Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ocak '09

 
Kategori
Eğitim
 

Recep Yazıcıoğlu’ydu O

Recep Yazıcıoğlu’ydu O
 

Yıl 1980’in Ocak ayıydı. Hatay İli’nin Kırıkhan İlçesi Sucu Köyü’ne atanmıştım. Önce ilköğretim müdürlüğüne uğradım. O zamanlar ilçelerde ilköğretim müdürlükleri vardı. Köy hakkında bilgi aldım ve nasıl gidebileceğimi sordum. Tarif ettiler.

Kırıkhan’ın ana bir caddesi vardı o yıllarda. Cadde aşağı yürümeye başladım. Tarif edilen yere yaklaştığımı anlayarak gözümü kestirdiğim birisine:

-Ben Sucu Köyü’ne gitmek istiyorum. Köy arabaları nereden kalkıyor acaba? diye sordum.

Adam hiç üşenmeden önüme düştü. Beni köylü garajına kadar götürdü.

Oradakilerden birisine:

-Bak, hocam Sucu Köyü’ne gitmek istiyor. Köyün arabası gitti mi?

-Biraz sonra gelecek, dedi adam. Sonra:

-Buyur, otur hocam, bir çayımızı iç, dedi bana.

Bana yardımcı olan adama “teşekkür” ettim.

-Emaneti üstünüze, dedi giderken. Yardımcı olursunuz hocama.

Önüme sürelen iskemleye çöktüm.

Kahveciye:

-Çay getir hocama, diye seslendi emanet edildiğim adam.

Seceremi öğrenmeye yönelik sorular yöneltti rahatsız etmeyecek şekilde. Diğerlerine laf yetiştirmeye çalıştı.

-İşte köyün arabası geldi, dedi bir süre sonra. Arkasına çadır çekilmiş skoda bir pikaptı gelen. Pikabın şoförünü yanına çağırdı:

-Sizin köyün yeni öğretmeni, diye şoförle tanıştırdı.

-Hoş geldin hocam, dedi şoför.

Küçük çantamı alıp şoför mahalline yerleştirdi. Bekledikleri adam gelince arabaya bindik. Beni şoför mahalline oturttular. Cilvegözü yolunda ilerlemeye başladık. Yol kenarında kocaman ağaçlar vardı. Sonra ana yoldan ayrılarak sola döndük. Epey ilerledikten sonra köye ulaştık. Köy Suriye sınırıyla bitişikti.


Okulun önünde vardığımızda öğrenciler henüz dağılmamıştı. Kapıyı çaldım. Kendimi tanıttım. O da genç bir öğretmendi. Birkaç ay önce göreve başlamıştı. Yirmi dakika kadar sonra öğrencileri evlerine gönderdi. Şuradan buradan konuştuk. Birbirimizi tanımaya çalıştık. Biraz dolaşalım önerisi benden geldi. Köyü ve çevresini merak ediyordum. Köyün doğusundaki meraya doğru yöneldik. Uzaklarda meradan dönmekte olan koyun sürüleri ve çoban köpekleri gözüküyordu. Onlarla karşılaşmadan tam dönelim derken bir düdük sesi işittik. Sesten yana dönüp baktığımızda silahlı bir jandarmanın bize işaret ettiğini gördük. Bizi çağırıyordu. Yanına yaklaştığımızda:

-Orası yasak bölgedir. Orada ne geziyorsunuz? dedi.

Öğretmen olduğumuzu ve hava almak için çıktığımızı söyledik:

-Komutanla görüşün, dedi.

Bizi komutana götürdüler. Komutan koltuğunda öfkeli bir şekilde oturuyordu. Selam verip kendimizi tanıtmaya çalıştık. Ama o çok umursamadı:

-Siz hudutların kanunu bilmiyor musunuz? Yasak bölgede dolaşıyorsunuz?

-Biz öğretmeniz, arkadaşım yeni geldi. Biraz hava almak istedik, dedi arkadaşım.

-Evet, ben önerdim arkadaşa dolaşalım diye, ekledim bende.

Komutan biraz yumuşadı. Yer gösterdi:

-Her neyse gezmeyin habersiz buralarda. Kaçakçı mısınız, terörist misiniz nereden bilecek asker? Daha dün gece sınır tellerini kesmiş namussuzlar. Üzerime ateş açtılar.

Bize çay söyledi. Asteğmenmiş. Birkaç ay kalmış askerliğinin bitmesine.

Çayımızı bitirdikten sonra tekrar köye döndük. Üç gün sonra tatil başlayacak diye ne yatak, ne elbise hiçbir şey getirmemiştim.

-Bu akşam muhtara gidelim, dedi meslektaşım.

Güneş aşmak üzereyken muhtara gitmek üzere köy içine girdik. Muhtarın evine yaklaşırken:

-Nereye hocalar? diye sordu bir adam.

-Muhtara gidiyoruz.

-Muhtar henüz dönmedi. Bize buyurun.

Kararsızlığımızı görünce adam:

-Buyurun, diye ısrar etti.

Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdik. Ev tek gözdü. Hem mutfak, hem yatak odası olarak kullanılıyordu. Ama hayli genişti. Sobanın yakınına bir döşek serdi. Yastıklar koydu. Bizi oturttuktan sonra lüksü yaktı. Sobayı tutuşturdu. Hal hatır sordu.

Hanımı ahırda koyun sağıyordu anlaşılan. Sağımını bitirdikten sonra içeri geldi. Bize:

-Hoş geldiniz, dedi kırık bir Türkçeyle.

Aralarında Kürtçe konuşma geçti karıyla kocanın. Kadın yemek hazırlamaya koyuldu. Yarım saat kadar sonra yer sofrasını açtı. Ayran, turşu ve kavrulmuş ebegümeci koydular sofraya. Ha bir de bulgur pilavı vardı. O gün yediğim ebegümeci kavurmasının tadı damağımdan hiç çıkmadı bu güne kadar. O lezzetin sırrını bir türlü çözemedim denemelerimde.

Her neyse yemekten sonra başka misafirler de geldi. Çay demlendi. “Pişti” adı verilen bir oyuna başladı erkekler. Oyunculardan birisi de öğretmen arkadaşımdı. Saat yirmi ikiye doğru muhtar da geldi. Oyuna dahil oldu. Saat yirmi dörde muhtar izin isteyerek gitti.


Diğer misafirler ve biz oturmaya devam ediyorduk. Evin kadını bir köşede esneyip duruyordu. Ben arkadaşımın gözüne bakıyordum ama o hiç aldırış etmiyordu. Nihayet ev sahibi:

-Şuracığa yatak serelim size, diye teklifte bulundu.

Sesimiz çıkmadı. Hem diğer misafirlere hem bize yatak serdiler. Kendiler de bir köşeye yataklarını açıp yattılar.

Sıkıntı içinde uyumaya çalıştım fakat bir türlü uyuyamadım o gece. Sabahı zor eyledim. Sabah ev sahibi erkenden sobayı yaktı. Bize kahvaltı hazırladılar. Okula dönerken:

-Ben uyuyamadım, dedim arkadaşıma. Hiç değilse emanet bir yatak bulalım da lojmanda kalalım bundan sonra.

Öğrenciler vasıtasıyla emanet bir yatak buldum komşulardan. Sıralardan kendime bir ranza ayarladım. Öğleye doğru:

-Yemek işini ne yapacağız? diye sordum arkadaşıma.

-Öğrencileri sıraya koydum, dedi. Her gün birisi yemek getiriyor.

Bir kız öğrenciye döndü:

-Bu gün sıra sizde, dedi. Hem unutma iki kişiyiz bu gün.

Kız öğrenci gitti. Bir saat kadar sonra bulgur pilavı, ayran ve yeşil soğanla geldi. Biraz da yufka getirmişti. Öğleyin onları yedik.


Saat on beşte öğrencileri dağıttıktan sonra köy içine gitmeye karar verdik. Meraya yönelsek komutanı kızdırabilirdik. Köyde kahve yoktu. Boş olan insanlar duvarların güney yönüne oturur, toprağı karıştırır dururlardı genelde. Öyle yapan bir insan grubuna rastladık. Selam verip biz de iliştik yanlarına. Sohbetlerine katıldık. Güneş aşarken içlerinden biri bizi evlerine davet etti. Adamın peşine takıldık. Akşam yemeğimizi yedik, çayımızı içtik. Yine gelenler oldu. Pişti oyunu kuruldu. Saat on bire doğru:

-Kalk gidelim, dedim arkadaşıma. Milletin uykusu gelmiştir.

Ev sahibi:

-Yatak serilim, burada kalın, önerisinde bulundu.

-Olmaz, evimize gidelim, diye ısrar ettim kararsız arkadaşıma. Yola çıktık. Korkunç çoban köpekleri vardı sokaklarda. Bizi okul kapısına kadar geçirdi ev sahibi.


O gece biraz olsun uyuyabildim. Hayatıma bir düzen vermem gerekiyordu.

O gün de bir öğrencinin getirdiği yemeği yedik öğleyin. Akşamüzeri duvar dibine çömelmiş bir grup bularak sohbete dahil olduk. Yine halimize acıyan bir adam çıktı. Yemeğe davet etti. İster istemez daveti kabul ettik. Gece eve dönerken arkadaşıma:

-Sizce mahsuru yoksa ben sabah arabasıyla Kırıkhan’a, oradan da memlekete geçmek istiyorum, dedim.

-Olur, ben de ertesi sabah giderim, dedi.

Sabahleyin Kırıkhan’a indim. İskenderun, Osmaniye üzeri Düziçi’ne geçtim.


O yıl ara tatili uzadıkça uzadı. Yaklaşık bir ay sonra tekrar döndük okula. Dönerken bir eve lazım olacak ne varsa temin etmiştim. Yağımı, şekerimi, tuzumu, makarnamı, bulgurumu, piknik tüpümü, çayımı… hemen her şeyi getirmiştim. Artık kimseye yük olmak istemiyordum.

Arkadaşa:

-Artık öğrencilerden yemek istemeyelim. Onları sıkıntıya sokmayalım, dedim.

-Ne var bunda? Daha önceki öğretmenlere de yemek getiriyorlarmış. Gelenek olmuş bu.

-Belki yağı yoktur, tüpü yoktur, zamanı yoktur. Mahcup olmasınlar bize karşı.

O pek umursamıyordu bu işleri. Ama ben rahatsızdım. Kendisi yanaşmasa bile yemek yapmaya kararlıydım.

Yaşam rutin şekilde devam ediyordu. Akşam davetlerine gidiyorduk. Bir süre sohbet ettikten sonra tam zamanında kalkmak zorunda bırakıyordum arkadaşımı. Bu köylülerin dikkatinden kaçmıyordu. Bu davranışımdan ötürü takdir edilmeye başlandığımı hissediyordum.


İkinci dönemin ikinci haftasıydı. O akşamüzeri muhtar resmi bir zarf getirdi. Müdür yetkili öğretmen arkadaşımız zarfı açıp baktı:
-Tüh, tayinin çıkmış, dedi.

-Nasıl olur bu?

-Bilmem.

-Nereye çıkmış?

-Eşmişek Köyü’ne.

Oysa kendime yeni bir düzen kurmuş, köye de alışmıştım. Canım sıkıldı.

Köylüler hemen toplandılar. Onlar da “olmaz böyle şey” diyorlardı.

-Nerede bu köy? Bilen var mı ? diye sordum köylülere.

Amanos Dağlarını gösterdiler.

-O dağın üzerinde. Çok uzak bir köy.

İçlerinden bir köylü ekledi:

-İnsanları vahşidir, şapka giymezler, şapka giyenin selamını almazlar, dedi

Moralim daha da bozuldu.

Akşam durum değerlendirmesi yapmak üzere bir evde toplanmaya karar verdiler. O evin sahibi bizi önceden alarak evine götürdü. Diğer köylüler gelmeden önce karnımızı doyurdu. Biraz sonra köylüler tek tek gelmeye başladılar. Aralarında Kürtçe konuşuyorlardı. Bir kısmı “Bu eski öğretmenin işidir” diyordu. “Veli hoca iyidir, gidecekse öteki gitsin” diyenler vardı içlerinde. Kürtçe bilmememe rağmen bu açıkça belli oluyordu. Sonuçta ertesi sabah Kırıkhan İlköğretim Müdürlüğüne bir heyet göndermeyi, benim tayinimin iptal edilmesini sağlamayı kararlaştırdılar.


Ertesi sabah muhtar başta olmak üzere heyet ve ben yola düştük. Yolda heyet üyelerinden birisi:

-İllaki birisi gitmesi gerekiyorsa öbür hoca gidecek, sen kalacaksın, dedi.

Ben itiraz ettim.

-Olmaz, son gelen ilk gider. Yapabiliyorsanız ikimizin de kalmasını sağlayın.

Heyet, ilköğretim müdürüyle görüştü. Ama müdürü ikna edemediler. Tekrar çarşıya döndük. İçlerinden birisi:

-Bu işi çözse çözse İsmet Ağa çözer, dedi.

İsmet Ağa’yı aramaya başladılar. Saat on yediye doğru nihayet İsmet Ağa’yı bulabildiler. İsmet Ağa:

-Bu nasıl iştir? Yürüyün gidelim, dedi efelenerek.

Yürürken:

-İlköğretim müdürüne tek bir şey söyleyeceğim. Öbür hoca solcudur bu hoca bizdendir. Bu hoca kalacak, öbürü gidecek, diye gürledi.

Bu gücü nereden alıyordu bilmiyorum. Yoksa gücünü abartıyor muydu?

Buz gibi oldum ağanın sözlerini duyunca. Nereden çıkmıştı bu sağcılık, solculuk meselesi? Neyse ki biz daireye vardığımızda ilköğretim müdürü çıkmıştı. Geri dönerken:

-Sabah sekizde kahvede ol. İlk işim bu işi halletmek olacak, dedi.


Alışveriş yapmak bahanesiyle izin istedim heyetten. Öğretmenleri seven, koruyup kollayan bir kaymakam var diyorlardı. Tekrar dönerek Kaymakama gitmeyi ve ona derdimi anlatmayı kafama koymuştum. Kaymakamlık binasına girdiğimde hemen bütün memurlar çıkmışlardı. Kaymakamın kapısı açıktı. Bekçi kapıdaydı:

-Kaymakam beyle görüşmek istiyorum, dedim kendimi tanıtarak.

-Mesai bitti. Kaymakam bey çıkacak, dedi.

-Bir dakikada anlatırım derdimi. Haber verir misin?

-Olmaz kardeşim, dedi. Yarın sabah gel.

Kaymakam bey sesimizi işitmiş olacak ki:

-Ne var? diye sordu bekçiye.

-Bir öğretmen kaymakam bey, sizinle görüşmek istiyor.

-Gönder yanıma, dedi.

Ürkerek içeri girdim. Yer gösterdi.

-Bize çay getir, dedi bekçiye.

Derdimi kısaca anlattım.

-Bu memlekette olur böyle şeyler. Vatanın her yeri bizim. Eşmişek’teki çocuklar da bizim çocuklarımız. Sen gitmezsen, ben gitmezsem kim eğitecek onları? dedi.

Bahçe kaymakamlığından, orada yaptığı hizmetlerden bahsetti. Sonuçta:

-Senin o köye atamanı durduramam ama her zaman yanında olmaya söz veririm. Ne zaman başın sıkışırsa beni arayabilirsin, kapım daima açık, diye ekledi.

Birden kendimi daha güçlü hissettim. Makam odasından çıkmadan kararımı verdim. İsmet Ağa’nın karşısında eziklik duymaktansa gidip Eşmişek’te göreve başlayacak, onurumla görev yapacaktım. Çayımı içtikten sonra izin istedim. Beni ayağa kalkarak uğurladı.

-Moralini bozma, dedi kapıdan çıkarken.

Kimdi o kaymakam biliyor musunuz? Meşhur valimiz, trafik kazasında kaybettiğimiz Recep Yazıcıoğlu’ydu O. Rahmetle, minnetle anıyorum kendisini.

 
Toplam blog
: 114
: 860
Kayıt tarihi
: 29.12.06
 
 

Osmaniye Düziçi doğumluyum. Sınıf öğretmenliği, ilköğretim müfettişliği, il milli eğitim müdürlüğ..