Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

17 Nisan '13

 
Kategori
Öykü
 

Tahta

Tahta
 

TAHTA


Kırılan bir tahtanın sesiyle uyanmıştı. Öyle ki hayatının tüm dengesini alt üst edecek bir olayla karşı karşıya kaldığını düşünmüştü. Durduk yere kırılması imkansız olan bu tahtanın neden kırıldığını merak etmeden durmaz olmuştu. Gizemli bir şey gibiydi tavanındaki tahta aniden kırılmış ve tüm evindeki huzuru bir anda kaçırmıştı. O ev ki onun her akşam deliksiz uykular çektiği, düşünmeden konuştuğu, içten kahkahalar attığı o ev birden farklı bir yer olup çıkmıştı. Tahtanın kırılmasının üzerinden henüz birkaç gün geçmişti ki içindeki huzursuzluk daha da arttı. Hemen bir marangoz çağırtıp tavanı yaptırmak istediğini söyledi. Gelen adam işinin ehli birine benziyordu.

Önce çatıyı bir güzel inceledi sonra da kırılan yeri onardı. Usta işini bitirene kadar o heyecandan yerinde duramıyordu çünkü sonunda bu tahtanın kırılış sebebini öğrenecekti. Usta işini yaparken onu rahatsız etmemek için hiç sesini çıkarmamıştı ama artık sorunun sorulma zamanı gelip çattığında kalbi yerinden çıkacak gibiydi. “Nasıl kırılmış bu tahta usta söyle bakalım ?” kelimeler ağzından bir solukta dökülü verdi. Adam onun bu heyecanına hiçbir anlam verememişti, ona öyle bir bakıyordu ki, “altı üstü bir tahta be adam ne var bunda; kırılırda, çökerde” dermiş gibiydi. “Evde eski değil ama çatının bu kısmı çürümüş” dedi. Ustayı uğurladıktan sonra bu cevaptan hiç tatmin olmadığını belli eden bir huzursuzluk kapladı içini. Evin içinde bir o yana bir bu yana gidip duruyordu. Birden gözü kanepeye takıldı; koyu mavi rengi, kahve tonlarında olan mobilyalarıyla uyumsuzdu ama senelerdir orda duran, rahatladığı, televizyonunu izlediği, şekerleme yaptığı o koltuğu sanki ilk defa görüyor gibiydi. İçini bir panik kapladı ve evdeki diğer eşyalara da tek tek göz attı. Sanki her şeyin yeri değişmiş, daha doğrusu hiçbir şey onun değilmiş gibi gelmeye başlamıştı.

Birden boğulduğunu hisseti ve kendini bir solukta evden dışarı attı. Sabahın ilk ışıklarına kadar sokaklarda bir oradan bir oraya dolandı durdu, Şehirdeki her banka neredeyse ikişer kez oturmuştu. Havanın soğuk oluşu bile bu gezisine bir nokta koyması gerektiğini düşündürmemişti ona. Eve üstünü değiştirmek için gittiğinde biraz sakinleşmiş gibiydi. İşte uykusuz, zor ve yorucu bir günden sonra artık evinde rahat rahat dinlenebilecek ve tüm sıkıntılarını üzerinden atacaktı. Yemeğini yedi, koltuğuna kuruldu, televizyonunu açtı. Birkaç saat sonra üzerine tatlı bir uyku çöktü ve gözleri kapanmaya başladı. Ayakları gözlerine hiç ihtiyaç duymadan yatağının yolunu buldular ve huzurun kucağına onu teslim ettiler; Ya da öyle zannettiler. Soğuk terler dökerek yatağından fırladığında saat ikiyi geçiyordu. “Lanet Tahta” diyerek yataktan sıçramıştı ve durmadan “Nasıl bir gizem bu? Bu tahta nasıl kırıldı ?” diye sayıklayıp duruyordu. Bu tahta hayatını birden cehenneme çevirmişti; ne uykusu, ne huzuru hiçbir şeyi kalmamıştı. Bunu takip eden gecelerde de kabusları sıklaşarak devam etmiş, en sonunda kabuslar yüzünden kendi evine giremez hale gelmişti. Artık evinin hiçbir köşesini tanıyamıyor hiçbir eşyası kendisine aitmiş gibi gelmiyordu. Korkuları gittikçe üstüne gelirken aklında tek şey vardı arkasına bile bakmadan buradan kaçmak. Nereye olduğunun hiçbir önemi yoktu. Sadece kaçmak istiyordu her şeyi arkasında bırakıp sorgusuz sualsiz kaçmak.  

Günlerden çarşamba aylardan kasımdı. Civardaki banklardan birinde bir adamın cesedi bulunmuştu. Kimliği tespit edilen adamın hikayesi bir efsane gibi kulaktan kulağa, dilden dile tüm ile yayılmıştı. Herkes işi gücü yerinde, düzgün bir hayat süren bu adamın neden birden bire bir tahta parçası yüzünden delirdiğini merak etmeden edemiyordu. Hikaye gittikçe büyümeye başladı ve her seferinde üzerine bir şeyler katılarak anlatılıyordu. Tüm ilin ağzına dolanan bu hikaye artık onların da uykusunu kaçırmaya başlamıştı. İşin kötü tarafı adamın akrabası da bulunmadığı için kimse adamın hayatıyla ilgili düzgün bir bilgi alamıyordu. Bir tek iş arkadaşları ve tek tük arada görüştüğü insanlar vardı hayatında. 
 
Derken günlerden bir gün bir kadın çıka geldi, adamın mezarının başına bir demet çiçekle durmaktaydı. Meraklı gözler onu hemen fark etmişti. Kadın çiçeğini mezara bıraktıktan ve duasını okuduktan sonra birden arkasındaki kalabalığı fark etti. Büyük bir kalabalık pür dikkat onu izlemekteydi. Kadının gözünün içine bakıyor, adamla ilgili bir şeyler duyabilmeyi ümit ediyorlardı ama kadın da onlardan bir şey duymak ister gibiydi. Kadın hüzünlü gözlerinin ardından bakarak “Nasıl öldüğünü bilen var mı?” diye sordu. Kalabalık şaşkındı ama bir yandan da hikayeyi hiç duymamış birine anlatmak için herkes can atıyordu. Lafa biri başlıyor, derken bir öteki lafı devralıyor bir diğeri de hayır dur aslında şöyle oldu diyerek bir şeyler söyleyebilmek adına sözde anlatılanları düzeltiyordu. Kadın hikayeyi dinledikten sonra hafif bir tebessümde bulundu. Fakat bu acı bir gülümsemeden de öte bir kağıt kesiği gibi hissedilmeyen ama içten içte sonradan acıtan bir gülücüktü.
 
Kalabalık şaşkındı çünkü hikayenin kadını endişelendirmesini; hatta şüpheye düşürmesini bekliyorlardı. Fakat bu gülüşle kadın onları faka bastırmıştı. “Sanırım hepiniz bu hikayede bir gizem olması gerektiğine inandınız veya öyle olması herkesin işine geldi.” Diyerek kalabalığa ikinci bir şoka soktu. “Bu olanlarda maalesef bir gizeme yer yok. Sanırım herkes onun neden kırılan bir tahtanın sesinden delirecek kadar huzursuz olduğunu merak ediyor. Kulaklarınızı açında dinleyin öyleyse. Kızını trafik kazasında kaybettiğinde tek bir damla gözyaşı bile akıtmadı bu adam. Kimseyle bu konu hakkında konuşmak istemedi. Bu halinin geçici olduğunu düşünmüştüm ama o hiç böyle bir olay yaşanmamış gibi eski hayatına devam etmeye başladı. Tıpkı eskisi gibi, hiçbir şey eksilmemişti sanki hayatından, sadece biri yoktu yanında o kadar. Ben bunu daha fazla kaldıramıyordum ve kendi kendimle yaptığım sonuçsuz kavgalar sonucunda ayrıldık.
 
Onun hayatında gene bir değişiklik olmamış gibiydi. Sonra da taşındı ve ondan bir daha haber alamadık. Geçenlerde gazetede ölüm haberini gördüğümde şok oldum. Fakat şimdi neyin onu öldürdüğünü açıkça görebiliyorum. Acısını o kadar içine atmıştı ki onu kendisiyle bile paylaşmamıştı. Tüm acısını içine gömebileceğini zannetti ama o tahtayı hiç hesaba katmadı anlaşılan.” Kadın biraz duraksadı ve bu olaydan sanki küçük de olsa bir zevk almışçasına kalabalığa bir bakış attı ve sözüne kaldığı yerden devam etti: “Tahta bile vakti geldiğinde çatırdar ve kırılır, yeryüzündeki her şeyin bir sınırı vardır. O bunu fark ettiğinde artık patlama noktasına gelmişti ama tüm duyguları tükenmiş haldeydi. Artık tek bir duygu kırıntısı bile bulunmuyordu bünyesinde. O tüm bu hayatın monotonluğunu içine bir vampir gibi emmiş ve ebedi uykuya çoktan geçmişti. Kendisine bir çıkış yolu arayan acı bir volkan gibi yüzeye çıkmak için vücudunda çatlaklara sebep oldu ve o ev, onun tapınağı olan o ev, bir kabusa dönüştü. Artık o eve her bakışında kızını görüyordu. Olduğu her şey ve olmak için çabaladığı her şey hepsi birer kurmacadan ibaretti. O aslında en önemli şeyini kaybetmişti ve onun acısını paylaşamadığı için kendini de kaybetti. Evet! Acı çekemediği için öldü demek sanırım bu noktada yanlış olmaz. 
İronik ama gerçek bir hikayeye kavuşan halk bu noktada gerçeği öğrendiklerine pek sevinmişe benzemiyordu. Ama herkes evine gittiğinde ona bir daha baktı ve o ana kadar oldukları şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştı.
 
Toplam blog
: 6
: 485
Kayıt tarihi
: 17.01.11
 
 

1984 İzmir doğumluyum. Celal Bayar Üniversitesi işletme bölümü mezunuyum. Okumak, müzik dinlemek, gi..

 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara