Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Şubat '07

 
Kategori
Mizah
 

Şu internet bülbülleri, öter "çet çet" deyu deyu

Şu internet bülbülleri, öter "çet çet" deyu deyu
 

Bizim zamanımızda yoktu efendim; internet de yoktu, cep telefonu da yoktu, kirpik kıvırma makinası da yoktu. Çocukluğunu televizyon seyretmeden geçirmiş en son kuşaktır benim talihsiz kuşağım. Bizler "radyo" çocuklarıydık. Saz eserleriyle, Yurttan Sesler Koro'sunun türküleriyle ve ajans haberleriyle büyüdük.

Akşam haberlerinin hemen ardından başlayan "arkası yarın"lar ve cuma geceleri saat 22.45'de yayınlanan "radyo tiyatrosu" tek tutkumuzdu. Büyük usta Halit Kıvanç'ın radyodan anlattığı maçları da hiç kaçırmazdık. Eve her gün bir, pazar günleri de üç gazete birden girerdi ve önce kim kapmışsa onun elinde kalırdı.

Devir değişti tabii; teknoloji tavan yaptı, aldı başını gitti. Yetiş yetişebilirsen.

Şimdi kimileri çıkıp insafsızca, "Bak şu dinozora, nostalji yapıyor!" diyebilirler ama yanılırlar. Bizi biraz erken doğurdu diye anamızdan şikayetçi değiliz. İyi niyetliyiz ve çağımızın teknolojik gelişmelerinden yararlanmak istiyoruz.

Ne yalan söyleyeyim, cep telefonu denen merede alışmamız bile iki senemize maloldu, hala öğrenebilmiş değiliz. Tamam, mesaj çekebiliyoruz ve gelen telefonlara cevap yetiştirebiliyoruz ama "Oynama şıkıdım şıkıdım" türküsünü zil sesi yapmaktan aciziz cep telefonumuza. Bethofen'in 9. şeyi ile idare etmemiz bu yüzden. On yaşındaki yeğenlerimizin yardımına muhtacız. İki çıt çıt yapıyorlar, "Yaa, yüz defa gösterdik, işte böyle yapçen dayı yaa!" diye insanı aşağılıyorlar. Bu, lafa "yaa" diye başlayıp "yaa" diye bitirmeyi de Türk televizyonlarındaki dizilerden öğrendiler.

Ah bu zamane çocukları ah! Yedikleri hormonlu domatesi domates sanıyorlar. Ne yaparsınız, hayatlarında bir kez olsun tozlu yollarda yalınayak yürümemişler ki... Çağla ağaçlarının tepesinde sincaplar gibi dolaşıp , çam ağacından mamül lastikli sapanlarıyla cam çerçeve indirmemişler ki... Çelik çomak oynarken kafalarını yardırıp, misket oynayıp ütülmemişler ki... Hepsinden önemlisi; bütün bu hergeleliklerin üzerine analarından günde üç posta (eşek sudan gelinceye kadar)dayak yememişler ki...

Dijital çağın göbekli çocukları bunlar (Bakın yine sinirlendim işte)... Yerler, içerler ama internetin başından ayrılmazlar. Ne halt ettiklerini bilmeyen anaları babaları da bunların ders çalıştığını zanneder. Bizim zamanımızda Teksas'ları, Tom Mix'leri ve Zagor'ları matematik kitabının arasında saklayarak okurduk. Okurduk ama iki kere ikinin de kaç ettiğini bilirdik.

Her neyse efendim, Olimpia marka emaktar daktilomuz iki sene önce, "Benden buraya kadar" deyip malülen emekliliğini isteyince, önce Berlin'i bir araştırdık. Ne dükkanlarda, ne eskicilerde, ne de bit pazarlarında "Türkçe klavyeli" bir daktiloya rastlayabildik. Sorup akıl danıştıklarım ise ağız birliği etmişçesine , "Ne yapacaksın daktiloyu, bir bilgisayar alsana." diyorlardı.

İstemeye istemeye elden düşme bir bilgisayar aldık sonunda. Sadece açıp kapamasını öğrenmem bir ayımı aldı. Yeğenlere verdiğim teşvik pirimi bütçemizi bir hayli sarstı. Kasa kasa kolalar, koca koca pizalar ve çok katlı hamburgerler taşıtıp durdular bana. Helali hoş olsun ama bana öğretebildikleri tek şey, yazıyı yazıp baskı makinasından çıkartmaktan ibaret. İnternet minternet hak getire. Sizin anlayacağınız, milletin "çet çet" yaparak "düzeyli birliktelikler" kurabildiği bu şeytan icadı makinayı biz "daktilo" niyetine kullanmaya başladık.

Geçenlerde yazı gönderdiğim gazetenin Frankfurt'taki mutfağından bir telefon geldi... "Ümit Bey, hazır yazılarınızı bilgisayarda yazmışken faksla değil de E-posta ile gönderseniz daha iyi olmaz mı? " diyen gazeteci arkadaşıma verecek cevap bulamadım. Resmen rezil oldum. Öğrencilik yıllarımızda bize sorulan bu tür soruları, "Biz daha oraları okumadık" der savuştururduk.

On senedir kahrımızı çeken gazeteci arkadaş da haklı tabii... Zamana karşı yarışıyor. Yazıyı bizim evin altındaki tütüncü Helmut'un faksından değil de e-posta aracılığınla göndersem işi kolaylaşacak .Onca hengamenin arasında bir de benim yazıyla uğraşmayacak. Varsa eğer, imla hatalarımı düzeltecek. Satır başlarını büyük harf yapıp, araya nokta, virgül, soru işareti, efendime söyliim parantez marantez serpiştirecek. Yazılarda suç teşkil edebilecek (Ben biraz sert yazarım) bazı ifadeleri yumuşatacak(ki mahkemelerde sürünmeyelim)... Uzun ve de meşakkatli bir iş yani.

Şubat ayı bütçemizi zorlayarak bir bilgisayar için ödenek çıkarttık. Uzun süre devre dışı kaldığımızdan bizim elden düşme makina mızıkçılık yapıyordu. İyice "daktilolaşmış" sayemizde. E-posta falan anlamıyor, 5. katta oturmama rağmen yeterli ölçüde çekmiyordu. Almışken büyüğünü alayım diyordum ve aldım. Gazeteyle aramdaki sorun bitti.

Bitti ama bu sefer de Milliyet Blog'a giremiyoruz. Ne dedilerse yaptık. İki yazı arka arkaya gönderdik. "Yazılarınız yazı kurulu tarafından incelenecek, siz yazı göndermeye devam edin" diye bir cevap geldi. Aha, bu da üçüncü yazı. Yarın da dördüncüsünü göndereceğim artık.

Yaa, böyle işte. Bizim zamanımızda internet minternet yoktu ama telgrafın tellerine de kuşlar konardı yani..

Bilenler bilir...

 
Toplam blog
: 312
: 1658
Kayıt tarihi
: 10.02.07
 
 

Önceleri konuşurdu insanlar, "yazmak", sonraların işi... Duygu ve düşüncelerimizin yanı sıra gözl..