Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Temmuz '14

 
Kategori
Öykü
 

Pusu (O yıllardan unutamadığım yaşadıklarımdan)

Pusu (O yıllardan unutamadığım yaşadıklarımdan)
 

o yıllardan


Muhtar yolu iyice tarif etmişti. Yolu tarif ederken karşı tepelerde görünen kayalıkları işaret ederek ”Oralarda ayı olabilir. Ayılara denk gelirse, yoldan geçen yolculara taş atar,  saldırır. Kaç köylü bu şekilde yaralandı. Onun için o mağaralara yaklaşınca, atı dört nala kaldır. Hızlı geç, ”diye uyarmış sonra “Geceye kalırsan ovaya ininceye kadar, el fenerini söndürme. Kurt olsun, ayı olsun ışığa saldırmaz” diye açıklama yapmıştı; ama bu yoldan gitme konusunda ikircikliydim. 

Çünkü ayı, kurt hikayelerini dağ köylerinde geceye kaldığım zamanlarda köylülerin sohbetlerinde, gezgin destancıların anlatısında sıkça dinlemiştim.

Gittiğim köylerde ‘ayı inek parçaladı, kurt sürüye saldırdı’ haberlerini sıkça duyuyordum. Onun için muhtarın söylediklerinden çok tedirgin olmuştum. O tedirginlikle ‘geldiğim yoldan geri döneyim’ diye içimden geçirdim. Ama dönüş yolu da dağdan geçiyordu ve o yol daha uzundu.         

Muhtarın tarif ettiği yolu izlersem; onun söylediği mağaraları geçtikten sonra ova yakınlaşıyordu. Oradan şoseye daha çabuk inebilirdim.

Bu düşünceyle yola devam edip muhtarın tarif ettiği yoldan gitmeyi uygun gördüm ve muhtara ”hoşça kalın” deyip atı sürdüm.

Epey gittikten sonra muhtarın işaret ettiği mağaralara yaklaştım. Biraz daha yaklaşınca atı dörtnala kaldırdım. Mağaralardan tarafa hiç bakamıyordum. Büyük bir korku ve heyecan içinde mağaraların olduğu bölgeyi hızla geçtim. Ama hala çok korkuyordum.

Günlerdir hiç bilmediğim yerlerde, sürekli dağlarda dolaşıyordum.

Henüz çok gençtim. Bu dolaşmalar beni çok korkutuyordu. Çünkü her an neyle karşılaşacağımı bilmeden dolaşıyordum; ama bu sırada dayanılmaz bir merakla duyduğum heyecan daha güçlü geliyordu. Onun için korkarak da olsa buralarda dolaşmaktan çok zevk alıyordum.  Bu heyecan beni daha sonraki süreçte çok daha zorlu yolculuklara yöneltmişti.         

İşte o heyecanla bu sırada duyduğum ‘kurku ve heyecan içeren’ karmaşık duygular içinde o bölgeyi geçmiştim. Ama atım hala dörtnala koşuyordu.

Bu at panayırda birinci gelmiş, çok güçlü bir kısraktı. Beni birçok tehlikeden, hatta bir keresinde eşsiz sezgisiyle ‘ölüme kıl payı kalmışken’ ölümden kurtarmıştı. Ona çok güveniyordum. Ne olursa olsun beni terk etmez ve bir şekilde kurtarırdı.

İşte bu eşsiz kısrak hız kesmemiş dörtnala koşmaya devam ediyordu.

Bir süre sonra sağ yanımın tümüyle fundalık sol yanımın ise dik bir uçurum olduğunu fark ettim. Ayağı kayarda düşer yuvarlanırız diye dizginleri hafif çektim. Sanki beni anlamıştı.

Yavaşladı… Belirli bir tempoda ilerlemeye başladı.

Bir gözüm yolda, bir gözüm ormanda at üstünde ilerliyordum. Arada bir de sol tarafa bakıyordum. Orası çok ürkütücüydü. Yolun hemen dışından aşağı doğru kayalıklarla doluydu.

Elimde işe yarayacağından emin olmadığım bir tabanca yine bana güven veriyordu.

Bu şekilde yola devam ettim.

Fundalıklarda güneşin batarkenki yansıması çok güzel bir renk çümbüşü oluşturuyordu. Kimi yerler gölgeli loş, kimi yerler güneşin ışığı ile cam gibi parlıyordu. Yani benim korkum dışında, her şey mükemmeldi.

Enfes bir sonbahar akşamı…

Arada bir, kendimi at gezintisine çıkmış (kitaplarda okuduğum) şövalyelere, süvari askerlerine benzetiyordum kendimi. Böylesine karmaşık duygular içinde ilerliyordum. Güneşin batışı hızlanmış, ormana karanlık çökmüştü.

Bir süre sonra karanlık her yanımı sardı. Artık soldaki uçurum gözükmüyordu. El fenerimi yaktım. Birden çevremde her şey karmaşık bir şekilde belirdi.

Bu görüntü çok ürkütücüydü…

Ortalığı kaplayan gecenin sessizliğinde dağda yapayalnız olduğumu anladım. Bu sessizlik bir süre devam etti.

Bu sırada elim fenerde, gözlerim fenerin gösterdiği yere korkuyla bakarak ilerliyorum. Fenerin pili bitmesin diye sık, sık yakıp söndürüyordum. Bu yakıp söndürmelerim sırasında, etrafımdaki görüntülerin sanki hareketlenir gibi olması çok eğlenceliydi. Kedimi bu eğlenceye kaptırmışken birden homurtu, ulumaya benzer ses duydum veya öyle zannettim. İrkilmiştim.

Beni yine ayı, kurt korkusu sarmıştı.

Muhtar her ne kadar kurt ayı ışığa gelmez dese de ben yine korkuyordum.

Korku heyecan, korku heyecan…

Buralarda ne arıyordum ki? Niye buradaydım? Ne yaşıma ne de başka bir şeyle bunu açıklamak çok zordu.

Bir şeylere inanıp bir sürece girmiş, gidiyordum ve bu süreç aynı karmaşık duygularla benzer şekilde hep devam edecekti.

İşte böyle, anlatamadığım ama yaşadığım bu süreçte dağda atla tek başıma devamlı yol alıyordum. Ama ne dağ beni tanıyor? Ne de ben bu dağları tanıyordum.

Kafamda bu kaygı ve düşünceler epey yol aldım.

Arada bir çakal uluması, baykuş sesi uzaklardan yankılanıyor, sonra bir yine sessizlik çöküyordu. Ama sessizlik daha korkunç geliyordu bana.

O sıra bilemediğim bir hışıltıdan sanki o sırada orman nefes alıyor gibi gelmişti.      

Başımı gökyüzüne kaldırıp baktım. Gökte yıldızlar pırı pırıl parlıyordu.

O sıra at yürüyor üstünde ben atla gidiyorum; yıldızlar da bizimle beraber gidiyordu.

El fenerini yaka söndüre ilerlerken uzaklardan köpek havlamaları işitince çok sevindim; ama bu sevincimi fark edince çok hayret ettim.

Çünkü köylerde karşıladıklarında beni parçalayacakmış gibi atıma saldıran, bana çok sıkıntı veren bir kurt kadar tehlikeli oldukları için, sesini duyunca ödümün koptuğu o köpeklerin sesi beni sevindirmişti.           

Bu ses bana ormandan çıktığımı veya çıkmak üzere olduğumu ve ilerde, insanların ve onların köylerinin olduğunu müjdeliyordu.

Atımı daha bir şevkle köpek seslerine doğru sürdüm. Bir an önce buradan bu dağın kasvetinden çıkıp insanların bulunduğu yere varmaya can atıyordum.

Fundalıklar da bitmişti. Sağımda solumda fenerin ışığında beliren tek tük ağaçları seçebiliyordum. Artık uçurum tehlikesi de kalmamıştı.

İlerledikçe el fenerinin ışığında daha çok ağaç arada bir tepecik görünüyor, tepecikler giderek çoğalıyordu.

Birden bir ses duydum. Kürtçeydi. Sanki bana seslenmişti. Anlamamıştım. El fenerini yaka söndüre ilerliyordum. Bu kez biri Türkçe ”dur” dedi.

Atın dizginlerini çekip durdum. Elimdeki el fenerinin ışığını karşıya tuttum. Yine aynı ses ”kimsin” dedi. Biraz daha yaklaşmıştı. Beni tanıdı. Varto’da Pazar yerinde görüşmüştük.

Bir süredir Varto’daydık. Pazara gelen köylüler bizi görüyor; bizi ”içme suyu getirecek mühendisler” diye tanıyordu. Onun için beni tanımıştı.

“Nereden böyle?” dedi. Yanıma geldi. Tepeciklerin arkasından birileri daha çıktı. Ellerinde silahlar vardı.

Heyecanlanmış neyle karşılaştığımı anlamaya çalışıyordum. Yine aynı kişi “iyi ki el fenerini yakıyordun. Yoksa çoktan kurşunu yemiştin” dedi.

Kurşunu yemek? Sanki bir şey yemiştim veya yiyecektim. Bu sakinlikte söylemişti.

Önüme geldi durdu. Atın geminden tuttu. ”Hayrola nereye böyle?” diye tekrar sordu. Ona nereden geldiğimi, bu saate niye kaldığımı, el fenerini niye yakıp söndürdüğümü anlattım.

O güldü. “Şanslıymışsın. Biz burada pusu kurmuştuk.” dedi.

Otlarını kendilerine düşman olanların gelip yakacağı endişesiyle pusu kurup beklediklerini anlattı.

O bunları ”arkadaşlar gelecekti. Onları bekliyorduk dercesine”söylemişti.

“Şose yakın mı?” dedim. O “Yakın ama vakit geç oldu. Bize misafir ol. Yarın gidersin” dedi. Bir an kalmayı düşündüm. Ne güzel onlarla pusuda beklerdim. Heyecanlı olurdu. Ama yarın başka köylere gitmem gerekiyordu. “Benim dönmem lazım. Yarın yine köyleri dolaşacağım” dedim. Bunun üzerine önümden yürüdü. Bir süre birlikte gittik. Şoseye gelmiştik.

“Ben yakında sizin köye de geleceğim; şimdilik hoşça kal” dedim.

Vedalaştık; ben Varto’ya doğru o da köyüne doğru yollandı.

Şoseye çıkmıştım. Şose demek medeniyet demekti. Dağların o kah korku, kah heyecan, kah hüzün veren karanlık dünyasının dışında yine gece at üstünde ilerliyordum. Sadece atın soluğu duyuluyordu.

Düşünerek, hayal ederek ilerliyordum. Karşıdan epey kalabalık birilerinin yürüyerek bana doğru geldiğini fark ettim. El fenerim yanıktı. Bana yaklaşıp durdular. İçlerinden biri bana doğru geldi. Bir eli arkasındaydı. Yakınıma gelince ”oo! Bey sen misin” diye sordu. Beni tanımıştı. Atın önüne geldi. Nereden geldiğimi sordu. Ben kısaca bu günü anlattım. “siz nereye böyle düğüne mi “dedim. Güldü. ”Düğün sayılır. İlerden bizim suyu kesiyorlar. Onlara pusu atacağız” dedi.

Elini yana getirince silah olduğunu gördüm. Diğerleri yaklaşmıştı. Onların elinde de silah vardı. Bu sözleri günlük olağan işlerdenmiş gibi söylüyordu. Aslında o yıllarda bunlar o yöre insanının olağan yaşamıydı. ”Pusu atmak” veya Pusu kurmak, Pusuya düşmek”  onların çok kolay söyledikleri yaşam biçimiydi.

Yıllar sonra geri dönüp baktığımda; ‘az kalsın’ düşeceğim pusu ve o insanları hatırlarım.

Yine birbirlerine pusu atıyorlar mı bilmiyorum; ama birilerinin onları pusuya düşürdüğü; onların bu pusudan kurtulmak için çok gayret ettiklerine emimin.

O bölgeden sıkça gelen haberler ve en son içlerinden birinin cumhurbaşkanı adaylığı bana geçmişten yaşadığım bu yaşanmışlığı hatırlattı.

Bu hatırlamayla; pusu içinde yaşamları geçenlerin birilerinin attığı pusuları aşamaya çalışırken yeni pusulara düşmemesini ve Kürt Türk Türkiye halkı olarak pususuz, düşmansız barış içinde özgürce birlikte yaşamayı dilerim.

                                                                      

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..