Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Temmuz '12

 
Kategori
Edebiyat
 

Şu Edebiyat eğitimi 8: Edebiyatın duygudan ve güzelden haberi yok.

Şu Edebiyat eğitimi 8:  Edebiyatın duygudan ve güzelden haberi yok.
 

Sanatı ve edebiyatı kapsayan bir büyük bilim dalı vardır. Biz buna “Estetik” diyoruz. .. Estetik dersi Sanat ağırlıklı Fakültelerde, Bölümlerde okutulmakla birlikte; ortaöğretim öğrencilerinin genellikle bu dersten veya daldan haberleri yoktur. Fakat bu bilim dalıyla uğraşan estetisyenler, her sanat dalının içinde güzel olan yada olmayan durumların izahını yapmaya çalışırlar. Sanatın konusu “Güzel”dir. Öyleyse “Güzel” olan nedir ve neye güzel denilir… Aslında sanatçıları ve edebiyatçıları “güzel”in peşine düşmüş ince ruhlu insanlar , diye tanımlayabiliriz. Kimisi Müzik yapar, güzeli arar… Kimisi Şiir yazar, güzeli arar… Güzel nedir? Şöyle önünde durunca, bir bakınca, “Aman Güzel Allah neler de yaratıyor..” deyip bakakalmak; ondan sonra aptal aptal peşine takılıp gitmek, demektir.

Aslında Tanrı en güzel “Güzel” avcısıdır daha doğrusu yaratıcısıdır. Kendince ne şekiller bulmaz ki Allahım : “O güllerin güzelliği, onlara bakıp bakıp ..Ahh çeken bülbüllerin sesinin insanın içine işleyen ahengi…” Nedir bunlar? Güzellikler değil midir? Hele bizim mahallenin güzelleri… Aman Allah , dön de bir daha bak (70 yaşından sonra hiç bakma..!) Niye öyle olurlar..? Güzellerin çirkinleşmeleri; buruşmaları… Hiç tanınmaz olmaları , Allahın ne hikmetidir. Hele o Ruslar… belki dünyanın en güzel kadınları Rusya’dan çıkar (Allahım sana inanmayan kafir…) ve de en çirkin kadınları da (tabii 70’den sonra..) Neden böyle?

Allahın yaptığı işlere sual olmaz. Güzel güzeldir… (Peşine düşeceksin..) Çirkin de çirkin (kaçacaksın!) Gerisi doğanın kendi bileceği iş…

İşte Edebiyatçılar da, güya, güzele baka baka (ağzı da açıktır ha..!) aşık ola ola, kalemi destine ala ala… Feryat figan ile yırttıran, bülbül gibi ötüp, “Yandım Allah…” diyen tiplerdir.. Ehh…yazdıklarına bir iki “ayak” kondurarak, ölçü, vezin işleyerek, teşhis, intak filan ekleyerek… İyice işin içinden çıkılmaz hale getirirler… Ondan sonra bülbülün figanını dinleyebilirsen, dinle… Hele bu bülbül bir de Osmanlıca ötüyorsa; mutlaka bir Edebiyatçı , diye bilinen meslektaşımızı bulup, uzun boylu onun düşüncesini almak gerekir…

Yani “Edebiyat” denilen şey suyunun suyudur… “Güle bakacaksın, bülbüle bakacaksın… Sonra bunlardan esin alıp, cümleni eğri-doğru, bin bir şekle sokacaksın… “Ört ki ölem…”

İnsanoğlu, bu kadar güzel bir dünyanın karşısında çirkinleşir ki? O güzel varlık, bir süre sonra “Kürtaj” ve “Sezeryan”ın konusu olur… Bıçağın altına gittiği gibi… Artık işin Edebi yanı da kalmaz… Bir de bu işe maruz kalan kadınları içeriye atmak gibi meseleler ortaya çıkar. Olsun , Bülbülü altın kafese koymuşlar, “Ahh, vatanım…” demiş…

Güzel her yerde güzeldir. İyi bir Edebiyatçı da, eğriltmeden, büğrültmeden konuşursa , yazarsa… O da büyük yazar olur…
Ataol Behramoğlu, “Aşk İki kişiliktir” adlı şiirinde:

“Değişir yönü rüzgarın
Solar ansızın yapraklar.
Şaşırır yolunu denizde gemi
Boşuna bir liman arar.
Gülüşü bir yabancının
Çalmıştır senden sevdiğini,
İçinde biriken zehir
Sadece kendini öldürecektir.
Ölümdür yaşanan tek başına
Aşk, iki kişiliktir…”

Aşkın ve güzelliğin tek yönlü olamıyacağını. Eğer bir güzellik yaratmak isteniliyorsa, karşılıklı ve rızayla olması gerektiğini şiirinde açık açık yazmasa bile, bir güzelce belirtir.

Şairler, edebiyatçılar yazarlar da (Bazısı da yazdığını sanır da…) Ötekiler (Seyirciler ve arkada kalanlar…) öylesine baka kalırlar. Bu, yana güzelliğin karşısında çarpılmaktandır. Yada anlamamaktandır… Anlamadıysa, öyle bakar… Bazıları trene bakarlar ya… İşte öyle! Ama nice güzel şiirler vardır ki, onların şairleri vardır ki, gençlerin kendilerinin dile getiremediklerini , aynen söylemişler, onları okuyanlar da sevgililerine tercüme etmişlerdir…

Edebiyat duygu meselesidir, demiştik. Bazen güzel bir müzik parçası, bazen güzel bir şiir insanı zırıl zırıl ağlatabilmelidir. Ağlatmıyorsa, damardaki kanı harekete geçirip, şöyle çizmiyorsa, neye yarar… İşte size test sorusu: Fazıl Say’mı, yoksa Müslüm Gürses mi sizi ağlatıyor?... İkiniz de kaldınız..!

Bütün bunları Edebiyatçı nasıl anlar, nasıl anlatır? Yüreği “maaş” derdiyle mahfolmuş; yirmi senedir doğru dürüst bir kitap alıp okuyamamış; evlendiğinden, on çocuk sahibi olduğundan beri, başka bir güzele yan bakamamış bir Edebiyatçı güzelden ne anlar?

İşte o da, okulda hocaları kendisine ne bellettilerse, gelip onları öğrencinin önünde kusmaya çalışır. Çünkü onun içinde, güzellik duygusu, aşk duygusu.. falan filan…öyle şeyler kalmamıştır. Varsa yoksa (Failütun/failun…) bir tekdüze ses, sınıfın içinde yükselir gider. Çocukların biri , ikisi bir iki fingirdeşse… Onlara da bir mani okur…(manalı manalı..)

“Aldırma gönül aldırma
Gözün ummana daldırma
Bir ceylan göle inmiş
Avcı gibi saldırma.” E.C.

Hadi bakalım, ondan sonra genç kur yapmaya devam etsin bakalım… Süklüm , püklüm burnunu çeker oturur, devam etmek için, Edebiyat öğretmeninin tercümelerinin bitmesini bekler… Teneffüse kadar daha ne kadar var? Sorar… Onun için artık ders bitmiştir.

Edebiyat nere, güzellik nere? Güzeller orada otururlar ama, “edep” de yanı başlarında … Edebiyatın bir işlevi de , “Edeb”i öğretmek değil miydi? O da biraz kızılcık sopasının ucunu göstermekle olur… Gerisini bir Allah, bir edebiyat öğretmeni bilir…

Çocuklar bu gün de : güzellik, güller; dünyanın halleri; Edebiyatçıların çeneleri ve Edebiyatın anlamını işledik… Haydi hepinize iyi günler… İşin gerisini zaten tabiat ana kendiliğinden halleder…

 

 
Toplam blog
: 2579
: 848
Kayıt tarihi
: 24.10.10
 
 

Mesleğim eğitimcilik… Şimdi artık emekli bir vatandaşım… biraz şairlik, biraz hayalcilik, biraz s..