Neden çocuk görülmediğin de konu unutuluyor, yeni bir yüz ortaya çıktığın da tekrar hatırlanıyordu?

Gerçek hayatta ne azalan çocuk görüntüleriyle birlikte hastalıklarda azalıyor ne de her yen biri hastalandığın da hastalık yoktan yeniden oluşuyordu. Bütün bu hastalıklar ezelden bu yana hep vardı, tedavileri yan etkisiz olarak bulunana kadar da hastalığın sonuçları devam edecekti. Yolda yürürken kafamıza bir tuğla düşmeyeceğini, karşı kıyıya geçmek için kullandığımız köprünün tam da biz köprünün ortasındayken yıkılmayacağını, … kim bilebilir ki. Tüm binaları nihayette insanlar yapıyor, kıyıları da insanlar birleştiriyor… Ama hatalarını kimse ölçmüyor. Oysa yolda yürürken çarptığımız birisinin aslında gerçekte kör olup olmadığına bakmadan “kör müsün be kardeşim” deriz. Yada otobüste en kral koltuğa kurulmuş biri için içimizden omlarca laf söyleriz ve o kişi durağına geldiğin de, otururken görmediğimiz o değnekler gencecik ellere ve kollara dolanır bir anda. Ben de işte bu yüzden suçluyum. Kendimin de yaşadığım bir durumu acaba yıllarca nasıl unutmuş ve gizlemiştim. Şimdi sıra hesap ödemedeydi. Faturası yıllar öncesinden kalan ve artık ödeme günü geç meye başlayan bir hesap… Ödenmediği taktir de ödemeyi beynimden alacak olan bir hesap.

Ben işten izin almaya karar vermiştim ki işlerin yakın zamanda yoğunlaşacağı ile ilgili duyumlar alamaya başladım. Bu duyumlar benim hayatımı cehenneme çevirdi ve ben eğer bu duyumları önemsersem bundan sonra kalan ömrüm son hız monotonluk kulvarında geçecekti. Yo, heyecan falan aramıyorum fakat; arkamdan gelen geçmişin rüzgarı artık canımı fena yakıyordu. Dayanacak halim kalmamıştı! “Bu son!” dedim ve bir ay yoğunluğun geçmesi için bekledim, sabrettim. Şanslıymışım, geçti de. İlk işim yorgunluk nedeniyle izin almak oldu. Fakat, tabi ki amacım bu değildi. Benim tatile çıktığımı sanıyordu herkes. Oysa ben hayatımda çok az yaşadığım fırtınalardan birine hazırlıyordum kendimi. Hem o çocuğun izini sürüyor hem de her gün sadece birkaç sayfa okuyabildiğim günlüğümle geçmişi hatırlıyordum.

Geçmişte çok önemli bulduğum nice anılar artık, belki şimdi değersiz olacağı için belki de şimdi ki anırlımdan pek farkı olmadığı için hafızamdan silinmişti. O sayfalarda benim okuduklarımın dışın da acaba benim unuttuğum daha ne gizemler, hayret verice olaylar, bilinmezlikler saklıydı? Ben kendimi bu satırlarda tekrar bulduğuma artık emindim ki o çocuğu da bulmak mecburiyetindeydim. Çok geçmeden buldum da. Çocuk televizyon da gösterilenlerden daha iyi durum da olsa bile benim yine de içim acımıştı. Çünkü; o çocuğun elleri, ayakları vardı kullana biliyordu ama neden, niçin kullandığını bilmiyordu. Ben o çocuğa ne söylesem boştu. Benim dinlemek istese de dinleyemiyor, söylediklerimi anlamıyordu. Ailesi çaresiz onu zincirler vurmuştu. Bu durum çoğu üst kuruluş tarafından eleştiri ile karşılansa da ailenin karnını doyuracak parası yokken nasıl evlatlarının tedavi ettirmeleri beklenebilirdi ki? Her oturdukları kumar masasında yüzlerce lira yi bir bakıma sokağa atan insanlar neden bu tip durumlarda sadece eleştiride bulunmayı yeterli buluyorlardı? Parlarının yardıma gideceğini öğrendiklerin de neden “Biz parayı sokaktan toplamıyoruz!” diyorlardı.

Çocuğu bulduğumda içim onu televizyonda gördüğümden daha iyi durumda bulmama karşın içim yine de acımıştı. Çünkü, ilk kez benden daha kötü durumda birini bu kadar yakından görmüş ve yine ilk kez onun gözlerindeki korkuya ortak olmuştum. Onun içi bu kadar derinden yanarken neden insanlar anki onun hissettiklerini hissetmiş gibi davranıyorlardı ki? Bu soruyu aylarca peşimde dolaşan yavru bir köpek gibi gezdirdim. Aylar sonra artık kararım kesindi, cevabı bulsam da bulmasam da onun yarasının artık tedavi edilmesi fikrindeydim. Benim böyle bir çıkmaz da olduğumu öğrenen tanınmış bir psikiyatr bana yardım etmek istediğini belirtmiş dostlarıma, benim cevabını aylarca aradığım sorunun cevabını acaba o mu biliyordu? Eğer evrenin sırrı kadar çözümlenebilmiş ve hala çelişkili olan bu sorunun cevabını böylesine kesin biliyorsa neden susmuştu ki? Oysa o ne evrenin sırrını da ne de bu sorumun cevabını bulmam da yardım edecekmiş bana. Sadece onu yakın çevresinin “zavallı” olarak tanımladığı çocuğa belki o da benim gibi duygular beslemiş belki de acımıştı. Eğer, onu iyileştirebilecekse benim için hiç fark etmezdi. O çocuk söylenenleri anlasa, söylenenleri çığlıklarla değil kelimelerle karşılasa, ailesi kendisine zarar vermesinden korkmadan onu yalnız bırakabilse benim için buda yeterdi.

Doktor çocukla tedaviye başlayalı aradan dört yıl üç ay geçti. Doktorun söylediğine göre; “Yolu yavaş yavaş fakat, dikkatli ve kesin adımlarla gitmek daha iyiydi…”. Doktoru dinledikçe sanki günlüğümdeki eksik satırlar zihnimde tamamlanıyor, kelimeler birleşiyordu. Doktorun dediği gibiydi her şey. Çocuğun durumu her geçen gün daha iyiye gidiyordu. Çocuğun söylenenleri anlamadığı her gün yeni bilimlerin ve alanların yardımıyla sağlıklı tedaviler uygulanıyordu. Çocuk televizyona ilk çıktığın dokuz yaşındaydı ve şu anda on dördüne girmişti. Doktorun hemen hemen her gün yaptığı bilgilendirmelerle ailesi daha ümitlenirken çocukta (artık pek çok şeyin farkın olan bir birey olarak) on beşine hastanenin dışında girmek istiyordu.

Yıllar sonra, artık elbette çocuk on beşini geçmişti ve sağlıklı bir birey haline gelmişti. Hemen hemen herkesin dileği gerçekleşirken, ben de çocuğun tedavisi boyunca kaydettiğim tüm sesleri, fotoğrafları ve videoları çocuğunda izniyle ilk belgeselim de kullanıldı. Bu belgesel sadece o çocuğun belgelerinden değil, benim de günlüğümden bazı kesitlerle oluştu. Ve tabi ki doktorum diğer bilinmeyen eserleri. Aslında ben bu belgeseli; “Kim bilir, belki bir başkası da benim gibi izlediği tek bir karenin etkisinde kalır!” diyerek hazırladım. Belki de işe yarar. Bunu kimse bilemez! Gerçekçi olmak gerekirse, bunların işe yaramasını benden daha çok isteyen başkası var, başkaları var. Daha niceleri; o çocuklar, o çocukların aileleri ve o çocukların yaratıcıları, sanatçıları (doktorları)…

Bizim o çocuk demiştim ya, artık iyi. En az benim kadar iyi. Daha geçenler de gördüğümde yine bir muzurluk peşindeydi afacan. Yaşayamadığı çocukluğunun yapamadığı yaramazlığı ile meşguldü…

Onunda izniyle yayınlan bu belgeler yine eleştirilere hedef olurken, sonucunda emin olun en az bir adsız çocuk kurtuldu. Ben, o çocuk, … gibi. Ama unutmayın daha niceleri var…

 
Toplam blog
: 6
: 3289
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

Lise öğrencisiyim. Kalabalık ortamları pek sevmem. Gelecekle ilgili geniş çaplı planlarım vardır hep..