Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

11 Eylül '08

 
Kategori
İnançlar
 

Tanrıdan Uzak Durun. Çarpabilir!..

Tanrıdan Uzak Durun. Çarpabilir!..
 

Hep düşünmüşümdür; neden 50 küsur “Müslüman” ülkenin tümü bilim ve teknolojide geri kalmış, sosyal düzenleri hâlâ çağdışı ve 1,3 milyar nüfusa rağmen küreselleşen dünyada söz sahibi bir ağırlığa sahip değiller!

Bir acı gerçeği sorgulayan bu soruyu çevrenizdeki 10 kişiye sorduğunuzda 10 farklı yanıt alma olasılığınız oldukça yüksektir. Benim kendi yanıtım çok değişik bir mantıksal kurgu taşıyor:

Diyelim ki dünyadaki Müslümanların sadece yüzde 10'u namaz kılıyor. Yani, 130 milyon Müslüman günde beş vakitten, yılda 1825 vakit namaz kılıyor; ve her namazdan sonra avuçlarını göğe doğru açarak, Allah'tan birtakım isteklerde bulunuyorlar. 130 milyon insan çarpı 1825 vakit namaz -eşittir- yılda 237 milyar dua demektir.
(1400 yıldan bu yana günde birkaç kez özel olarak ve Kandil gecelerinde toplu olarak yapılan duaları da hesaba katarsak; toplam dua sayısı katrilyonları rahatlıkla aşar. Fakat biz sadece 20'nci yüzyılda yapılan yaklaşık 20 trilyon duayı hesaba katalım.)

İnanıyorum ki bu trilyonlarca duanın çoğunda şöyle bir dilek vardır:
Allahım beni, annemi, babamı, kardeşlerimi ve bütün Müslümanları her türlü kazadan beladan koru; bize daha kâmil iman ihsan eyle; sağlık ve zenginlik ver.

Trilyonlarca duadan hiçbirisi kabul edilmemiş olacak ki, 1,3 milyar Müslüman hâlâ cehalet ve fakirlik içinde kıvranıyor.

“Peki, Allah bu dualardan hiçbirini yüzyıllardır neden kabul etmemiş acaba? Eğer etseydi, bugün Müslüman ülkeler en gelişmiş ülkeler arasında olurlardı, değil mi? Onca dua boşuna mı yapılmış/yapılıyor?” diye sormadan edemiyor insan.

Benim cevabım şu: Evet, onca dua boşa yapılıyor! Ve hatta o “dua sayılmayan dualar” yapıldıkça, Allah, istenen şeylerin tam tersini veriyor bizlere.

Neden mi?...

Bence sorunun kaynağı tanrı algısındaki çarpıklıkta...

Müslümanların çoğunda öyle bir Allah anlayışı veya sezgisi var ki, tarih öncesi çağlardaki o "ilkel tanrı anlayışı"ndan hiç de farklı değil.

Müslümanlar O'nu, tıpkı Samilerde, Sümerlilerde, Babillilerde ve Mısırlılarda olduğu gibi göklere öylesine yükseltmiş, yükseltmiş, yükselmişler ki, O'nu uzayın karanlık derinliklerinde âdeta kaybetmişler!

Bunu daha iyi anlamak için diğer ülkelere gitmeye gerek yok; bu ülkedeki din bilginlerinin kitaplarına, medyada yazılıp gösterilenlere ve hutbelerde verilen derslere yakından bakmamız yetecektir.

Tüm peygamberlerden uzun uzun bahsedilir, tüm kutsal kitapların herkesi memnun edecek ayetleri bol bol öne çıkarılıp okunur; ama Allah’la ilgili neredeyse hiçbir soruya değinilmez; üstelik bazı çevrelerde Allah'ı düşünüp tartışmak dahi günah sayılır!

Bu temel olguyu daha iyi kavramak için şu kısacık tarihsel gerçeği göz önünde bulundurmakta yarar var:

Elimizde 6 bin sene önce icat edilen yazıdan evvelki çağlara ait yazılı belge bulunmadığı için tarih öncesi devirler hakkındaki bilgileri kutsal kitaplardan, fosillerden, resimlerden ve insanların yaptıkları eşyalardan elde ediyoruz. Bu kaynaklara dayanılarak yazılan tarihlerin bazıları birbirleriyle çelişmektedir. Zaten tarih; geçmişteki olayların tam bir hikâyesi değil, tarihçilerin bize anlattıklarıdır. O nedenle, araştırmaya çok gerilerden değil, 4 bin yıl öncesinden başlamak daha sağlıklı olacaktır.

Bu devir yaklaşık olarak Hz. İbrahim’in yaşadığı zamandır. Hz. İbrahim’in yaklaşık 3,850 yıl önce (M.Ö.1850) Ken’an (Filistin/ Canaan) bölgesinde yaşadığını kabul edilir.

Tevrat’taki bilgilere göre; Hz. İbrahim’in babası Terah, eşi Sara ile birlikte, çocukları Abram (İbrahim), Harran ve Nahor’u yanlarına alarak Geldanilerin Ur kentinden(Basra’da) Ken’an diyarına gitmek üzere Urfa'daki Harran’a gelirler. Harran’da uzun bir süre kalırlar. Terah ve Harran burada vefat ederler.

Hz. İbrahim 75 yaşına girince, Rab kendisine şöyle seslenir: "Babanın memleketinden çık. Sana göstereceğim yere git. Seni mübarek kılacağım ve büyük bir insan yapacağım."

Bunun üzerine Hz. İbrahim, yanına kısır eşi Sara’yı ve Harran’ın oğlu Lût’u alarak, Şam yolu üzerinden Gazza yakınlarındaki More meşeliğine gider. Burada Kenanlılar yaşamaktadırlar. Hz. İbrahim buradaki halka peygamberliğini ilan eder ve Tanrı’nın emirlerini anlatır.

Kenan’da kıtlık baş gösterince Mısır’a göç ederler. Oradaki yaşamları sırasında bazı ilginç deneyimler geçirirler ve birkaç yıl sonra Kenan’a geri dönerler. Böylece Hz. İbrahim’in dini Ortadoğu’da yayılmaya başlar. (Araplar ve İsrailoğulları Hz. İbrahim sülalesinin torunlarıdır.) Tanrı’nın tek olduğu insanlara hatırlatılır, adak olarak kölelerin kurban edilmesi yasaklanır ve belirli ibadet kuralları getirilir.

O zamanlar, Kenan’da bulunan ‘Batı Samileri’ adıyla bilinen halkın çok sayıda tanrısı vardı:

Baştanrı El bir boğa ile simgelenmişti. El’den sonra ikinci güçlü tanrıya Baal (Ba’l) adı verilmişti. Baal; fırtına, yağmur ve hayat tanrısıydı. Baal’ın üç kızı olduğu kabul ediliyordu: Arsal (yeryüzü ve toprak tanrısı), Pidai/Billahi (ışık), Talai/Tallahi (nem ve topraktaki canlılık). Bu üç kız, İslam’dan önceki Arapların inancına Lat, Uzza ve Menat isimleriyle geçmişti.

Hayat tanrısı Baal’ın karşında ölüm tanrısı Mot vardı. Baal ve Mot 7 yılda bir savaşmaktaydılar. Baal ölünce yerine Mot geçmekte ve bundan sonra 7 yıl kıtlık yaşanacağına inanılmaktaydı. Tanrıların bu ölme-dirilme zamanına Dumuzi (Tammuz/Temmuz) deniyordu.

Samiler’in tanrısı yere çok yakındı. O kadar ki, biraz yükseklere çıkan ve bağırarak dua eden insanların sesini daha iyi duyabilirdi. O amaçla Zigurat denilen yüksek kuleler yapmışlardı. Ziguratları ve kenti daha iyi korumak için şehrin etrafını duvarlarla çevirmiş ve kapısına Bab Eli (Tanrı’nın kapısı) adını koymuşlardı. Tanrı’ya ibadet etmenin günlük yaşamın tüm sorunlarını çözümleyeceğini ve kurban kesmenin O’nu memnun edeceğini kabullenmişlerdi.

Tanrı’yı, sürekli insanları gözetleyen ve işlenen günahları anında cezalandıran bir varlık olarak algılıyorlardı. Korunmanın çaresi günah işlememek, dua etmek ve kurban kesmekti.

Kenan baştanrısı El, yüzyıllar geçince İbraniler’de Elohim’e dönüştü.

Elohim’den türetilen diğer tanrılar da şöyleydi:

El-Eliyon (en büyük tanrı),
El-Olam (ebedi tanrı),
El-Şadday (dağların tanrısı).

Çocuklara da tanrının isimleri verilmekteydi:

Jakop-El =Yakup (El korusun),
Jisma-El = İsmail (El işitsin),
Beyt-El = Beytullah > Betül (El’in evi),
Jishak-El = İshak (El bana gülsün) gibi...

Daha sonraları -Hz. Musa devrinde- İsrailoğulları, Tanrı’yı Tek İlah olarak kabullendiler ve tanrının sabit adı Yehova (Yahveh/YHWH) oldu. Tanrı Yehova; merhametli, özverili, adil ve erişilmesi olanaksız bir tanrı anlayışını simgelemeye başladı.

Bu tarihsel perspektifin devamında; gerek Hıristiyanlık, gerekse Müslümanlık kutsal kitaplarında Tanrı'yı erişilmez olmaktan çıkarmıştır ve çağa uyum göstermek zorunda olan Musevilik de onlarla paralel bir anlayış oluşturma çabasına girmiştir. Fakat dinler ve dinlerdeki akidelerin tefsirleri sadece okur-yazar olanlar arasında tartışılmakta ve o nedenle de zihinsel değişimler sadece onların kafalarında oluşmaktaydı. Daha bu yüzyılın başına kadar %90'ı okur-yazar olmayan halk ise, eski değerlere inanmaya ve Tanrı'yı erişilmesi olanaksız bir varlık olarak görmeye devam etmiştir. Halen de etmektedir...

Müslüman din âlimlerine, "Dua ederken, eller neden göğe doğru yönelir? Tanrı gökte mi ki?" diye sorarsanız, size: "Hayır, Tanrı sadece gökte değil, her yerde hazır ve nazırdır. Ellerin kıblesi gök olduğu için avuçlar yukarıya doğru açılır," diyeceklerdir.

“İyi ama acaba ellerin kıblesi neden gök olmuştur?" sorusuna pek de tatminkâr bir yanıt veremeyeceklerdir. Oysa yanıt yukarıdaki tarihsel gerçeklerin içinde saklıdır: Allah'ın sıfatlarını öğrenememiş, okuyamamış, hayal edememiş Müslümanlar, dün de Allah'ı gökte aradılar, bugün de hâlâ orada arıyorlar.

Ve maalesef her gün yapılan milyarlarca dua -o kendi dışlarında ve uzaklarda sandıkları bambaşka bir tanrıya yönelik yapıldığı için- sonuç vermiyor, hatta –bence- ters etki yapıyor.

Bu yazının başlığını bu denli çarpıcı koymamın nedeni de bu. O, gökte olduğunu zannettiğiniz ilkel insanların inandığı "erişilmesi imkânsız Allah"tan uzak durun diyorum. Yoksa çarpar! Vallahi çarpar, Billahi çarpar! Zaten çarpmış ve çarpıyor da... Çarpık hâlimiz ortada değil mi?...

Çarpar çünkü...

"Ben size, her yerde hazır ve nazır olduğumu, size şah damarınızdan daha yakın olduğumu, her şeyi gören ve bilen olduğumu tebliğ etmedim mi? Benimle sessizce, kalpten konuştuğunuzda sizleri duyduğumu ve dualarınıza zamanı geldiğinde yanıt vereceğimi bildirmedim mi? Siz hâlâ neden bağırıp çağırarak bana hitap ediyor ve beni göklerde arıyorsunuz? Neden türbe, yatır ve muskalardan medet umuyor; şamanizmden kalma gelenekleri sürdürüyorsunuz? Siz hiç akıl etmez misiniz?... Ben size hep akıl ve ilimden söz etmedim mi, bu ikisini her zaman kullanın demedim mi?" der ve hiçbir duamızı kabul etmeyerek, yüzlerce/binlerce yıl sonra olsa bile, belki de bu gerçeği anlamamız için bize istediklerimizin tam tersini gönderir.

Öyleyse, o sadece göklerde aranan tanrıdan uzak durun; uzak durun ki Tanrı sizi çarpmasın!

O eski çağların gök tanrısından uzak durun ki O'nu içsel derinliklerinizde arayıp bulabilesiniz ve O'nunla birebir diyaloğa girebilesiniz.

Hallaç, "En'el Hakk = Ben O’yum" dediği için idam edildi, cesedi -toprağı kirletmesin diye- yakıldı ve külleri de Dicle Nehri’ne atıldı. O kafa yapısı hâlâ devam ediyor, o zamandan beri Müslümanların çilesi de...

Dualarınızın kabul olmasını istiyorsanız, duanın kıblesini değiştirin. Göğe bakarak değil, içinizdeki derinliklere yönelerek dua edin. Gözlerinizi kapayın ve size şah damarınızdan daha yakın olan Allah’la -sessizce- konuşun.

Haa! Unutmayın; O, belki de sizsiniz ve siz de "En'el Hakk" diyebilirsiniz.

Hiiç tasalanmayın... Aksini kimsecikler iddia edemez, savunamaz ve de kanıtlayamaz.

Duayla kalın...

 
Toplam blog
: 147
: 2923
Kayıt tarihi
: 05.05.07
 
 

İngilizce öğretmeniyim, çevirmenim, dilmaçım, araştırmacıyım. / Beş kitabım var: Beynin Kimliği, ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara