- Kategori
- Dünya Şehirleri
Santiago

On beş milyonluk Şili'nin üçte birinin yaşadığı başkent Santiago’nun bu günkü durumuna gelince. Monede Meydanı’ndan başlayıp ayağımın tozuyla şehrin nabzının attığı tüm caddeleri turladığımda gördüğüm manzara karşısında gerçekten gözlerime inanamadım. Latin Amerika’nın en güzel kenti bizde diye övünen Buenos Airesliler'in kentinden bile kat be kat modern bir başkentle karşılaştım. Alabildiğine geniş bulvarlar, bir birine paralel caddeler, araç ve yayalar için yapılmış ayrı ayrı yollar, Ülkenin her türlü kültürünü yansıtan ve her biri ayrı birer sanat eseri olan heykellerle süslenmiş başkent.
Gerek binalar, gerekse insanların tipleri ve giyim kuşamlarına baktığınızda buranın bir Avrupa ülkesinden hiç bir eksiğinin olmadığını görebilirsiniz. Beni esas düşündüren ise, bu modernlik Pinochet döneminin mi, yoksa son yüz yılın genel bir birikimi mi? Bunun kimin eseri olduğunu tam olarak bilemiyorum ama Pinochet’in etkisini sokaklarda bugün bile rahatlıkla görüyorum. Caddelerde dolaşan hemen her beş kişiden biri üniformalı askerler. Kıyafetleri oldukça modern ve her birinin elinde bond tipi çantalar var. Darbeci general bugün hayatta olmasa bile ülke, 1980 de onun değiştirdiği Askeri Anayasa ile yönetiliyor. (Bizim 82 Anasayasası ile yönetildiğimiz gibi). Bu askerlerin dışında birde İngiltere’de olduğu gibi atlı askerler var. Onlar sokak sokak dolaşıp şehrin asayişini sağlıyorlar. Askerlerin dışında hiç güvenlik görevlisi yok. Gözüm bir polis teşkilatı aradı ama nafile. Burada trafik bile hala askerlerden soruluyor. Üç değişik hatlı çok modern bir metrosu yanı sıra, belediye otobüsleride pırıl pırıl görünüyor. Yolcuların yaş grubu dikkatimi çekiyor. Hepsi de yirmili yaşlarda. Daha küçük çocuklara rastlamak biraz zor. Avrupalı gibi olunca haliyle pek çocuğa rastlanmıyor. Ülkede doğum oranı çok düşük.
Özellikle otelimin bulunduğu Barrio Brasil semtinin çevresindeki büyük öğrenci yurtları dikkatimi çekti. Bir cafe’ye girdiğimde yüzlerinden Uzakdoğulu oldukları anlaşılan koca bir grupla karşılaştım. Çoğu uzak memleketlerinden buraya üniversite okumaya gelmişler. Söylenene göre dünya’nın değişik üniversitelerin şubeleri de dahil olmak üzere dört yüze yakın fakülte varmış burada. Avrupada Oxford ve Chambridge gibi üniversite kentlerine karşılık Latin Amerika’nın adeta bir üniversite kenti burası. Hal böyle olunca her türlü renk ve milletten gençlere rastlanıyor. Buraya “aşıklar kenti” denmesinin nedeni, dünyanın dört bir yanından gelip burada özgür bir ortam bulan öğrencilerin yaşadığı milletlerarası aşklardan kaynaklanıyor olsa gerek. Köşe başlarında ve kafelerde sarmaş dolaş gençler şehre ayrı bir canlılık katıyor. Şehrin ortasındaki küçük parkın bulunduğu tepeye çıkıp bir süre kentin manzarasını seyre daldım.
Ülkemize bu kadar uzak olan bu şehirde bir de Türkiye Caddesi var. Caddenin yanında bir park, Parkın içinde de bir Atatürk heykeli bulunuyor. Hemen onun yanında da koca bir ay yıldız var. 1995'te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in ziyareti anısına yapılmış. Bu yapı, çok uzaklarda da olsa Türkiye'nin Şili'de siyasi olarak ne kadar önemsendiğinin bir göstergesi. Üstelik kurtuluş savaşımızdan sonra kurduğumuz yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk tanıyan ülke de Şil olmuş. Burada birde Atatürk Lisesi varmış ama orayı gezme şansım olmadı. Türkiye ile şimdilik 100 milyon doları bile bulmayan ticari ilişkilerimizin girişimci ruhumuz sayesinde yakın bir gelecekte artacağına eminim. Dünkü tanıştığımız iki müteşebbisimiz de bunun en en büyük kanıtı.
Santiago aynı zamanda müze ve sanat galerileri ile de ünlü bir başkent. Şehirdeki üçüncü günümü bu etinliklere ayırmıştım ama günlerden Pazar olunca buradaki şehrin bir festival havasına bürüneceğini bilemiyordum.
Önce Plaza de Armas’ ın karşısında bulunan ve kolonial dönemden kalma katedral binasına gittim. Çevrede onlarca kilise var. Bu ülkede de koyu bir katolik inancı hakim. Üniversitelerin çoğunun isminde bile katolik kelimesi geçiyor. Yani ülkede eğitim ve kilise iç içe. Günlerden Pazar olması nedeni ile diğer büyük Latin kentlerinde olduğu gibi buradada ana caddeler trafiğe kapalı. İnsanlar bu gün mümkün olduğunca yürümeyi tercih ediyor. İspanyollardan kalma koloniyal bir etkiden mi bilmiyorum ama burada da tıpkı Barcelona’nın ünlü La Rablas Caddesi gibi ana caddeler üzerinde çok güzel etkinlikler var. Müzisyenler, pandomim sanatçıları, sokak tiyatrocuları, ressamlar, eski eşyalar satan antikacılar, ilginç kostümler giyip yol ortasında heykel gibi duran insanlar güne bir festival havası katıyor. Ancak her türlü gösterileri yaparak insanların dikkatini çekmeye çalışanların hiç biri, köşe başında elinde mikrofonla incilden bölümler okuyan ve onları ısrarla kiliseye davet eden kişilerin önündeki kalabalığa ulaşamıyor.
İkinci olarak Salvador Allende Müzesi’ne gittim. Burada Allende’nin hayatından kesitler bulunurken özellikle darbe gününü anlatan çok sayıda döküman yer alıyor.
Devam edecek...