- Kategori
- Sağlıklı Yaşam
Panik atak düşleri

Her düş bir şiirle başlar, / Her şiir bir düşle biter. / Sıkıştı nefesim, daraldı dünyam, / Uzundu ama bitti rüyam, / Hayat yalan bunu diyem, / Gerisini var sen düşün. / Ellerim kapandı, tutmaz oldu, / Ayaklarım kitlendi, gitmez oldu, / Aldığım nefes yetmez oldu, / Gerisini var sen düşün. / Ecel her an kapıda, / Para da yalan, tapu da, / Ben yuttum hapı da, / Gerisini var sen düşün.
Bir sıkıntıyla düşü yarım bıraktığımda saat 02:40’tı. Gece yemeğine kalkılacaktı yine ve ben de somyamda şöyle bir doğruldum, gelip geçer diye düşünerek ne olduğunu tam olarak anlamaya çalıştım. Belki kendi kuruntularım dolayısıyla, dikkatim kalbime yönelikti ama aynı zamanda da nefesimin daraldığını, boğazıma sanki bir plastik topun oturduğunu düşünmeye başlamıştım. Sol kolumda bir halsizlik vardı. Tüm bu düşüncelerin, beni alt etmek üzere olan bir duruma işaret ettiğine karar vererek bir anda soğuk soğuk terlemeye başladım. Aksi gibi babamın arabası da servisteydi ve sanki görünmez düşmanım tam da böyle çaresiz bir anı kollamıştı. Yakından bir taksi çağrılabilirdi ama bizimkileri de bu konuda yormak ve de masrafa sokmak istemiyordum. Ayrıca buna teşebbüs edersem, tanımlayamadığım gizli düşmanın şiddetini daha da arttıracağı hissine kapıldım. Öylece kalıp, onun benle istediği gibi oynamasına müsaade etmeliydim. Yapacağım karşı bir hamleye tepkisi çok sert olabilirdi. Bu kuruntularla geçen zamanın 30 dakika olduğunu, anneme saati sorduğumda anladım. Başımı hafifçe çevirsem duvarda duran saati ben de görebilirdim ama buna bile niyetim yoktu. Gecenin bir saati, tedbirsiz davranarak tuzağa düşmüş, bilmediği bir çıkmaz sokakta, karşısına, korkunç gölgelere sahip düşmanlar çıkmış biri gibi hissediyordum kendimi doğrusu. Gündüz olsa sanki güneş ışığından güç alacaktım. Hayatta hiçbir şey yarım kalmamalıydı. Ama, gecenin bir yarısı, bir düş yarım kalmıştı. Her yarım kalan düş, bitmemiş bir şiir ve her şiir de bir hayattı aslında.
Babam da uyandı. Karşı komşu bayan da gece yemeği için bize gelmişti. Herkes başıma toplanmıştı. Bana güç vermesi gereken bu durum kendimi daha da kötü hissetmeme neden oldu: Durumum hiç de umut verici değildi demek ki millet başıma toplanmıştı, son dakikalarını yaşayan bir hastanın başına toplanılması gibi. Halbuki daha durumun ne olduğu bile belli değildi. Tüm bu düşünsel gelgitler içerisinde, bir yandan da kafamdan, daha önce kalp ve kanserle ilgili okuduğum yazıları ve oradaki belirtileri geçiriyor ve hangisinin ben de olduğuna kesin bir karar vermek istiyordum, sanki bu mümkünmüş gibi. Bir kalp rahatsızlığını kendime daha yakın buluyordum, kolum uyuştuğu, nefes almakta zorlandığım ve göğsümde bir ağrı hissettiğim için. Peki ama bir kalp krizi bu kadar uzun sürmezdi. Demek ki bu sıradan bir kalp krizi değildi, sadece bana özeldi. Hani antrenman yapan boksörlerin kum torbası vardır. Peş peşe yumruk atarlar da zavallı torbanın gıkı bile çıkmaz. İşte o anda ben bu durumda idim. Tek fark, kum torbasının kalp sıkışması ve terleme gibi bir durumu söz konusu değildi. Nefes alma konusunda ise farkımız yoktu çünkü ben de nefes alamıyordum, en azından alamadığımı sanıyordum rahat rahat.
Bunca yıl rahat yaşamıştım. Çalışmak için kendimi yormamış, girdiğim işlerde gerekli ciddiyeti göstermemiştim. Belki otellerde çalıştığım yıllar için (ilk otelim hariç) bu böyle olabilir ama tıbbi mümessil olarak görev yaparken kendimce mümkün olan özeni göstermeye çalışıyordum. Bir kız için, görev yaptığım ilden iki de bir esas oturduğumuz ile gelmemi saymazsak. Bu gelişlerin, maddi zararı bir yana anne ve babam da kızıyorlardı gelmeme. İşime özen göstermemi bekliyorlardı. Ama ben asi, başına buyruk bir evlat olarak yine bildiğim gibi davranıyordum! Kızın benimle ilgilenmemesi önemli değildi. Ben onunla ilgileniyordum ya. Üniversitede ekonomi dersinde “fırsat maliyeti” diye bir konu vardı. Arkadaşa sormuştum bu ne diye ve o da bana izah etmişti. İzah eden arkadaş, şimdi bir oteller zincirinin genel koordinatörü, evli ve hayatına belli bir düzen vermiş durumda. Ben bu “fırsat maliyeti”ni anlayamamış olmalıyım ki işte yaş kaç olmuş ama hala baba evinde ve daha bir düzen kuramamışım.
Bir an kendimi iyi hisseder gibi oldum. Sanki, sırtımdaki ağır yükü indirmiştim ve yorgunluğu da geçmek üzereydi. Tam buna sevinecektim ki, aynı görünmez el tekrar boğazıma yapıştı. Tamam diye düşündüm, bu kalp krizi değil. Olsa, bu kadar uzun sürmezdi. Demek ki, bu aniden kötüleşen bir kanserdi. Büyük ihtimalle de gırtlak kanseri. Çünkü ne zamandır boğazımda hafif ama geçmeyen bir ağrı vardı ve sanki bu ağrı bazen dişimden kaynaklanmakla beraber aslında tamamen münferit bir olaydı. Dolayısıyla, henüz soğuk su içmeye başlamadığıma göre, bu olsa olsa insana soğuk terler döktürecek bir gırtlak kanseri olabilirdi. Tıbbın bu kadar kısa sürede teşhis koyacak imkanı belki yoktu ama “her insan kendinin doktorudur” varsayımından hareketle ben hemen kendime teşhisi koyuyordum. Oysa ki üç yıl tıbbi mümessillik yapmış biri olarak, bu yöntemin, sadece bir düşünce bile olsa, yanlış olduğunu bilmem gerekiyordu. Biliyordum da aslında. Yapmadığım, inanmaktı sadece. Bu düşünce canımı sıkmakla beraber, kalp krizi riskini atlatmış olmak beni rahatlatmıştı. Neticede ikisi de ölüm demekti ama hiç hazırlıksız, kalp krizinden ölmek yerine, hazırlıklı olarak gırtlak kanserinden ölmek daha az üzücü gibiydi! Kaldı ki, bir dershanede öğretmen olan ve ismen tanıdığım birisi gırtlak kanserinden ameliyat olmuş ve düzelmişti.
O saatte, devlet hastanesi aciline gitmekle, sabahı bekleyip, yakın bir ilçedeki tanıdık doktora gitmek arasında kararsızdım. Acile gitsem, acil olarak ne yapılabilirdi ki? Kalp krizi geçirmiyordum ne de olsa. Gırtlak kanserinin de acilde tedavisi yoktu! O anda, yine üç yıllık ilaç firması deneyimim süresince, hep doktor ve eczacıların arasında olan ve pek çok hastalıkla ilgili ilaçları doktor ve eczacılara çalışan biri olmama rağmen, hastalık hissine kapılmadığımı düşündüm bir kez daha. Belki de, her an doktor ve eczacıların yanında olmak ve imkanların, muhtemel bir hastalık durumunda teşhis ve tedaviye müsait olmasının verdiği rahatlıkla, ya da çok çalışmanın getirdiği koşuşturmaca nedeniyle vakit olmadığı için.
Kafamda büyüttüğüm konulardan birisi, sosyal bir güvenceye sahip olmak idi. Devlet memuru olmanın belki en büyük avantajı özellikle sağlık konusunda sahip olunan avantajlar idi.
Sonra, tekrar kafamdan geçirdiğim bilgilerle yeni bir ihtimal üzerinde durmaya başladım. Tamam, bu durum kalp krizi değildi ama belki de ritim bozukluğu idi ve bunun tespit edilmesi ve ona göre bir tedbir alınması faydalı olabilirdi. Bu düşünce ile tekrar acile gitme düşüncesi kafamda ağırlık kazanmaya başladı. Ve ağırlık kazandıkça da, ben o ağırlık altında ezilmeye başladım. Henüz 34 yaşımı bitirmemiştim ve şimdiye kadar da böyle bir şey yokken, kalbimin birden beni yarı yolda bırakma niyeti, beni rahatsız ediyordu. Nerdeyse kalbimi, bir kişi yerine koyup ona darılacaktım bana hazırladığı bu tatsız sürprizden dolayı. Ritim bozukluğu ihtimali, belki adında bile “bozukluk” olduğu için beni, kalp krizi riskine göre daha fazla rahatsız ediyordu aslında. Kalp krizinde, hele benim yaşımda, ilk krizde gitmek pek mümkün değildi ne de olsa. Üçe kadar hakkım vardı ve ben de hepsini kullanmak isteyecek karakterde birisiydim. Ama bu ritim bozukluğu denen olay, adeta in mi cin mi ne olduğu belli olmayan bir durum gibi geliyordu bana.
Tüm bunları yaşarken, aynı zamanda, hem 34 yaşına kadar gayet sağlıklı yaşadığım ve başkalarına göre çok ama çok da şanslı olduğumu düşünerek de, kendime acımamın, başkalarına haksızlık olduğunu düşünüyordum ve de pek çok insanın çeşitli nedenlerle genç yaşta ölmüş olmaları gerçeğini baz alarak, zaten yeterince de yaşadığımı düşünüyordum. Her ne kadar bu “yeterince”nin içini dolduramasam da durum buydu.
Galiba kabullenmekte zorlandığım ölmek değildi de, çocukluğumdan beri hep korktuğum “nefessiz kalarak” ölmekti. Bu korkunun ne zaman başladığına kesin emin olmamakla beraber, babamın köydeki okul müdürlüğü sırasında bir gün, ilkokuldan arkadaşlarımla koşuşturmaca oynarken düşmüş ve epey bir mesafe sürüklenmiştim ki, durduğum anda bir gram nefes alamıyordum. Bir an kendimi bilmez hissetmez bir şekilde öylece kalakaldığımı ve sonra sanki havadan söküp alırcasına oksijeni ciğerlerime doldurduğumu hatırlıyorum. O nedenle, ”Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözünün anlam ve önemini çok iyi bilirim.
1999 yılında iken, 2000 yılını görebileceğim mi acaba diye düşünüyordum. Tarih atarken “2000” yazmak kısmet olacak mıydı? Oldu çok şükür. Sonra aslında 21.nci yüzyıla 2001 yılı itibariyle girileceğini öğrenince, onu beklemeye başladım. Onu da gördüm çok şükür. Eh artık 20.nci yüzyılda doğmuş ve de 21.nci yüzyılı görmüştüm. Daha ne istiyordum ki?
Kendi kafamda, tüm bu düşünsel fragmanları izlerken, sabah ezanı okundu. Oruç başlamıştı. Kararım, sabah yakın ilçedeki tanıdık doktora gidip bir görünmekti.
Arkadaşın külüstür taksisi apartmanın yanına geldi ve ben de ağır ağır, sanki elimi çeksem düşecekmiş gibi kalbimi tutarak merdivenlerden indim. Babam ön tarafa oturdu. Ben, arka koltukta, cam kenarına iyice yaklaşarak, kafamı da sola dayadım. İşte gidiyorduk ama sanki doktora değil de mezara götürüyorlardı beni. Sabaha kadar beklediğim için kendime kızıyor ve yolun yarısına gelmeden aniden öleceğimi düşünüyordum. Ve ölümü, ne olduğunu tanımlamaya çalışıyordum. Hep zaman zaman düşündüğümü ama hiç de kalbimde ve zihnimde ona bir yer vermediğimi, onu tanımlamadığımı fark ettim. Hep düşünmüştüm zaman zaman ama nedense hep başkalarına yakıştırmıştım. Ölümsüz değildim elbette, ama sanki herkes ölecek ve ben en son bu duyguyu tadacaktım. Şimdi ise, onu tanımladıkça ona yaklaştığımı hissediyor ve bu nedenle tanımlamaktan vazgeçmek isterken, tanımsız kalmasının da aynı ölçüde beni rahatsız edeceğini hissediyordum. Hava, puslu idi. Bu da ortama en uyan durumdu, çünkü içinde bulunduğum durumla bir tezat oluşturmuyordu. Ve tezat oluşturmaması da durumu daha gerçek bir hale getiriyor ve moralimi daha da bozuyordu.
Sağ elim hala kalbimin üzerindeydi. Hiç ses gelmiyor gibiydi. Sanki durmuştu ama ben artık farklı bir gerçeklikte ve boyutta bir insan olarak, kalp çalışmadan da belli bir müddet yaşayabilen biriydim. Belki birazdan, ama kesinlikle tanıdık doktora ulaşamadan hayatım son bulacaktı ve taksi park ettiğinde, taksici arkadaş ve babam arkaya dönüp baktıklarında, yüzünde hafif bir tebessüm kalmış olan cansız bedenimi bulacaklardı. Cansız bir bedende, canlı, hafif bir gülüş!
Önce taksiyle, aynı ilçede eczanesi olan kız kardeşimin eczanesine gittik. O da bizi bekliyordu. Taksiye bindi, tanıdık doktoru bulmak için hastaneye vardık. Şansımıza doktor bayan da, kapıda idi. Gülümseyerek karşıladı bizi. Bu gülümseme eylemi bugün gözüme batan bir durumdu. Her gülüş fiziksel olarak birbirine benziyordu, tıpkı insanlar gibi ama her birinin anlamı birbirinden farklı idi, duygular gibi. Biz kimdik acaba, fiziksel beden mi yoksa duygusal biz mi? Fiziksel bedenin çektirdiği acılar ve yarı yolda bırakma ihtimali daha fazla olduğu için her ne kadar kendimi duygusal bene yakın hissetsem de, duygusal ben de bana çok acılar çektirmişti zamanında. Demek ki ikisi de olmamak lazımdı!
Hastanenin köhne görünüşü moral vermekten çok uzaktı ve doktor tanıdığın basık, küçük muayene odası da ayrıca moral bozucu idi. EKG çekilmesi için bizi gönderdi. EKG çekilecek yer, bana morg gibi geldi. Masaya uzandığımda sanki adeta musalla taşına uzanmıştım. Biran bütün bunların bir gerçek olamayacağını düşündüm. Elime bir kâğıt tutuşturuldu. Durum ne kadar gerçek dışı gibi görünse de, kâğıt oldukça gerçekti. Üzerindeki zikzaklı çizgiler adeta kalbimin değil de durumumun ve belki de tüm hayatımın göstergesiydi. O anda yolda ki bir durum aklıma geldi, taksiyle gelirken, her an için hayatımın bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmesini bekliyordum ama beklediğim film bir türlü başlamıyordu. Halbuki gece sabaha kadar tanıtım fragmanlarını seyretmiştim. Matine ne zamandı acaba? Galaya kimler gelecekti!
Doktor tanıdık bayan, EKG’ye baktı, sonra on-on beş dakika beni muayene etti. Nefes alışımı, kalbimi dinledi. Her şey normaldi. Peki beni oluşturan her şey normaldi de bu anormallik nereden kaynaklanıyordu? Yine de tanıdık doktora güvendiğim, çocukluk arkadaşım olduğu için kendimi rahat hissettim diyecektim ki yine kalp sanki ona rağmen duracak gibi oldu ve sanki yine nefes alamıyordum. Bu durumu kendisine ilettim, cevaben bir sakinleştirici yazdı.
Hastaneden ayrıldık, eczaneye geldik. Evden musalla taşına oradan mezara planı yaparken, doktordan eczaneye, teşhisten tedaviye doğru yol alıyordum. Umduğum değil ama bulduğum buydu.
Kız kardeşim yemek ısmarladı. İlaç alacağım için oruçtan vazgeçmiştim. Taksici arkadaş işi olduğu için beklememişti. Trenle dönecektik. Koşturduk ama kalkmak üzere olan trenin sadece düdüğüne yetiştik. Bir sonraki tren 45 dakika sonraydı. Beklemeye başladık. Beklerken, bir süre istasyonun duvarına kesme taşlar monte eden işçileri izledik. Hava aniden yağmaya başlayacak gibiydi. İki dakikaya bir saate bakıyordum ve bu arada da o ana kadar yaşadıklarım ve elde ettiğim bilgilerle beraber, hayatı ve o hayatın içindeki kendimi tekrar ve doğru bir şekilde yorumlamaya çalışıyordum. Ama eğer doğru düşünemiyorsam nasıl doğru bir yorum yapabilirdim ki? Etrafta, gittikçe artan ve treni bekleyen kalabalığı izlemeye başladım.
Güzel kızlara baktım. Yaş 35 olmak üzereydi. Yani 34 bitecekti. Bunca yıl nerde nasıl geçmişti? Düzensiz bir hayatın getirisi de düzensiz bir sağlık olacaktı kuşkusuz ama nedense o kadar da düzensiz bir sağlığım olmamıştı. Tam tersine, dişlerimdeki dolgular ve bazı metal dişlerim ve de üstten dökülen saçlarım hariç, herhangi bir sıkıntı yaşamamıştım. Doktora dahi bir iki kez mide şikayeti dışında gitmemiştim. Televizyonda gördüğüm pek çok insan ve de küçük yaştaki çocukların yaşadığı sağlıkla ilgili şikayetleri düşününce, sağlık yönünden adeta cennette olduğuma inanıyordum. Peki bu başıma gelen cehennem sıkıntıları da neyin nesiydi?
Tren yolculuğu hoşuma gitti. Yıllar var ki trene binmemiştim. İnsan kendini o demir yığını içinde güvende hissediyordu. Tam bu sırada aklıma o hatta meydana gelen kaza geldi. Kız kardeşimin hemen her gün kullandığı bu hatta, dört beş ay önce, bir kaza meydana gelmiş ve üç kişi ölmüştü. Ve o kazanın bir gün öncesi aynı saatlerde kız kardeşim ve o sırada bizde olan, üniversitede okuyan kardeşim o trenle eve gelmişti.
İstasyonda trenden inip, tıka basa dolu dolmuşa bindik. Hava tamamen kararmıştı ve dükkanlar ışıl ışıldı. Herkes tatlı bir telaş içinde evine ulaşmaya çalışıyordu. Tam dolmuştan indiğimizde cep telefonum çaldı. Annem ev telefonundan arıyordu, merak etmişti. Az sonra evdeyiz dedim. Annem, kucağında yeğenimle, kapıda karşıladı bizi. Beni tekrar karşısında görmekten dolayı tatlı bir sevinçle gülüyordu. Sarıldı, öptü, babam yeğenimi kucağına aldıktan sonra. Yemek hazırdı. Biliyordu benim eve gelir gelmez, aç olduğum için hemen yemek istediğimi. Çayı bile koymuştu, birazdan gelirler diye düşünerek. Güzel düşüncelerin gerçek olması ne güzeldi doğrusu.
O gece, kâbus yeniden başladı. Bu sefer henüz daha yatmamıştım ve saat henüz gecenin 01’i idi. Hem devlet hastanesi aciline gitmek için şiddetli bir istek duyuyor ama hem de daha yeni kontrolden çıkmış bir insan olarak, evdekileri rahatsız ve hatta huzursuz etmenin doğru olmayacağını düşünüyordum. Ve sonra birden vücudum kontrol edemediğim bir şekilde titremeye başladı. Kendimi gittikçe daha güçsüz hissetmeye başladım. Artık sonumun geldiğini ve öleceğimi düşünüyordum. Daha doğrusu düşündüğümü sanıyordum çünkü artık o anda hiçbir şeyden emin değildim. Gerçek olan tek şey gerçek bir şeyin olmadığı idi. Ve o anda bu gerçek beni korkutuyordu.
Tamam diye düşündüm, sebep ne olursa olsun ölüyordum. Keşke o ana kadar ölümü daha sağlıklı irdeleyip, sağlam temeller üzerine oturtmuş olsaydım diye hayıflandım kendi kendime. Öyle bir andı ki, hadi doktora götürelim seni deseler bile kıpırdayacak durumda değildim. Bir ara, bir çaba ile iki çorabı giydim ki, sanki iki yıl taş taşımış kadar ilaveten yorulduğumu hissettim. Somyada oturur bir vaziyetteydim ve artık ayağa kalkmamın mümkün olmayacağına inanmıştım. Kafam, bir yandan neler hissettiğimi algılamaya çalışırken bir yandan da ne oluyor olabileceğini yorumlamakla meşguldü. Benimle ilgilenecek bir durumda değildi yani! Ben! Ben kimdim o anda ya da o andaki kim bendi?
Atomun parçalanamayacağı ve maddenin temel yapı taşı olduğu düşünülüyordu. Ben de, hep sağlıklı kalacağımı ve zamanın geriye doğru aktığını düşünüyordum! Gözlerimin önünden geçmesi gereken film ya tab edilirken yanmıştı ya da benim göremeyeceğim bir yerden geçiyordu! Belki de o anda o filmi etrafımda olan insanlar izliyordu ve üzüleceğimi düşünerek bana izletmiyorlardı! Üzülürdüm görseydim eğer çünkü koskoca 34 yılı boşa harcamıştım. Acaba hangi boşluk daha büyüktü, şu anda içinde bulunduğum mu yada yoksa 34 yıllık hayatım mı? Tavuk mu yumurtadan çıkmıştı yoksa yumurta mı tavuktan? İşte durum bu kadar da berbattı.
Artık kontrolümü tamamen kaybetmiştim ve gözyaşları olmadan adeta ağlıyor ve “ne oluyor bana” diye soruyordum. Bu sorunun muhatabı etrafımdaki annem, babam değildi, ama sanki ben de değildim. Kız kardeşim sabah erkenden kalkıp işine gideceği için onu uyandırmadık. Yeğenimle birlikte içerde yatıyordular. Şu son iki güne kadar her şey ne kadar da güzeldi ya da en azından ne kadar da sağlıklıydı! Boşa geçen hayat sağlıklı bir hayat olmasa gerek ama en azından sorun çıkarmayan bir vücut o an için yeteri kadar sağlıklı bir hayat anlamına geliyordu. Yazın aniden rahatsızlanıp, yayladan, ildeki devlet hastanesi aciline getirilmiştim ama orda sebep belli olmuştu ve sebep vücudun kaptığı bir iltihaptı. İğneden korktuğum için kombine antibiyotik tedavisi ile o dertten iki haftada kurtulmuştum. Ya bu dertten ne zaman kurtulacaktım? Belki de dert benden kurtulmaya çalışıyordu! Bir süre için hayat, durdu, kalbin monitördeki düz çizgisi gibi düz bir çizgi haline geldi. Çay geldi aklıma. Şu durumdan çıkar çıkmaz bir çay içeyim dedim. Yine gece yemeği yenecekti ne de olsa ve çay da demlenecekti. Bu karışık duygular ve hisler arasında, düşle gerçek bir ortamdan tekrar var olduğumu hissettiğim ve içinde beni taşıdığım bu ortama döndüm.
Sanki bir uzay gemisi ile, uzun bir yolculuktan dünyaya dönerken, oluşan ivmeden dolayı bir müddet bilincimi yitirmiştim ve oluşan, tanımlayamadığım geçici bilinç de bana bu tatsız durumları yaşatmıştı.
Ertuğrul Şahin
Turizm Araştırmacısı ve Yazar