Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ekim '06

 
Kategori
Balıkçılık
 

Sülünes, boru kurdu; gel çipuram gel!

Sülünes, boru kurdu; gel çipuram gel!
 

Her gün bu şezlonguna oturur, oltasını denize salar, yanında bulunan taburesinin üzerindeki transistörlü radyosunda hep Türk sanat müziği şarkıları çalmaktadır. Küçük çerez tabağında sarı-beyaz leblebisi ve viski bardağı her daim hazırdır. Elinden ve ağzından hiç düşürmediği Captain Black tütünlü piposu ile gözleri hep Güzelyalı, Göztepe, Karataş sahillerini arar. İzmir'i yaşar, Karşıyaka'yı içer, Ege'yi çeker içine nefes nefes.

Sıkıldığım, bunaldığım, rahatlamaya, deşarj olmaya ihtiyaç duyduğum dönemlerimde yaptığım bir çok şey var. Ancak bunların içinde biri var ki gerçekten de sıkıntı, stres namına ne var ne yok alıp götürüyor benden. Olta ile balık tutmanın uhrevi dinginliğini yaşamadı iseniz çok şey kaçırmış olabilirsiniz.

Üniversiteyi kazanıp da Ankara’ya gidene kadar yaşadığım, doğup büyüdüğüm, ilk gençlik yıllarımın o en güzel çağlarını geçirdiğim Toros eteklerinde kurulu, Orta Anadolu’nun Çukurova’ya dönük yüzü şehrimde deniz yoktu. Ama bir baraj gölümüz bir de Türkiye’nin sayılı kuş havzalarından olan doğal gölümüz mevcuttu. Tabiatıyla olta balıkçılığı ile ilk tanışmam, bu göllerde, tatlı su balıkları ile oldu.

Balığa gideceğimiz sabahın gecesinde hummalı bir çalışmaya girişirdik. Bir büyük torba, toprağı ile birlikte solucan hazırlarken diğer taraftan unun içine pancar küspesi, yumurta ve kesilmiş iplik karıştırarak küçük topçuklar yapar ve bunları makarna haşlar gibi haşlayıp, süzdükten sonra soğutup kavanoza doldurur idik. Bu yöntem, özellikle sazan için ideal bir yem hazırlama yöntemi idi. Sazan işte, yumurtanın ve pancarın kokusuna dayanamaz gelirdi. İplik parçaları hamurun parçalanmadan, tek parça halinde durabilmesine yarardı, iğneye taktığımızda da.

Gece yarısına kadar bu hazırlıkları tamamlar, oltaları, yemleri, mangalımızı, çay-çorba müştemilatını arabanın bagajına yerleştirirdik. Üç-dört saatlik bir uykudan sonra, daha güneş doğmadan yola koyulurduk. Balığın en çok oynadığı saat gün henüz doğmadan önce ve battıktan sonraki saatlerdir.

Göl yolundaki fırınlardan, henüz yeni çıkmış ekmeklerden bolca alırdık. Gidene kadar arabada bir ekmek biterdi kuru kuru ama dumanı üstünde. Balık tutacağımız mekana geldikten sonra, güneş doğmadan, ilk iş oltaları hazırlamak olurdu. Yemlerimizi iğnelerimize takar ve bekletmeden rasgele deyip atardık buz gibi suya. Tüm iğneler yemlenip, oltalar atılıp, misineler tepelerinde taş olan ve balık vurduğunda taşı düşen çubuklardan geçirildikten, çubuklar da sahilde toprağa dikildikten sonra zaman kahvaltı zamanıydı.

Domates, biber, salatalık, peynir, zeytin hazırlıkları yapılırken diğer taraftan da mangal için çalı-çırpı toplanır, ateş yakılır ve üzerine çaydanlık koyulurdu. Çayın kokusuna, mangal ateşinde közlenen biberin kokusu karışır ve tertemiz ve serin göl havasının da etkisi ile kurt gibi acıkıldığı için iştahla kahvaltı yapılırdı.

Kahvaltının sonlarına doğru keyif çayları ve sigaralar içilirken Toros’ların ardından şafak sökmeye başlar, güneş tüm kızıllarını üzerimize nakşetmekten hiç ama hiç geri durmazdı. Artık gözler, üzerinde taş bulunan kamışlardaydı. Balığın vurmasıyla, misine gerilir, kamış sallanır, taş düşer, biz de kalp çarpıntıları ve artan nabızlarımızla oltaya koşardık.

Tatlı su balıklarını, özellikle de daha iri olan sazan ya da yayın balıklarını avlamanın en önemli püf noktası balık iğneyi ağzına aldığında heyecanlanıp misinayı hızlı hızlı çekmemektir. Bu balıklar oldukça güçlü ve kilolu balıklardır. Ani hareketlerde ağızlarını yırtmak pahasına da olsa iğneden kurtulabilirler. Sahile gelince kuvvetli kuyruk darbeleri ile yine ağzını yırtıp ya da misinayı koparıp elinizden kaçabilirler. Kaçan balık da büyük olur laf aramızda. O nedenle sazan- yayın gibi balıklar iğneyi yutunca suda gezdirerek yormak gerekir. Acele etmeden ağır ağır misina çekilir ve sahile üç-beş metre kala, balık suyun içerisindeyken suya girilir ve kepçe ile çıkarılır.

Öğle yemeği için mangalda balıktan başka bir şey zaten düşünülemez. Oturulur afiyetle yenir, yanında çoban salata ve acılı şalgamla.

Son on yılımı yaşadığım Ege’nin incisi güzel İzmir’de ise doğal olarak deniz balıkçılığı konusunda epeyce mesafe katettim. Son zamanlarda Karşıyaka - Bostanlı sahilleri, İzmir’e yerleştiğimden beri de Foça, Aliağa, Mordoğan, Karaburun denizlerinin sakinleri ile muhabbetim hep iyi oldu. Artık iğne kutumda kocaman sazan iğnelerinin yerini daha küçük çipura-levrek iğneleri, daha da küçüğü mercan, lidaki, tekir, karagöz iğneleri aldı. Kendi imalatımız küspeli yemlerin yerini de sülünes, boru kurdu, kırmızı kurt gibi yemler.

Eskisi gibi balığı gezdirmektense vurur vurmaz seri bir şekilde çekmek daha doğru bir yöntem haline geldi.

Ama keyif, ama zevk hep aynı. Hep aynı dinginlik, hep dalga sesi, hep o iyot ve yosun kokusu, hep aynı heyecan.

İzmir Karşıyaka’da yaşayanlar, lütfen, ikindi - akşam saatlerinde Bostanlı yalıda, Yıllar adı verilen bölgeden geçerken bir dikkat etsinler. Oranın müdavimi yaşlı bir bey görecekler. Yetmişli yaşlarının sonunda olduğunu tahmin ettiğim bu İzmir Beyefendisi’nin bir şezlongu vardır. Her gün bu şezlonguna oturur, oltasını denize salar, yanında bulunan taburesinin üzerindeki transistörlü radyosunda hep Türk sanat müziği şarkıları çalmaktadır. Küçük çerez tabağında sarı-beyaz leblebisi ve viski bardağı her daim hazırdır. Elinden ve ağzından hiç düşürmediği Captain Black tütünlü piposu ile gözleri hep Güzelyalı, Göztepe, Karataş sahillerini arar. İzmir’i yaşar, Karşıyaka’yı içer, Ege’yi çeker içine nefes nefes.

İşte balık tutmak böyledir. Hayatı yaşamak için bire bir değil mi?

 
Toplam blog
: 898
: 3759
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

İzmir'de yaşıyorum.    Çok uzun yıllar öncesinden başlayıp, hiç ara vermeden bugünlere kada..