- Kategori
- Anılar
Sakın sen kuşlara uyma

İstanbul'u dinledim bugün, gözlerim kapalı. 1 metre önümde, ayağımın dibinden gelen motorların, vapurların gürültüsü, hep bir koşuşturma halinde olan insanların uğuldayan sesleri, karşımda bir uçan, bir denize inen martıların ötüşleri, arkamdan gelen araba ve otobüslerin kornaları, ardından sert bir fren sesi... İnanılmaz belki ama ne kadar da özlemişim bütün bunları...
Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm, ayağımın dibine kadar gelen bir güvercindi. Hiç korkmadan, cesurca insanlara bu kadar yaklaşabildiği için tebrik ettim onu. Bu kuş ve diğerleri, insanlarla içiçe olmaktan onlara o kadar benzemişler ki, yüksek kaldırıma çıkıp inmek için iki basamaklı merdiveni kullanıyorlardı! (Oysa benim de onlar gibi kanatlarım olsaydı, bu fırsatı hiç kaçırmazdım) Beni en çok güldüren de, küçük çocukların kuşları yakalayabilmek için sağa sola koşturmalarıydı.
Kuşların kovalanarak yakalanamayacağını uzun zaman önce öğrenmiştim ben. Çünkü küçükken ben de kovalardım hep; ama şans eseri bir kuşu yakalasaydım ne yapardım hala merak eder dururum :)
2006 Ağustos'tan beri görüşemediğim, ama yüzyıllardır görmüyormuşçasına özlediğim çocukluk arkadaşımı bekliyordum. Yaşadığımız şehirler birbirine hiç de uzak sayılmazdı ama onun işleri, benim de okulum dolayısıyla ne o İzmit'e gelebiliyordu, ne de ben İstanbul'a. KPDS İzmit'te yapılmadığı için hayatımda ilk kez ÖSYM'ye teşekkür ettim içimden.
Beklediğim arkadaşım arayıp, trafiğe takıldığını, beni biraz bekleteceği için özür dilediğini söyledi. "Olsun," dedim; ne de olsa ona bu kadar yaklaşmıştım ve onunla aynı havayı soluyordum; bu bile bir şeydi!
Aniden sol tarafımdan mis gibi balık kokuları gelmeye başladı. O ana kadar karnımın böylesine acıktığını farketmemiştim. Dolayısıyla, ayaklarım, o kokuyu takip etmem için istem dışı hareket etmeye başladı. Boş bulduğum ilk masaya oturdum. Ve aylardır yememiş olduğum o leziz balığın masama gelmesi için beklemeye başladım.
Tam karşımdaki masadan sanki bir ışık yayılıyordu, gözlerim o tarafa kaydı doğal olarak. Cam gibi bir çift mavi gözle karşılaştı gözlerim o an. Sonra balığım geldi, gözlerim o gözleri görmez oldu :) Tabağımdaki balık dururken başka bir şeyle ilgilenemezdim elbet. Nefisti! Çarşaf gibi dümdüz denize bakarak yenen balık kadar güzel bir şey olamazdı! Tabağım bitmeye yüz tutmuşken, o cam gözlerle birkaç defa daha karşılaştı gözlerim. Ama hepsi bu :)))
Sonra hesabı ödeyip kalktım. Arkadaşım daha gelmemişti, sabırsızlanıyordum. Ben İzmit'ten 1 saat 15 dakikada varmıştım Kadıköy Vapur İskelesi'ne, oysa o Kağıthane'den iki buçuk saatte gelememişti. Banklardan birine oturup denizi seyretmeye ve İstanbul'u dinlemeye kaldığım yerden devam ettim.
Bir karabatak vardı denizin ortasında. Uzun bir süre onun dalış-çıkışlarını takip ettim, yanımda oturan küçük kız ve dedesiyle birlikte (Tanımıyordum onları). Karabatak sanki bizim onu izlediğimizi biliyormuş gibi çeşitli gösteriler yaptı bize :)
Kuşlar dikkatimi çekti yine. O kadar korkusuzlardı ki. İnsanların ayaklarının dibine kadar geliyorlardı (ben bile tanımadıklarıma o kadar yaklaşmam, o küçücük şey neyine güveniyor acaba). Diğer banktaki bir teyze, iki adet minicik serçeyle konuşmaya başladı:
- Minicik lokmayı paylaşamıyorsunuz, insanlar gibi hazıra konmak için birbirinizin ağzından lokmaları kapmaya çalışacağınıza, kendi lokmanızı kendiniz bulsanıza!
Ne kadar doğru söylemişti yaşlı teyzecik. Kuşlar, insanlarla yaşaya yaşaya insan gibi olmuşlar. Kuş beyinli diye küçümseriz ama, onlar bile işin kolayına kaçmayı akıl edebiliyorlar artık demek ki...
İstanbul'un kuşları bile İstanbul'dan nasibini almış baksanıza. Ama elimde değil, insan memleketini özlüyor yahu!...
<özlem boral="">
5 Mayıs 2007
özlem>
Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm, ayağımın dibine kadar gelen bir güvercindi. Hiç korkmadan, cesurca insanlara bu kadar yaklaşabildiği için tebrik ettim onu. Bu kuş ve diğerleri, insanlarla içiçe olmaktan onlara o kadar benzemişler ki, yüksek kaldırıma çıkıp inmek için iki basamaklı merdiveni kullanıyorlardı! (Oysa benim de onlar gibi kanatlarım olsaydı, bu fırsatı hiç kaçırmazdım) Beni en çok güldüren de, küçük çocukların kuşları yakalayabilmek için sağa sola koşturmalarıydı.
Kuşların kovalanarak yakalanamayacağını uzun zaman önce öğrenmiştim ben. Çünkü küçükken ben de kovalardım hep; ama şans eseri bir kuşu yakalasaydım ne yapardım hala merak eder dururum :)
2006 Ağustos'tan beri görüşemediğim, ama yüzyıllardır görmüyormuşçasına özlediğim çocukluk arkadaşımı bekliyordum. Yaşadığımız şehirler birbirine hiç de uzak sayılmazdı ama onun işleri, benim de okulum dolayısıyla ne o İzmit'e gelebiliyordu, ne de ben İstanbul'a. KPDS İzmit'te yapılmadığı için hayatımda ilk kez ÖSYM'ye teşekkür ettim içimden.
Beklediğim arkadaşım arayıp, trafiğe takıldığını, beni biraz bekleteceği için özür dilediğini söyledi. "Olsun," dedim; ne de olsa ona bu kadar yaklaşmıştım ve onunla aynı havayı soluyordum; bu bile bir şeydi!
Aniden sol tarafımdan mis gibi balık kokuları gelmeye başladı. O ana kadar karnımın böylesine acıktığını farketmemiştim. Dolayısıyla, ayaklarım, o kokuyu takip etmem için istem dışı hareket etmeye başladı. Boş bulduğum ilk masaya oturdum. Ve aylardır yememiş olduğum o leziz balığın masama gelmesi için beklemeye başladım.
Tam karşımdaki masadan sanki bir ışık yayılıyordu, gözlerim o tarafa kaydı doğal olarak. Cam gibi bir çift mavi gözle karşılaştı gözlerim o an. Sonra balığım geldi, gözlerim o gözleri görmez oldu :) Tabağımdaki balık dururken başka bir şeyle ilgilenemezdim elbet. Nefisti! Çarşaf gibi dümdüz denize bakarak yenen balık kadar güzel bir şey olamazdı! Tabağım bitmeye yüz tutmuşken, o cam gözlerle birkaç defa daha karşılaştı gözlerim. Ama hepsi bu :)))
Sonra hesabı ödeyip kalktım. Arkadaşım daha gelmemişti, sabırsızlanıyordum. Ben İzmit'ten 1 saat 15 dakikada varmıştım Kadıköy Vapur İskelesi'ne, oysa o Kağıthane'den iki buçuk saatte gelememişti. Banklardan birine oturup denizi seyretmeye ve İstanbul'u dinlemeye kaldığım yerden devam ettim.
Bir karabatak vardı denizin ortasında. Uzun bir süre onun dalış-çıkışlarını takip ettim, yanımda oturan küçük kız ve dedesiyle birlikte (Tanımıyordum onları). Karabatak sanki bizim onu izlediğimizi biliyormuş gibi çeşitli gösteriler yaptı bize :)
Kuşlar dikkatimi çekti yine. O kadar korkusuzlardı ki. İnsanların ayaklarının dibine kadar geliyorlardı (ben bile tanımadıklarıma o kadar yaklaşmam, o küçücük şey neyine güveniyor acaba). Diğer banktaki bir teyze, iki adet minicik serçeyle konuşmaya başladı:
- Minicik lokmayı paylaşamıyorsunuz, insanlar gibi hazıra konmak için birbirinizin ağzından lokmaları kapmaya çalışacağınıza, kendi lokmanızı kendiniz bulsanıza!
Ne kadar doğru söylemişti yaşlı teyzecik. Kuşlar, insanlarla yaşaya yaşaya insan gibi olmuşlar. Kuş beyinli diye küçümseriz ama, onlar bile işin kolayına kaçmayı akıl edebiliyorlar artık demek ki...
İstanbul'un kuşları bile İstanbul'dan nasibini almış baksanıza. Ama elimde değil, insan memleketini özlüyor yahu!...
<özlem boral="">
5 Mayıs 2007
özlem>