- Kategori
- Gelenekler
Sanal Tavukları kovalamazdık

SEKSEK OYUNU
Hadi gelin; biraz sizinle “sarı yirmi beş kuruşları” harcadığımız zamanlara gidelim.
Anımsıyorum da o çocukluktaki siyah beyaz yıllarımızı, içime özlem ayazları doluyor...
Fakirdik, ama mutluyduk. Mesela biz dört kardeştik.
Gece oldu mu, annemiz bize yer yatağını sererdi; iki başucunda, iki ayakucunda olmak üzere bir yatakta dört kardeş yatardık, aramızda ne kıskançlık vardı, ne de rekabet...
Yiyeceklerimiz için buzdolabı yerine tel dolaplarımız, yemeklerimizi ise porselen tabakların yerine içi gümüş gibi parlayan bakırdan tabak ve kâselerde yer içerdik.
Üstelik o yıllarda bize yokluk öğretilmişti, varlık değil...
Örneğin, oyuncaklarımızı kendimiz üretir, türetirdik.
Yeşil doğanın kucağına koşar; seksek, beş taş, dokuztaş, topaç, misket, körebe, saklambaç, birdirbir, yakar top, vb... oyunlar oynardık.
Evde ise; "Nesi var?" diye birbirimize sorar, "İsim, şehir" bilmeceleriyle coğrafya, tarih bilgimiz artar, renkleri, nesneleri, çevreyi gözlemler, öğrenirdik yaşama dair ne varsa...
Bir kaç gün göremediğimiz mahalle arkadaşlarımızı, " Arkadaşım, arkadaşım/Pabucu yarım çık dışarıya oynayalım" diyerekten el çırpar, manilerle oyunlarımıza davet ederdik. Sesimiz kısılıncaya kadar hem de... Gruplar kurardık, kıskançlık yoktu işte...
Özellikle yağmur zamanı "Yağmur yağıyor, seller akıyor/Arap bacı camdan bakıyor, " diyerekten maniler söyler, evlerin saçaklardan süzülen yağmur sularıyla ıslatırdık başımızı...
Yumurtaları avuçlardık, üstelik de kırmamak için usulca yaklaşırdık küçükbaş hayvanların yaşadığı kafeslere... Civcivleri sevmek için uzandığımızda ne çok horoz ve tavuk gaga darbesi almıştır alnımız...
Şimdiki zamanın çocuklarının, kaslarını geliştirmeyip, tutunma yetileri de yok. Bu nedenle kaydıraktan kayarken kol -bacak kırıyorlar.
Hem onlar ne bilsinler? Hiç erik yemek için ağaç dallarına tırmanmamışlar ki kırarlar tabi kemiklerini...
Öyle pek sık hastalanıp doktor, hastane kapısını çalmazdık. Az üşütüp ateşlendik mi, gaz yağı ile sırtımız ovalanıp sonra da gazeteyle üstü örtülürdü sırtımızın. Terledikten sonra iyileşir, üstümüzü değiştiren annemizin okuduğu dualarla maneviyatımız yükselirdi. Hiç unutmam, hala tadı damağımdadır içmiş olduğum nane-kekik-limon sularının o ekşimsi mentollü tadı…
En başta da dediğim gibi bizim zamanımızda; yokluk vardı, fakirlik vardı: Bir kaptan yer, bir bardaktan su içerdik. Market bilmez, kutu sütü içmez, annelerimiz de çeşme suyuna maya çalmaz, hakiki yoğurt yer, hakiki süt içerdik. Öyle kanser yapıcı GDO’lu gıdaları bilmezdik.
Geceleri titreyen gaz lambasıyla aydınlanır, yemeklerimiz gaz ocağında pişer, bir leğende yıkanırdık. Ama neşemiz, mutluluğumuz yüzlerimizi aydınlatırdı...
Gündüzleri kütüphaneden ödünç kitaplar alıp/okur, geceleri büyüklerimizin anlattığı masalları dinlerdik. Çanakkale’de destan yazmış şehitlerimizin öykülerini anlatan dedelerimizi dinler; ülkemizin bölünmez bütünlüğüne inanır, yüreklerimizi VATAN sevgisiyle beslerdik.
Toplumsal düşünmeyi öğrenir, BİZ bilincini kavrar, sorumluluk duygularımız gelişirdi.
Şimdiki çocuklar gibi tıpkı bir bilgisayar faresi olup TAVUKLARI yakalamak adına boşa tüketmezdik zamanı…
Aklımızı, savaş oyunlarıyla oyalamaz, düşüncelerimizi kavga etmeyle yormaz, yüreğimizi barışla besler; minik yüreklerimize sevgi katık eder, üleşirdik zamanı.
Başka ne diyeyim ki? Sanal değil, gerçekti bizim çocukluğumuz…
Ne yalan söyleyeyim?
Özlüyorum, bayramlarda cebi şeker dolu o küçük kızı…
Özlüyorum, göz ucuyla baktığım -mendil arası sarı yirmi beş kuruşların sıkıştırıldığı- o çocukluk yıllarımı…
Sevgiyle, barışla kalın.
Emine PİŞİREN-Edremit