Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Temmuz '22

 
Kategori
Alışveriş - Moda
 

ŞABAN AKBABA KİTAP YAZILARI

BİREŞİMCİ[1] TOPLUMCU -ÇIKIŞ- ŞİİRİ ve

 HALİDE YILDIRIM’IN “ISSIZ KUĞU” ŞİİRLERݧ

 

Her şeyi ve şiiri yalnızca kendilerinin bildiği sanrısıyla yaşayan bunalımlı, benmerkezci şiir dünyasından burun kıvıranlar olacaktır mutlaka. Ayrıca, hiçbir bilgi ve deneyim birikimi olmayan, sanatsal-şiirsel- kültürden nasiplenememiş ya da bütün bunların üstüne kalın bir çizgi çizmiş 12 Eylül türedilerinin, holdinglerdeki çanak yalayıcıların rahatsız olduğunu da görür gibiyim.

Haksızlık olmasın diye düşündüm, yazın-şiir dergilerini daha sıkı izlemeye aldım. Son birkaç yılım bu amaç ve disiplin içinde geçti. Şimdi daha rahatım. Özgüvenim tam, kalemim de yüyrük. Manifestomu(!) yazabilirim. Önce sorularım var bir dizi:Şiirin yaşamdaki, ya da yaşanılanlar karşısındaki yeri neredir, nasıldır? İnsanlık tarihinde işlevi ve önemi oldu mu hiç? Şiir eleştirebilir mi? Şiir canlı bir varlık mıdır? Ölü mü yoksa? Ölümün ayak sesi mi? Ne?... İnsandan ve insani olandan mıdır şiir; insanın ve onun şiirinin içselleştirdiği nedir; yaşam ötesi mi? Yaşamdan, yaşantılardan, yaşanandan ötede ne var? Metafizik mi?

Balık deryadan habersizse ki öyledir; çünkü o bir balıktır, alıktır. Yadsımadır ötesi, ya da kaçıp kurtulma çabası… Devekuşu da denir bu davranış biçimini sergileyen her kimse. Oysa yaşamdan kaçılamadığı gibi, binbir çeşidiyle yaşanıyor ayrıntılar. Bazı şeyleri yaşamaktan kaçı-nı-labilir elbet. Nâzım Türkiye hapishaneleri yaşıyordu örneğin, bazıları  sosyete sofralarının şallı güllü esrikliğini.

En sanatsalını yap şiirin, estetiğin doruğunda işle onu; dirik olsun ama, yaşasın. Ölü doğanın, ölenin kimseye hiçbir diyeceği olamaz. Ne sanat, estetik adına, ne de içerik, öz adına. Mallarme’ye, Valeri’ye, Saussar’e, Nietzche’e sığınmanın âlemi yok artık. Onların hiçbirinin doğusu, güneydoğusu, sarp dağların yol vermez yamaçlarında yaşam bulan çaşır yüzlü çocukları, dağdan dağa kaçarak evlenen, siyah-beyaz televizyon izlemek zorunda kalan, çocuklarının gözlerinde yük katırlarının ölgün ışığı mevsimlik orman işçileri, insanüstü koşullarda yaşamaya çalışan alabildiğine “cahil” vatandaşları, alınıp verilmeyen, götürülüp getirilmeyen; ailede, okulda, askerde, karakolda dövülüp sövülen arkasızları; kirli savaşı, BOP  sözcülüğü, faşist yasaları, derin devletleri, oligarşinin, ama özellikle de militarizmin hegemonyası, kurşunlanan dağları, “bebeklerden katil yaratan" ideolojisi yok. Daha doğrusu, onlarda çok daha vahim biçemleri yaşandı, ama aşılalı çok oldu. Mallarme ve diğerlerinden yüzyıllarca önce. Bizdeyse oralarda onların aştıkları daha yeni yeni giriyor yaşamımıza. Kimse verili koşulları şiir, sanat, birey v.b. gerekçelerle görmezlikten gelmeye kalkmasın! Onun adı başka olur, başkadır. Önce Bruno olacaksınız, Galile, Anne Frank vb.; ateşlere atacaksınız sevgili canınızı Nazım’ca, giyotine koyacaksınız  korkak başınızı, KZ’lerde yakılacaksınız… Hiç değilse “E” tiplerini tanıyacaksınız işkenceler sonrası, ancak ondan sonra (o da “şair” olmayı bir yana bırakarak) Nietzche’nin nihilizmini benimseyebilirsiniz.

Sanatın doğuş gerekçesine, ürettiği anlama, yarattığı –yansıttığı ya da yankılandırdığı maddi karşılığı olan- olmayan sese- ve pratikteki işlevine de denk düşmeli sanatsal üretim. “Sanatın Öyküsü”nün yazarı E.H Gombrich kulübeyle imge karşılaştırmasında, ya da benzetmesinde de; “ilkeller için bir kulübeyle bir imge arasında yararlılık açısından hiçbir fark yoktur. Kulübe onları yağmurdan, rüzgârdan, güneşten ve kendilerini yaratmış olan ruhlardan; imgeler ise, doğal güçler kadar gerçek olan öteki güçlere karşı korur.” Boğmadan yüzdürebilmek yüzmek isteyeni, hatta yeniden (çünkü sanat en azından yaşamı yeniden üretmekle meşguldür) üretmek bunaltmadan, yabancılaştırmadan. Egemen şiirin bu son işlevine dikkat çekmek gerek.

Soruyorlar: Neden şiirimizi okumuyor bu halk? Yoksa şöyle mi olmalı şimdilerde bu soru: Neden şiirimizi okuyanların sayısı bu kadar az? Neden şiir okurlarının sayısı şiir yazanların sayısından fazla değil? Yabancılaştırıldı çünkü halka -kitlelere- şiir. Doğasına ters düşürüldü, gereksinmeleriyle buluşturulmadı. Şiir dünyasına gelince…  Her ay üretilen şiirlerin binlercesi birbirine benzeyince, bir benzer şiirler ve şiir yazanlar gettosu oluştu; kendine dost(!), ötekine yabancı. Gettolaştı ve gettonun “manifesto” adlı bağnaz, bölücü, egosantrik (benmerkezci), en nihayet naif (çocuksu), ama kurnaz, schhow (gösteri)cu, prematüre(yarım-erken doğmuş), yaşamın, sanatın, estetiğin boğazını sıkan sadist ve despot yasası yazıldı. Gettolar da, yasaları da, şiirler de yapaylaştı, soysuzlaştı. Bu son sözcük de özellikle bazılarını çağrıştırsın diye yazdırdı kendini buraya. Somut gerçekliğin içinde az yer kaplamak, sanat gettosunda çok yer tutmak, küçük hegomonik-egosantrik ilişkilerle avunmak; biraz da küçülmek, egemenliği de yitirmek ve hatta yok olmak anlamına mı gelecekti? Denizde damlanın hükmü gibi… Biraz öyle oldu. Bütün (bu sözcük de soylu, soysuz sözcüğüne özendi galiba)  söyleşilerinde mangalları külsüz bırakanın şiirinde mangal bile yoktu değil mi? Mangal kavramının halk kavramıyla, kitlelerle ilgisi var biline! Kime ulaştıracaksınız (sizin için doğrusu; satacaksınız) şiir kitaplarınızı? Basmıyorlar ki, satabilesiniz! “Neden?” diye hiç sordunuz mu kendinize?

Her ay yüzlerce dergide binlerce şiir; birbirine benziyor. Nereden bakacağız özgünlük var mı diye? Varoluşçuluk gözlüğünden mi, yapısalcıların (belli sınırların içini gösteren) dürbününden mi, toplumculuğun yenilmiş, yılmış, korkmuş, başarısız olmuş, tembel psikolojisinden mi? İster ahlâki sorumluluklardan arınmış olarak bakalım, ister eytişimsizlik noktasından, ister insan, doğa, toplum üçgeninden, durum değişmiyor; özge değil birçok şiir ötekinden ve özgünlük kavramıyla anlatılabilecek şiirci yok gibi ortalarda. Oysa bireyde, toplumda ve doğada, bunların eytişimsel bütünlüğünde öyle çok özgünlük var ki!... Bunlara sırtını dönenin alanı daralır. Ayrıca çok iyi bilinmesi gerekir ki, “özgün”lük de bir meşruiyet sorunudur. Meşruiyet’in kaynağı bir avuç seçilmiş, yalnızca birbirini okuyan şiirci değildir, böyle bir şey yok. Soru: Hangi şiir-şiirci “özgün” şimdilerde ve hangi meşruiyet koşullarınca? Öyle yağma yok!

Nâzım’dan, Enver Gökçe’den, Behçet Necatigil’den, Ahmet Arif’ten, Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan ve hatta Necip Fazıl’dan sonra şiir neden ezberletemiyor kendini? Egemen şiir anlayışı, o anlayışla yazılmış şiirler ve o şiirlerin yazanlar “çocuklara şiirler” dünyasında neden yok? Ve neden çocuklarımızın yüzde doksandokuzu( kendi araştırmam) şiir kitabı satın almıyor, “şiir” okumuyor? Günümüzün her ay yayımlanan binlerce benzer şiirinden birini yazan şiirciden hangisi, kalabalıkların önünde kitabından şiir okuma sıkıntısı çekmez? Hangi şiiri gençler biliyor, ya da ezberliyor; hangi şiir yazanın şiirini? Hangi şiir yazarını tanır, yalnızca birbirini tanıyan şiir yazarlarının dışındaki (halkımız bile demiyorum) ülkedaşlarımız? Ahmet İlkan Selçuk’u, Yusuf Hayaloğlu’yu, İbrahim Sadri’yi, en yeni  versiyon Bedirhan Gökçe’yi mi? Onlar mı iyi şiir yazıyor, gettodakiler mi? Gettodakiler elbet. Bunu biliyorum. Bir bildiğim de gettonun getto olduğudur. Tanınmışlığın, ünlü olmanın koşulu; gettodakilerin birbirini ve komşu gettodakileri tanımasıyla sınırlı olduğu günümüzde, birbirlerini ağırla-ta-yanlar da, yalnızca birbirlerinin şiirini dinlemekle kalmaktadır. Hatta şiir antolojileri, yıllıklar gettoları için de bu kurallar geçerlidir. Yenibütüncü getto Veysel Çolak’la Seyit Nezir’i, Tuğrul Keskin’i; soylu yenilikçi (tek kişilik) şiir gettosunu ve o gettonun reisini, bu reis örneğin Seyit Nezir’i değilse bile Metin Cengiz’i çok iyi tanıyordur. Bilinmeyen, tanınmayan gettolar ve o gettoların nice adsız kahramanları var! Doğuş, Parçalı Ham, Dördüncü Yeni, Bağımlılık bunlardandır örneğin. “Getto bildirileri”dir  yazdıkları da. Ya da kabile yasaları. Zulu kabilesinden olmayanların asla tanımadığı, hatta belki okumadıkları…

 

Şiirin medya maymunlarına hiç sözüm yok, sözüm şiir yazarlarına. Oturup kalkıp değerbilirlik göstermelidirler ki yazdıklarına “şiir” diyorum. Demeyebilirdim de. Çünkü özgünleştiremedikleri (meşruiyetsiz) şiirleriyle bunu hak ediyorlar. Değilse eğer, söylesinler; şimdilerde kim “masa” gibi, “saman sarısı”, “kayayı delen incir” “bir mendil niçin kanar” gibi dilden dile dolaşan şiirlerin yazarıdır

Okunması bile okuyana güçlük çıkaran, anlam ve sezgi sorunu olan şiirin ezberlenme olanağı haydi haydi olamaz. “Şiir” dememin nedeni, bu şiirlerin salt sanatsallığı yüzündendir. Herkes de biliyor ki, “biçem”; özle biçimin eytişimsel-estetik  bütünlüğünün adıdır. Özgünlüğün arandığı bir başka ve sanatsal koşul da  budur işte!

Kusura bakabilirler “şair” demiyorum özgünlüğü olmayan şiirlerin yazarlarına. Bu unvanı ne siz verebilirsiniz kendinize, ne de ben verebilirim; o unvanı “meşruiyet”in kaynağı olan yaşam, yaşayan, yaşadığını yazılan şiirler-iniz-de gören, kendini, kendinden bir şeyleri bulan  “halk”, bir zamanlar davranışları ölçüt kabul edilen “kitleler” verir. Hem şimdilerde kaç şiir yazarı “halk” kavramını bir solukta tanımlayabilir; şimdi, şu satırları okuduğunuz an kendinizi test edin örneğin: Halk nedir? Gerçi bütün gettocular kendi gettolarındakiler ve diğer gettodaki şiir yazıcıları için onca kolayına “şair”, mair diyorlar ama; her şey o kadar ucuz değil. İkinci neden de “biçem” sorunuyla ilgilidir. Biçemi olmayan şiir yazarına da kimse “şair” demiyor. Yaşamın bir yanını, hatta öznesini yok sayacaksınız, sözcük oyunları oynayacaksınız, sanatınızı yarım-yamalak, eylemsiz, yalınkat ve yavan üreteceksiniz, sonra da sanatsal unvanlar alacaksınız; bu “meşru” değil.

Var oluş nedeniniz, beslendiğiniz kaynağınız, hizmet alanlarınız belli. Hatta bir adınız ve internet sitelerinde suyu bulandıran soydaşlarınız var. İnternetin kaynağından besleniyorlar. Ya da beslendiklerini sanıyorlar. Zavallı internet gettocuları! Size de fazla zaman ayırmayacağım.

Şeyh-mürit utancı da girdi şiir dünyamızın tarih defterine. Nâzım ne diyecek biliyorum; “yaşama da, şiire de yaramaz gericiler!” İstanbul, İzmir ve Ankara’da büyük sandıkları d(t)er(z)gâhları var. Medyayla (sermayeyle) da göbek bağları. Sürekli olarak yaşamda boşluklar üretiyorlar. Oralarda yazıyorlar şiirlerini, o boşluklarda yok olup gidiyorlar.

“Getto putlarını devireceğiz”; tam olarak böyle dememişti Nâzım, ama siz öyle duyuyorsunuz, biliyorum. Şöyledir şimdiki: Postlarınız (şeyh de olsanız, postmodern kalfalar da) kafanıza geçirilecek, modernliğiniz size kalsın. Ama artık düşün yakasından sanatın ve şiirin; bu ülke yaşıyor. Bu ülkenin zengini de var yoksulu da; ezeni de var ezileni de; bu halk özgür olmak istiyor. Bu ülkede demokrasi ve yaşam savaşımı var; kentsoylular soyluluğu hak edemeyecek kadar ağavari, acımasız ve cahil; savaşımı acımasızca bastırırken, işkence yaptırmaktan, aç-susuz bırakmaktan, üçer beşer öldürmekten, ya da örneğin kolunuzu koparmaktan çekinmiyor. Çok daha önemlisi; “vatan, millet, bayrak çeteleri kurup ülkenin gerici dizge yapısını faşistleştirmeye; “şairlerin şiirlerini” yakmaya, yazanlarını da Lorca gibi kurşuna dizmeye çalışıyorlar. Böyle bir durumda Lorcacı bile sayılmamak var; üzücü! En iyisi; bütün bunların ötesindeki kumsalda başını kuma sokarak, yaşamın ve yaşananların kıyısına bile yaklaşamayanlar, el çeksinler, yeniden üretemezler çünkü yaşamı. İnsansız, halksız ve yaşamsız üretimleri sanat olamaz. Öznesi olmayanın yüklemi de olmaz! Oysa yaşama yön verendir yüklem. Yoksa aç ve şiirsiz kalır yaşayanlar.

Bu çok önemli: Sanatın bir işlevi de yaşamı yeniden ve estetik düzeyde üretmekse; tam anlamıyla “devrimci” olduğunu anlamak gerekir. Sanat kurulu düzenin yanında olamaz, ona yaltakçılık yapamaz, yararcı değildir, reformların yalancı değişimini benimsemez, devrimcidir. Bir ölçüt de bu! Çünkü hem yeniden üretmek, hem de en güzeli üretmek: Verili koşulları, insanca yaşanılabilir olana dönüştürmeye yeltenmek ve bunun için eylemektir sanatın işi ve işlevi. Şiirin de…

Ve K uğu Dili, Halide Yıldırım Şiiri

Bu bağlamda Halide Yıldırım şiirini önemsiyorum. Tek kitapla çok kitaplık bir yolu katedebilmesine karşın görülmezden gelindi. Bu bir korku belirtisidir diye düşünüyorum, bir çeşit iktidar  hastalığı. Oysa şiirler orada, ortada… Herkesin gölgesinden ürktüğü yerde… Mızmızlanan, mırıldanan değil, şiire dair estetiği içselleştirmiş  yüksek sesli dizelerle ... Şairin- şiirin (sanatın) yakışığıdır  muhalif ses ve bunca yaşam kokuşlu imge gerçekliği, dil bilinci. Doğu'dan Batı'ya, toplumsal gerçeklikten, yaşamdan çekilen imgeye, arkaikten güncele kadın duyarlığına açılabilen parçaların bireşiminde can buluyor onun şiiri ve bundan ötürü bu yazının konu nesnesi edildi. Evet  iyi bir bireşim  onun şiirleri ve bu yeni bir şey...Adlarını kocalarının bile bilmediği (insan üretme yeteneğiyle emeğin en güzel temsilcisi) kadınların yaşadığı bir ülkenin ve dramın şiiri onunki:

“kumun gizini bilen kadınlar gördük/ çölü rüzgârla eğitiyorlardı/ suskun oğullarını ateşte sınayıp upuzun/ sebepler topluyorlardı, tanıdık!/  yitik kurşun hedeflerden/ yol çizdik dövmeli alınlarına/ şaşırıp geri dönmesinler dedik/ arada kır saçlarını çalı dibi yapıp/ ağlaşan kadınlardı, adlarını / kocalarına sorduk, bilemediler/…(Issız Kuğu, s.67).

  Kulübeyle imge eytişimi neyi imliyorsa yaşam-şiir eytişimi de onu imliyor. Şiirlerine baktım; salt yadsıyan, yabancılaş-tır-an şiirimizle, benimseyen, direnen, savunan şiirin ortalamasını yakalamış Halide Yıldırım. Çünkü kültür-lenme- altyapısı sağlam, ideoloji ve yaşam altyapısı da; dünya görüşü bu bağlamda oluşmuş. Çıkış olarak sol'da bir devrimcinin şiiri onunki, Issız Kuğu'nun ilk bölümü olan "Susmaların Kıyısında" şiirleri bu yargıyı doğrulayıcı niteliktedir. Eylül Sonu, Haberce ve Sus şiirleri ve diğerleri bu türdendir. Örneğin: "Sustum İlâmı" şiirinde içeri'deki hali şöyle şiirler Halide Yıldırım: "onyüzbin milyoncuk soru/hepsini bildim diye, aferin diye!/yüzümün afrikasına/üç defa sol sol sol!" ve  "şu kesik benim/ taş üşür durur/konuşmazları konuş!/kıvrıl git gel ter!/yüzümün dağılmışından/taze içimlik suyum/az sönük sigaram, ah ellerimi..." artı olarak edebiyatın içinden geldiği gibi, aldığı etkiler bağlamında, durduğu, bulunduğu nokta onu şiirini besleyen kaynaklar kolay elde edilebilir gibi de görünmüyor. Belki büyük bir şanstır bu hem kendi hem şiir adına.

Yaşadıkları ya da çok yakından tanığı oldukları, derinden derine duyumsadıkları şiirleşiyor Halide Yıldırım’da; okuyor, damıtıyor, bireşimi beceriyor. İnsan ve onun emeğiyle ilgileniyor, onlara “içtenlikle” bakıyor imgeye dönüştürüyor. Yaşamla sıkı bağını kuruyor şiirin, estetiğin. Giderek birey-insan, toplum, doğa eytişimini gözden kaçırarak “kaçak” durumuna düşmüyor. Yazdıklarının şiirleşmesine koşut olarak “şair”leşiyor. Bunu şunun için özellikle söylüyorum; son on-on beş yıldan beri yazılan şiirler şairce, aydınca, entelektüelce yaşanmışlıklardan, duyarlıklardan, toplumdan, üzerinde en vahşi oyunların oynandığı doğadan, insandan, diğer bir deyişle de bütün bunların eytişimsel bütünlüğünden almıyor gücünü; beslenme kaynakları zayıf, bu yüzden adına “şiir” desek de “bir bütün olarak” “şiir” değerine ulaşamıyor, şiir nehrimize de katkısı olamıyor.

"3 K"

Şiar özne; “3K”da etkin kişiliğini, kaynaklarından aldığı güçle özge/özgü/leştiriyor şiirini. Kaynağa döndüğünde algılanıyor. Bireysel dilini oluşturmuş ve cesaretle kullanıyor.(Saussure/ciler sevinecek). Ama “biçem" sahibi olmak gerek. Bunun için başka oluşmuşluklara da gerek var. Eytişim, örneğin. Özdeksel eytişimin felsefi ilkeleri, yapıları ve sosyal, ekonomik, psikolojik, coğrafi(mekân) bağlantıları ve toplumsal dili, özlü içeriği ve alttan alta gülümseyen, umut veren söylemi... Bütün buların diğer bir anlamı da şiirin öznesinin yüceltilmesi (Tesniere/ciler üzülecek)… Öznesi olan şiirin yüklemi de olacak elbet ve o damardan Nâzım’a, Mayakovsk’iye, Aragon’a; yüce şairlerin yüce geleneğine; ezilen insana, bir bütün olarak sanatın, aslında varlığının gerekçesi olduğu halde, şimdilerde bir kıyıya atılan erdemine ulaşacak. Erdemsiz şiir korkudan içi geçmiş, içine dönmüş bir kirpi gibidir. Kendi yazanı bile dokunamıyor kabuğuna. Kabuğuna dokunulamayanın özüne, tözüne hiç dokunulamaz. Hiç kimse dokunamaz. Orada öylece, kirpi gibi büzülüp kalır.

Birinci “K”: Kadın

Şairin kendini ve şiirini içinden soğurduğu, içinde erittiği, sonra da doğurduğu “Kadın”(lığın)a dairdir İnsanın insan üretim gücüne sahip en değerli, en sorunlu, en katmanlı, en şiirsel, en sevgili yanına… O kadınların ülkesinde (coğrafyasında/gerçeğinde) doğan-yaşayan, “başını onurla dik tutan” şairin ve kadınların şiiri. "Issız kuğu" bölümündeki "La" (s.33-40)ile başlayan şiirlerdir bunlar. Özellikle de "ırak olmayan kadınlar"(şiirden alıntı yukarıda). Burada bir çağrışım alıp “kadından şair” olmaza götürüyor beni. Halide Yıldırım bir kadın ve şair. Kadın şairler içerisinde ideolojisinden ödün vermeden yazabilen "dik" de yazabilen biri, eril-leş-meden. Soylu Anadolu kadınının dirimili bilge sesi okunur onun şiirinin arka planında. Hem arkaik hem modern kadının ince elenmiş sesidir bu; şiirlerindeki biçimde "italik" harflerle açık ettiği dizelerden çıkarabiliyoruz bunu. Hemen her şiirinde ikinci bir sesle var ediyor yeniden öteki- dipteki sesi. “Kadından ve kırkından sonra şair olunmaz” safrasını atanlar şiiri insan ve doğa ötesi, “şair” yerine koyduğu kendisini de yalvaç sanıyor; öyle değil. Şimdiki şiir eleştirmenlerinin (kimlerdir onlar? Var mı gerçekten şiiri bütünsel bir yaklaşımla değerlendirebilen?) gerçi köküne kıran girdi) de artık şiir eleştirisi yapabilecek birikimlerinin olmadığını apaçık görüyoruz. Onlar da safracı takımından…

İkinci “K”: Kürt

Kültürel, soysal-antropolojik ve folklorik varlığının kanıtı olan kimliğidir. "Kürt" kimliği… (baba Kürt, anne Türk  dolayısıyla melez, her iki kültüre de eşit mesafede, epey içerden biri).  Toplumun ve bireylerinin en sancılı, en destansı, en yadsınmış, en saklı yanı…. Lav/Lawo başlıklı şiiriyle Necef Öldü’nün akrabalığı bu köklerde saklı ve şair köklerini yadsımıyor, tam tersine bu olağanüstü güçlü şiirleriyle benimsediğini, acılı, ağrılı, kavgalı yaşaman içselleştirdiklerini şiir sanatının soylu hamuruyla yoğurarak şiirin kabalığa düşmeden, estetikten ödün vermeden bu bağlamda da işe yarar olduğunu gösteriyor. Ve böylelikle ne Kürt kimliğinden ne de Türk kimliğinden ödün vermeden, öteki-leş-tirmeden "araf" taki "melez" hali barışın diliyle şiirliyor, çünkü dünya görüşü buna müsait. Öncelikle "insan"ın evrensel dilinin, barışın dili olduğunu bilen dizeleri onu ele veriyor. Örneğin: " kendi kalıp taşayım istedim, cehennemim!/herkesi kendinde sevdim" (kırılırken dillenen kum, S. 30) diyebiliyor.

 Bu ülkede şu kadar milyon da Kürt yaşıyor (!) değil mi ey şiir yazanlar. Emek vermedikleriniz size de şiirinize de sahip çıkmazlar, değil sahip çıkmak göz ucuyla bile bakmazlar. Yanıtınız hazır: Şiiri halk anlayamaz. Daha doğrusu “anlamamalı”  diyorsunuz, çok derin bir etkileşim sonucu; dedirtiyorlar. Ama örneğin Kürt halkı bu şiirde kendinden ve sanatın güzelliğinden çok şeyler bulabilir ve onu içselleştirebilir. Çünkü “Kürt” inkârcıların, cahillerin, toplum önünde “Kürtler kardeşimizdir”, yandaşları yanında “düşmanımız” diyen iki yüzlülerin, yalancıların ve satılmışların varlığından çok daha somut bir gerçekliğidir ülkemizin. Üstelik oldukça da güzeldir “Kürt çocuklarının gözleri.” Bu toplumsal laboratuarda Kürtsüz deney yapılamaz, “gerçek şiir” de yazılamaz.

 

Lav/ Lawo

 

sesin boynuna dola dağları yazan

sar beline kurşuna dökülen sözü!

 

neden bu kadar güzel tanrım

kürt çocukların gözleri?

daha güzel daha derin

 

ağlasınlar diye mi?

 

biberler sürün ey göz, sürmelen

ateşler giyin yürek. üşümelerden

aşınan benlik. gömleği gölge

yangın dudakları sükut..

ağıtlara, sese yazılı yitik!

dile gel, okun, ey incelik

ben buralıyım!

 

dilim nereli?

 

karlar giyip kayalara seslenen

gün yanığı zamanlara sor,

neden dallarım darağacı,

sarp kayalık, uçurum...

gözlerinde kara oyuk

kuzguni yama... ağzında

lav ateşi üşüyen rüzgar!

 

uğrun diken sürgünü!

 

kara yerde ten gülleri her bahar

katmer katmer açar ya kemiği

türkü yakar kabukta yara...

sızar sesimin kanı derine sessiz

kuşlar havalanır ya can alıcı...

 

düğüm düğüm çözülürüm!

 

İnsanlığa açılmak, insanı el üstünde tutmak ve aralarına ayraç koymadan güzel değerlerine saygı göstermek, şairin ve şiirin ilkelerinden değil midir? Yanıbaşınızda dünyayı yutmaya çalışan emperyalist savaşlar insanları cayır cayır yakıyor, çocukları ağırlıklarının on katı, yüz katı bombalarla paramparça ediyorsa “şair”lik gerek onu şiir sanatının ilkeleri ve diliyle haykırabilmek, canavarın yüzüne fırlatabilmek için...

İşte aşağıdaki şiir bunun şiiridir; sesindeki şiddet, bu kirli emperyalist savaşın yıkımının önüne bir şair olarak yapabileceği tek gerçek edim olan sesi/şiirini siper ederken "insan"ı hem şiiri hem dirimi davet eder. Burada düşmanı bağırarak korkutma bilinçaltı konuşur kadının, bir ananın evladı üzerine kapanması gibi. Ama dikkat, sözün/anlamın bittiği yerdir bu doruk. Bu ses, bu şiir, artık ne Türkçe ne Arapça ne Kürtçe ne Farsça başka bir lisandır artık, evrensel dişil bir çığlıktır. Şiirin lisanı da bu değil midir? Tek dil bilen şiir'in yaratan, onaran çığlığı...

 

Necef Öldü

 

dişlerimin arasında sıkı eskitme bir defo!

çağları ekşice ezip nane likörü elma kefir ve

 

yaa sabır! ya... necef öldü!

bezirgancı sular seller aşınmalar

 

sefertası gacırtısı, gölgede künk!

çatal kaşık hiyerarşi, necef çöldür, çöl içiniz

 

ya kum aşkına, ya deniz!

tabula rasa! ey beyaz, ya çamur!

 

sivrisinek sap caz bedevi dedim!

sağa soldan cüz! tarihe tersinden

 

mem nu... kerkükler kütür kütür

hammo rabuuu! kopar tırnak!

 

dünya bundan kubbe tellak ve deve!

neft giyin!

 

don başıma! don başıma! aklın donu!

bu kaçıncı malabadi? bu kaçıncı ıslık?

 

kımıl kıvıl kan irin daha dün sanki

acemaşiran çalıyor, damçı damçı

 

necef öldü!

necef öldü!

 

yaşasın necef!

 

Üçüncü “K”: Kar(s) Kar(s)

Şairin kültür ve dirim boyutuyla ilgilidir. Yoğrulduğu hamurun coğrafi boyutuyla… Yaşadığı/yaşanan mekânla… Ülkemizin en simgesel, en uç, en öte, en özge ve en bizden yanıyla… Oturup düşünmek gerek algılayabilmek için. Ama örneğin Doğu, Güneydoğu, Karadeniz coğrafyasıdır bu şiiri yaz-dır-an; anlar onu. Mekân tarihi, coğrafi, sosyo-politik koşulları nedeniyle “şair”in ve şiirin vicdanının ilgilendirecek yeterlikteyse, ve bir simge olarak özellik taşıyorsa onu kişileştirmek gerekiyor. Yazının bir işlevi de tanıklık ve tanıklığı işlevselleştirmektir. Şairin üçüncü “K”sı Kars coğrafyasını ve Kars’ın “kar”ını içerdiği için çok özel bir misyona sahip. Şiirin misyonu da var evet. Buradaki çağrışım Orhan Pamuk’un kurgusal “Kar”ıyla ilgili olması nedeniyle, hem de aynı yıl, ve hatta aynı gün yayımlanmış olması bir yana; sanatta, edebiyatta bir coğrafya, bir mekân “Kar”daki gibi değil örneğin, “Kar(s) Kar(s)”daki gibi anlatılır ancak, öylesine güçlü yaşamsal vurgular ve öylesine büyük bir içtenlikle. Ama tam da bu nedenlerden ötürü Halide Yıldırım hiçbir zaman Nobel sahibi olamayacak, bunu da bilmelidir. Çünkü o Kars’a dair üçüncü “K”nın da daha içerilerinde saklı kaz'ın kaba kültürünü estetiğin imbiğinden geçirerek “kuğu dili” ne dönüştürmüştür; o kadar ki kitabına ad olmuştur bu dilsel-estetik düzey, adı bile bu anlamda manidardır: "Issız Kuğu".?

 

Kar(s) Kar(s)

 

tiftik bir bulut olmalı

dedemin başı

kızılcık bir çubuk

bele destek geçirip kolları

çakmaktaşı sabırla

zaman harman olmalı

 

yaşadığım yere kar!

mecbur kar yağmalı

 

dersim hatırası orak!

biçilmiş serçe parmak

ağızda tespih tespih dua

kar çıkmış sakallar gurbet

bir sevinç olmalı eriyen...

 

yaşadığım yere kar!

illâki kar yağmalı

 

amcamın şapkası kar olmalı

ayağında yün çoraplı cızlaved

omzunda kalabalık aşiret

o susuşlar babamdı benim!

son bir bakış olmalı ağır...

 

yaşadığım yere kar!

mecbur kar yağmalı

 

buğdayla gelin zamansız darı

huyumuz karasu'dan mor elleri

ağzı burnu yaşmaklı, sorgusuz!

 

kar küremeli dağ adamlar

at suvarmalı tejgere tejgere

küfür, dert deva...

dikilip bir damın üstüne

dizi dizi, direk direk

 

- kar altında bahar aramalı-

 

Kadın-doğurgan insan(sanat)-insan anlar onu, Kürt-Türk-insan anlar, Kars-coğrafya-insan anlar, kar-doğa-estetik insan anlar onu. Sanata ve bu arada şiire temel olan bu dörtlü tarafından anlaşılır olmamak üzmez mi şiirini, yazanını? Yerelin, ulusalın, etniğin ve evrenselin dili de anlar onu. Sesin, müziğin, oylumun, anlatımın dili de… Anlatımın biçimi, anlatımın tözü, içeriğin biçimi ve içeriğin tözü de anlar onu. Eytişimin, biçemin, öznenin ve yüklemin estetik varlığı da… “Şairlik meşruiyeti”ni yaratan, ona biçem(can) veren kudretin kaynağı bu dörtgenlerin açı ve kenarortaylarının kesiştiği yerlerdedir.                       

Tıpkı Halide Yıldırım gibi, şiirini buralarda kurabilen “şair”lere gereksinmemiz var. Çünkü bir an önce bunalımlı şairlerin bunak şiirlerinden arındırılarak yaşamı kurtarılmalı şiirimizin... Devrilmeli bir kez daha yapay putlar!

 

Milliyet Blog, Şiir Akademisi, Eliz Edebiyat



[1] Bireşim(sentez):Yalınç düşüncelerden karmaşık kavramların, türlerden cinslerin oluş-turul-ması. Burada;farklı şiir anlayışlarının (biçemlerinin) bireşiminden  yeni bir bireşim-biçem-şiir oluşturma.

 

§2.Halide Yıldırım, Issız Kuğu, Kül/ Sanat Yayınları, Temmuz 2005

 

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..