- Kategori
- Deneme
Rüzgarın savurduğu son durak: Sözün bittiği yer

Dışarıda yağmur yağıyordu...
Yağıyordu yağmasına ama yere düşen her damla, buhar oluyordu daha yere düştüğü anda.
Alev alevdi toprak...
İncelmiş miydi yer kabuğu ve su damlaları doğrudan çekirdeğe mi sızıyordu yoksa?
Bu yüzden mi sekerek, hatta koşar adım yürüyordu herkes ve attığımız yanlış adımların yanık izlerini taşıyorduk tabanlarımızda?
Bu yüzden mi sağlam basamıyorduk toprağa ve savruluyorduk kuru bir rüzgarla?
Dil yorgun, dudak yorgun, bugüne dek söylenmiş ve bundan sonra söylenecek bütün sözler yorgundu.
Hani sözün bittiği bir yerden bahsedilir ya...
Rüzgarın savurduğu son durak orasıydı ve dinen rüzgarla birlikte işte biz tam da oraya varmış olmalıydık.
Kimse tarafından anons edilmeyen, ama varıldığında herkesin nereye geldiğini kolayca anladığı suskun insanlar diyarı... Sözün bittiği yer...
Derin ve çorak bir uçurumun kenarında terk edilmiş bir kasaba gibiydi burası.
Bu kasabanın suskun insanları, birbirlerinin dilinden anlamıyorlardı ve bu yüzden de hiç kimse konuşmuyordu bir diğeriyle. En fazla pınarları kurumuş gözleriyle selamlıyorlardı birbirlerini, kırık bir tebessüm eşliğinde...
Sözün bittiği yere gelince, kimisi anlaşılamamaktan muzdarip uçurumun dibinde buluyordu kendini nihayetinde; kimisi sözün bittiği yerden kaçmaya çalışırken yollarda kayboluyordu; kimisi de kabullenmiş dönüşü olmayan bu kasabayı öylece bekliyordu Tanrı'nın gelip kendisini alacağı zamanı.
Biz de tek gidiş kesilmiş biletimiz elimizde, öylece kalakaldık bir süre. Herkesin aklından geçen o üç seçeneği düşündük biz de, düşünmediğimizden değil.
Ama ilk anda uçuruma yaklaşamadık bile, korktuk.
Bir zaman sonra kendimizi aklımızda hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğimiz bir kaçış planıyla, Tanrı'nın gelip bizi almasını beklerken bulduk.
Cesurca sarf edilen onca sözden sonra, sözün bittiği yerde sıkışmış iki zavallı çıplaktık artık sadece. Bütün çıplaklığıyla birbirini bilen -özellikle de kimselerin bilemeyeceği gizli saklı yerlerdeki bütün yara izlerini ve hatta benleri- ve bu bilme halinden nefret eden... Çıplaklığın şehvete değil eziyete dönüştüğü bir hal ve vaziyetten bahsederken; sözlerden bahsetmek pek de mümkün değildi elbette. İçten içe kanıyorduk ve bunu birbirimize itiraf edemiyorduk.
Bir sabah uyandığımda seni yanımda bulamadım. Yerimden doğrulup, camdan uçuruma doğru baktım; aslında çoktan buradan kaçtığını ve yolunu ararken kaybolduğunu düşünerek...
Oysa yine yanılıyordum, seni hep yanlış anladığım gibi...
Uçurumun kenarında ve sağanak yağmurun altında, başını önüne doğru eğmiş; hiç kıpırdamadan, öylece duruyordun. Yağan yağmura inat alev alev yanan ayaklarını ve usul usul bütün vücudunu saran toprak yangını izliyordun. Cesaretin yoktu uçurumdan atlamaya... Bu yangın bedenini yok edip, küllerini uçurumdan savursun ve galiba çektiğin acılar artık son bulsun istiyordun.
Öylece durup küle dönüşen bedeninin rüzgarla savruluşunu izledim. Senin için ya da daha doğrusu bizim için yapabilceğim hiçbir şey yoktu. Sözün bittiği yerdeydik... Ne seni vazgeçirecek telaffuzu mümkün bir sözcük vardı söyleyebileceğim ne de benim seninle ya da "bizimle" uğraşacak gücüm...
Bir süre sonra penceremden tamamen silindi görüntün.
Sonra bir rüzgar daha esti ve sanırım sen gidince bana bir dönüş bileti kesti.
Kasabadan ayrılıp eve döndüğümde masanın üzerinde senin bıraktığın o notu buldum.
"Sözlerin anlamını yitirdiğini biliyorum, ama bil ki gidiyorsam sebebi sana olan sevgim ve bensiz yepyeni, mutlu bir hayat kurabilmen dileğimdir. Hoşça kal."
Konuştuğun dil uzun zaman önce hafızamdan silindiğinden, ne demek istediğini anlayamadım.
Notu buruşturup attım ve sanırım seni hafızamın derinliklerine gömdüm.