- Kategori
- Gezi - Tatil
Paris sonbaharda Paris'miş'

Paris son baharda Paris’miş. Geçici yaz üzerinden geçip gidince, yalancı renklerinden arınıp mevsimlik yapraklarını dökünce, sadece kendine has olanlarla baş başa kalınca, havadaki tek kasvet mevsimden olunca, ve buna rağmen içinde güller açınca... Doğru zamanda, ait olduklarınla, mutluluklarla, ne istediğini bilince, ne istediğini bilenlerle, Paris son baharında Paris’miş.
Bir yabacncı şehir saydığım sen son bahar rengi diyar, bambaşka bir ruhla karşıladın beni. Ne unutacak, ne hatırlayacak bir öncen olmadan. Bir başka renge bürünmüş kollarına almaya bekliyormuş vakti zamanında yabancı saydığım şehir beni. Tüm sonları bir başlangıç üzere kendinde saklayan… Bir şeyi çok istersen olurmuş. Bıraktığım tüm soru işaretlerinden daha büyük cevaplarla geri dönünce anladım. Bir kabuktu çatırdayan üzerimdeki evrimimi yine sen de tamamladım! yine yeniden hissettim, yine yeniden Paris'te.
Kahve, kruvasan kokusudur artık burnuma çalınan, Edith Piaf’tır dilime dolanan… bir dingin üşümektir renkli şapkalarla, çizmelerle, elbiselerle içimi ısıtan, köprüler boyu salınan Fransız şıklığında! Sanattır adım başı karşıma çıkan, sergilerinde müzelerinde elinde kalem kağıt yüzyıllık tablolar karşısında resim çizen fransız çocuklardır sanatla anlattığın. Sanat olarak değil hayat olarak bildiğin yaşam tarzındır artık zihnimde kalan.
Beklenen üzere bir daha aldım kalemi elime yine yeniden Paris demek üzere. Ama üzgünüm yine anlatamayacağım gördüklerimi. Socra cour’un tepesinden bir Paris manzarasını, lüxemburg bahçelerinin kapısının dışına sızan kokusunu, eifelin altında sarınıp oturmayı, louvre’un içinde kaybolmayı, ışıl ışıl seine boyu salınmayı, köprü altlarında bol çikolatalı krep yemeyi, caddelerini daha üzerinde yürürken özlemeyi, seine boyu konuşlanmış cıvıl cıvıl stantlarda 1 eurolarını saymayı, Fransız müzikleriyle loş bir restoranda kendini ödüllendirmeyi, şanzelize de kahve içerken son metroyu kaçırmayı, Paris metrosunun altına üstüne getirmeyi ben sözlerimle tasvir edemem! Bir paris rehberi alıp okuyun merak ederseniz. Bir liste çıkarın bir gün yolunuz düşerse gezmek istediğiniz yerleri. Sonra alın kağıdı kalemi elinize o zaman anlayacaksınız beni. Paris gösterdikleriyle değil hissettirdikleriyle Paris çünkü. 2.kez gittiğim yerlerde ilk kez hissettiğim heyecanlarla anladım. Ve inanıyorum 50. Kez gitsem de bir başka şey hissedeceğim aynı manzaralar karşısında. Dışındakileri aydınlatan içindeki dünya aslında!
Ve elbette yine sheaksper and company! Ona kaçıncı kez gittiğimi sayamadan yüzyıllık bir aşinalıkla soluyorum her defasında havasını. Her gün elimden geçen sayfalar gibi dokunduğum kitapları. Bana ait hayallerle bana ait odalarda bana ait bir dünya… Ve şimdi elimde o dünyanın tam merkezinden sheakspear’in orijinal soneleri. Eğer hayatınız yazarak akıyorsa ve akan hayatınız içinde kaleminiz tıkanıyorsa zaman zaman, kelimeleriniz sizi terk ediyor ya da siz kendinizi kelimelerinizde görmekten korkuyor, kelimelerinizde kendini arayanlardan çekinip inatla susuyor öyle ya da böyle yazamadığınız bir süreç geçiriyorsanız bir tek şey vardır karşı koyamayacağınız, ‘tertemiz bir defter’. Bir önceki sayfası olmayan, ‘işte bu’ diyeceğiniz bir defter. İşte şu an tekrar yazıyorsam bir sürelik suskunluğuma rağmen bunu uzun zamandır aradığım ama bulamadığım ilk gördüğüm anda işte bu dediğim ‘sheakspear and co’ defterime borçluyum. ve de bugün iki cümlelik mesajıyla beni mutlu eden sheakspear and company’de tanıdığım bir yabancı dosta! birincisini nasıl bulduğunu henüz bilmediğim paris yazımın ikincisini okuyup okuyamayacağını sormuş bugün bana. Pariste bir kitapçıda aldığım kitap ve defterden başka gözüm bir şey görmezken iki arada bir derede verdiğimiz selamdan öte hakkımızda bir fikrimiz olmayan o yabancı dostun bana ve yazılarıma nasıl ulaştığını merak ediyorken cevabı bana bunları buraya yazdırma gereği hissettirdi. ‘Sheakspear and co’ okur olduğunu aldığın defter de yazar olduğunu gösteriyordu, zor olmadı! Elbette ki merakımı gidermeyen bu cevap karşısında belki kendisinin bile hiç tahmin edemeyeceği bir şekilde beni mutlu oldum ve cevap aramaktan vazgeçtim. İçimde kaynayan o çağlayan dışarıdan fark edilebiliyormuş demek. Bir yabancı sizi hayatınız saydığınız o iki kelimeyle tanımlayabiliyormuş. Siz gerçekten oymuşsunuz. Bazen insanlar sizi ele geçirmeye hayallerinizden başlar. Size sahip olmak için önce hayallerinizi çalar kendilerine ait sayar sonra size gösterir ve zaten sizin olan hayallerinizin peşinden sürüklenmenizi beklerler. Zaten sizin olanlarla size büyüklük taslarlar. Siz kendinizden şüphe eder durup düşünürsünüz. Bir yanlışlık vardır. Aynı görünenler aynı değildir çoğu zaman. Çünkü insanlar sahip olduklarıyla değil ait olduklarıyla kendisidir. Sahiplikler değişir aitlikler aynı kalır. Üzerimize üç beden büyük gelir bazen sahip olmaya çalıştıklarımız. Tüm ambalajlardan sıyrıldığınızda siz, gözünüzü alır o büründükleri parlak aidiyetsiz renkler. bazı şeyler vardır ki sözle değil aşkla olur! İşte tekrar orda o deftere ilk cümlelerimi yazarken, kendime ait o dünyada sarhoşken ve bir cümle yeterken beni alev alev yakmaya bu ateşi dışarıdan bir yabancı biraz olsun farkedebilmişse ben o dünyaya aidim demektir. Bir fotoğraf karesinden bakınca görülmeyecek bir andır o dondurmak istediğin. ‘aşk’tır o!
Bir paris yazısının daha sonuna geliyorum sanırım. Kalemimin pasıydı aslında bugün bu yeni deftere çalınanlar. Birikmiş, üst üste binmiş ne sırayla çıkacağını bilemeyen şaşkın kelimeler. Ama sona gelirken bir çift sözüm de beni paris’e tekrar getiren o mükemmel proje üzerine olmalı. Aslında sayfalar sayfalarca ağlayarak teşekkür edeceğim bir 10 gün geçirdim Dinan’da, Paris dursun bir yanda. En güzel akdeniz ülkelerini n en sıcak insanları özenle seçilip gelmiş gibiydi. Şimdi dünya bir başka ücralarında da kollarnı açmış beni bekleyen yeni yeni can dostlar olduğunu bilmek gözlerimi dolduran. Sizin için kurduğum cümleleri asla anlamayacak olmanızdan dolayı üzgünüm güzel insanlar. Ne kadar tercüme etsem de aynı olmayacak biliyorum. Dağ başında yeşillikler arasında dinan’da camın kenarında yağmurun sesini duyarken tere yağlı ekmek yiyerek, film çekerek, kart oynayarak, sürekli kendimizi oyalayacak oyunlar üreterek, yeri geldi mi otelce saklambaç oynayarak, şehre inmek için yarım saatlik yolda yağmurda sırıksıklam olarak, emekle güzel bir iş çıkarıp seyrine doyulmaz filmler çekerek, bitmesin diye son gece uyumayarak, ayrılırken birbirmizin gözyeşlarını silerek tamamladığımız intercultural dialogue 2’nin kazandırdıklarına minnettarım. ‘Sin ti yo soy nada ‘ derken Amaral aylar sonra tekrar aynı şarkıda başka bir sebepten ne anlama geldiğini bilen biriyle dinlerken ağlamak en büyük mutluluğumdur son zamanlarda hissettiğim. Kalbimin bile ritmine şaştığı bir mutluluktu nicedir suskunluğu karşısında. Duygular her dilde farklı ifade edilse de aynı hissedilir!
Ve 10 günlük bir fransa seyahati sonunda değil unutmak geride kalmasını bile kolay kolay kabullenemeyeceğim yaşanmışlıklar, güzel anılarla yeni bir paris, yeni kitap ayraçlarım, artık koparmaya bile kıyamadığım yeni takvim yapraklarım, kartpostallarım, içimde sürekli bir gitmek hissi, tertemiz sayfalarıyla yeni güzelliklerle dolmaya bekleyen sheakspear and company defterim, yeniden atan bir kalbim, İspanyolcayı tamamen öğrenmek için daha büyük bir hevesim ve ispanyaya geri dönmek için daha çok nedenim varken artık ilk defa böylesine hüzünle tekrar İstanbul’dayım işte.
Bir seferin daha ardından içimdeki tatlı hüzün mutluluklarımdan sebep…