- Kategori
- Siyaset
Sosyalist demokrasinin gizli eli otoriter bir sistem midir?

Sayın Uzay Gökerman, en son yazısında, siyasal liberalizmin görünmez elinin nerede olduğu sorusunu Ahmet Altan’a yöneltmiş. (Söz konusu yazının adresi, yazımın altında yer alıyor)
Kendi adıma Sayın Uzay Gökerman’ın yazısına birkaç noktadan itiraz etmek istiyorum. Gökerman yazısını üç kaynakça üzerine oturtmuş. İlk iki kaynakça NTV-Amerika’nın Sesi radyosundan ve BBC Türkçe servisinden edindiği haberler. Üçüncü kaynakça ise Ahmet Altan’ın bir yazısından alıntı ve bu kısmı ilk iki alıntı üzerinden yorumlamamız isteniyor.
İlk iki alıntının bize hissettirmesi gereken şeyler şunlar; Almanya gibi liberal demokrasinin beşiği olan bir ülkede bile insanlar demokrasiden umutlarını yitirmiş durumdalar ve radikal unsurlar bu umutsuzluktan beslenerek güç kazanıyorlar. İkinci olarak, Amerikan Merkez Bankası'nın eski başkanı Alan Greenspan’in ekonomide tüm karar mekanizmalarının küresel güçlerin eline geçtiği ifadesi üzerinden, demokrasilerin halkın kendi kendisini yönetme projesinin bu alanda da suya düşmüş olması. "Liberal demokrat ülkeler bu sonuca ulaşmışken, bizim liberallerimiz hala neyin peşinde koşuyor?", sorusu ise Ahmet Altan’ın yazısı üzerinden bize hissettiriliyor.
İlk itirazım yazının başlığına olacak. Bilebildiğim kadarı ile siyasal liberalizmin, liberal demokrat bir düzende görünmez bir elin toplumu düzene getireceğine dair bir kural kabulü yoktur. Bu söz piyasaların ekonomik düzeni için ifade edilmiş bir sözdür ve ne yazık bugün ekonomik liberalizm ile siyasal liberalizm arasındaki açı farkı giderek artmaktadır. Bu kısma başka bir yazıda değinmek istiyorum.
Tartışmak istediğim nokta,daha çok ilk alıntıda yer alan aşağıdaki ifadeler üzerine;
“2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın örnek demokrasisi olarak nitelenen Almanya’da siyaset ve demokratik sisteme güven şok edici bir boyutta azalıyor. Seçimlere katılımın gitgide inmesinden yola çıkılarak, Friedrich Ebert Vakfı (bu vakfın ne kadar güvenilir olduğunu bilmiyorum - UG) tarafından yaptırılan araştırmaya göre toplumun yüzde 35’i Almanya’da demokratik sitemin sorunları çözemediğine inanıyor, Doğu eyaletlerinde oran daha da ürkütücü, halkın yüzde 53’ünden fazlası demokrasi şart değil diyor. Eski DDR toprakları üzerindeki Doğu eyaletlerinde halkın yüzde 38’i, sosyal konumlarının düzelmesi durumunda demokrasi yerine tek partili bir sistemde yaşayabileceklerini de ifade ediyorlar.“
Sayın Gökerman, büyük olasılıkla bu alıntıdan, (yeterli bir açıklama yapmasa da) siyasi liberalizmin, gerçek bir demokrasi vaad etmediği, insanların bu sahte kurgu yerine kendilerine daha fazla sosyal güvence verecek bir tek parti sistemine sıcak bakmasının, başka türlü bir demokrasi talebine işaret ettiği anlamını çıkarmak istiyor.
Bu bakış açısının, topluma bir kümes dolusu tavuğa bakar gibi bakan statik bir bakış açısı olduğu son derece açık. Doğu Almanya’nın 20 yıllık öncesine kadar zaten tek parti çatısı altında yaşayan, Almanyaların birleşmesi sonrasında birleşmeden ağırlıklı olarak mağdur ayrılan, batı toplumunun gerisinde kalan ve tüm bu geri kalmışlığın kızgınlığını değişimde gören bir toplumu ifade ettiğini bir kenara bırakalım.
Aslen tüm toplumların ve tek tek toplumu oluşturanların bireylerin önemli bir kısmının, tek bir parti özlemi içinde olduğunu kolaylıkla fark edebilirsiniz. Ama bu bahsi geçen tek parti asla “tek bir parti” değildir. Ya nedir? Herkesin kendi meşrebine, düşüncelerine uygun bir ekip tarafından yönetilme ve bu yönetilme işine başka birilerinin burnunun sokmaması arzusudur. Yani bir dindarın, “dini bütün insanlarca”, bir milliyetçinin “gerçek vatansever kişilerce”, bir iş sahibinin “yatırımcının önünü açacak, işgücü maliyetini düşürüp, pazara genişletecek bir teknokrat grup tarafından”, bir Kemalistin “Atatürk’ün ilke ve inkilaplarından bir milim sapmayacak bilim adamları ekibince”, bir sosyalistin “Mark’ın öğretilerini takip edecek bir devrimci grup tarafından” yönetilme arzusudur bahsettiğimiz. Ve bu “tek parti” istemlerin toplamı asla tek bir parti değildir.
Yani ortalıkta, “bizim sosyal haklarımı yükselten, temel ihtiyaçlarımızı karşılayan -kim olursa olsun hiç fark etmez- tek bir parti (kimliği, ideolojisi, siyaseti önemsiz) yönetsin” diyen bir kişi veya toplum grubu bulmak mümkündür ama, ardından gelecek ikinci bir soruya (mesela bu "tek" partinin politikaları nasıl olsun, yöneticileri hangi görüşe sahip olsun vb.) aynı cevabı veren iki kişi bulmak mümkün değildir. Mesela ben Doğu Almanya eyaletlerinde demokrasiye inanmayan %53’ün içinde yer alan insanlara nasıl bir tek parti istediklerini sormak isterdim.
İşte tamda bu noktada ünlü İngiliz Başbakanı Winston Churchill’in “demokrasi çok kötü bir yönetim biçimidir, eğer diğerlerini göz önüne almazsak..” sözünü hatırlamak gerekiyor. Demokrasi ya da günümüzde en yaygın hali ile liberal demokrasi, herkesi memnun etmek üzere gelişmiş bir sistem değildir. En azından belirli bir çoğunluğun geri kalanların haklarını gözeterek işlemesi öngörülen bir sistemdir. Ve hiçbir zaman kendi içinde de, hedeflediği noktaya ulaşabilmiş bir sistem değildir.
Ancak, bu duruma alternatif olan ve nerdeyse daha büyük bir çoğunluğun hedefi gözüken “tek parti “sistemine göre idealine daha fazla yaklaşabilmiş bir sistemdir. Çünkü dünya üzerinde çoğunluğun onayı ile işleyen sağlıklı bir tek parti sistemi yoktur. Genellikle belirli bir otoriter sistemin zorlaması, korkutması ve güç kullanması ile işleyen tek parti sistemleri mevcuttur. Daha da kötüsü, tek parti sistemine göre işleyen sistemlerin, çok partili demokrasilere göre daha başarılı olduğunu gösteren örneklerde yoktur. Örneğin dünyanın en gelişmiş tek partili sisteminin (Çin) insanlara daha fazla sosyal haklar sunduğunu söylemek mümkün değildir.
Hatta Çin’in tek partili sisteminin, küresel ekonominin kurallarına daha fazla riayet ettiğini söylemek hiç de zor olmaz.
Bu örnekten sonra daha kolay iddia edilecek bir şey ise, dünyadaki sermayenin kontrolündeki küreselleşme eğiliminin ve bu sürecin aktörlerinin çok partili sistemleri kendilerine yük olarak görmeye başlamış olmalarıdır. Elbette bu yük görme hali demokrasiyi ortadan kaldırmadan öte, onu yüzeyselleştirme ve sığlaştırma eğilimidir. Bu noktada sosyalistlerin tercihi, söz konusu demokrasi şeklini tamamen ortadan kaldırmak değil, küreselleşmenin birkaç sermayedarın istediği şekilde değil, toplumun istediği şekilde gerçekleşmesi için demokrasileri derinleştirmek olmalıdır.
Sayın Uzay Gökerman'ın artık yeterince solcu görmediği Murat Belge'nin ifadesi ile, sosyalist demokrasinin, liberal demokrasinin birikimlerinden faydalanması ve onu çiğnemeden bir üst aşamanın yöntemlerini geliştirmesi gerekiyor.
Bu arada bir ekleme; Almanya (benim bilebildiğim kadarı ile) Avrupa’nın en güvenilir siyasi liberalizm kalelerinden birisi değildir. Avrupa’da siyasi liberalizmin iki ana akımda geliştiği kabul edilir; İngiliz liberalizmi, Fransız Liberalizmi
Almanya, ilk başbakanı olan Bismarc’ın ünlü konuşmasında geçen, “Prusya’nın Almanya içindeki konumu… liberalliğiyle değil, gücüyle, kudretiyle belirlenecek.... Zamanımızın büyük sorunları, nutuklar ve çoğunluk kararlarıyla değil demir ve kanla çözülecektir.” İfadesinden beri ve 20. Yüzyılın ortalarına kadar sık sık otoriter yönetimlere kayan yapısı ile siyasal liberalizmi hiç barındırmadı. 20. Yüzyılın ortasından beridir de, siyasi liberalizmle ortaklık kuran Marksist kökenli sosyal demokrat akımın etkisi hissedilir (liberal demokrasi içinde gelişen sosyal devlet anlayışı). Ama siyasi liberalizmin düzeyi hiçbir zaman İngiliz sisteminin düzeyine ulaşmadı.
Sayın Uzay Gökerman'ın ilgili yazısı; http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=123978