Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ağustos '07

 
Kategori
Blog
 

Tasavvurname veya 500+5

Tasavvurname veya 500+5
 

Bir yılı aşkın süredir Milliyet Blog’da okuduğum onca güzel yazının arasında, ben de her gün pek de özelliği bulunmayan bir şeyler yazmaya çalışıyorum.

Bugüne kadar “Blog” kategorisinde iki yazı yazmışım. Biri Milliyet gazetesindeki toplantı öncesi heyecanımı yansıtan, diğeri de Eymür toplantısına gidemeyişimin üzüntüsünü dile getiren bir yazı.

Özellikle son zamanlarda yazar arkadaşlarımızın birbirlerine karşı atış yapmaya başladığı bir alan haline gelen Blog kategorisine, hiç girmemeye ve bu işlere bulaşmamaya özen gösterdim.

Zaman zaman, Blogu ve yazı yazanları ilgilendiren değişik konularda, ben de bir şeyler söylemek istemedim değil. Ancak bir blog konusu olamayacak kadar basit bulduğum sebepler için, insanları meşgul etmeye gönlüm razı olmadı.

Ellinci, yüzüncü, iki yüzüncü bloğunu yazan ve bunu haklı olarak kutlayan arkadaşlarım oldu. Böyle bir sayımla da pek ilgilenmedim.

Biliyorsunuz, edebiyat değeri olan güzel yazılar yazmak için, öncelikle Allah vergisi bir kabiliyete ihtiyaç var. Bu açıdan maalesef şanssız olduğumun sizler gibi ben de farkındayım.

Geriye duygu ve düşüncelerimi, mümkün olduğunca dil ve yazım kurallarına uyarak, samimi bir şekilde ifade etmek kalıyordu ki, sanırım birazcık onu yapmaya çalışıyorum.

Pencereden baktığımda, bir ağacın dalına konmuş nazlı nazlı öten bir kuş için, okuyanların ağzının suyunu akıtabilecek kadar güzel bir yazı yazmayı ne kadar isterdim.

Bir bahçe duvarının dibinde benden bir şey istemeye utanırcasına, ayaklarının üstünde yükselip eğilip bükülen, insan yüreğini delip geçecek bir bakışla gözlerimin içine bakarak, yumuşak, tatlı bir miyavlamayla beni yolumdan çeviren tekir bir kedinin serüvenini anlatırken, okuyanlara duygu dolu anlar yaşatabilmeyi de çok isterdim.

Herkesin ayrılıklardan, terkedilmişliklerden, yalnızlıklardan bunaldığı bir zamanda, mutlu, sevecen bir yuvanın sıcaklığını sizlere ulaştırabilmeyi, sahip olduğum şeylere şükretmenin kanaatkârlığıyla yaşadığım sade hayatı, sizi de özendirecek kadar tatlı bir üslupla kaleme almayı da, elbette çok arzu ederdim.

Bütün bunları bir araya getirebilecek yetenek, bilgi, imkân, zaman ve benzeri diğer şartlardan ve özelliklerden mahrum olduğumu keşfedince, ben de blogdan kopmamak, en azından kendimi her gün yazmaya mecbur hissetmek için, yılbaşından itibaren yeni bir kategori açıp, kendimce haberleri tahlil etmeye çalışan yazılar kaleme almaya başladım.

“Gazete Manşetleri” başlığı altında yaptığım bu derleme, bir süre sonra bana sıkıcı gelmeye başladı. Fakat yarıda bırakmaya da gönlüm razı olmadığı için devam ettim. İtiraf etmem gerekirse daha sonra zevk almaya da başladım. Çünkü günlük olayları anlatırken kendi görüşümü ortaya koyacak şekilde bir şeyler yazmaya da fırsatım oluyordu.

Yalnız bunun iki mahzuru ortaya çıktı:

Birincisi, “Gazete Manşetleri” dışında başka konularda da bir şeyler yazmak istediğimde, günlük yazı ortalamam “1”in üstünde oluyordu. Çok yazı yazarak, az yazanların hakkını çiğneyenlerin eleştirildiği zamanlarda, bazen üzerime alınıp utandım, bazen de “benim yazdıklarım blog sayılmaz ki” deyip kendimi teselli etmeye çalıştım.

İkincisi ve bence en önemlisi, maalesef gazetelerde ağırlıklı olarak siyaset gündeme geldiği için, yazdığım yazılarla, olaylara politik bir yaklaşım sergilemiş oldum. Oysa bir partiyle organik bir bağım hayatım boyunca hiç olmadı. Aynı partiye üstüste oy verdiğimi de pek hatırlamıyorum.

“Hakkımda sayfası”nda da belirttiğim gibi olaylara elimden geldiğince tarafsız bakmaya çalışıyorum. Elbette yarım yüzyılı aşkın hayatımda, beni etkisi altına alan ve bende kanaat oluşturan milyonlarca olayla karşılaştım. Herkes gibi ben de bir konuyu değerlendirirken, mutlaka bunların etkisinde kalıyorum.

Buna karşı, “benim söylediğim mutlak doğrudur”, “başkalarının söyledikleri de mutlaka yanlıştır” dememeye özen gösteriyorum. Herkesin düşüncesine saygı duymaya çalışıyorum. Eğer farklı bir bakış açısıyla savunulan o düşünceyi değiştirmek mümkünse, bunun yollarını göstermeye gayret ediyorum.

Sonuçta herkesin aklı var, mantığı var, tecrübesi var, bilgisi var. Benim söylediklerimi de değerlendirip son kararı vermek onların kendisine kalmış. Yani amacım herkesi benim gibi düşünmeye zorlamak değil.

Hepimiz birbirimizden etkilenerek bir şeyler öğreniriz, kendimizi sürekli değiştiririz ve değiştirmeliyiz. Ben bunu gelişim veya gelişme olarak değerlendiriyorum ve kendimi de gelişmeye açık bir insan olarak görüyorum.

Elbette pek çoğuna göre yetersiz olabilir. Ben bir köy çocuğuyum. 15 günlükken İstanbul’a gelmişim. Bu yüzden İstanbullu sayılmıyorum, ama sürekli bu şehirde yaşamış bir insan olarak kendimi İstanbullu görüyorum. Şehrimi seviyorum ve ona sahip çıkmaya çalışıyorum.

Zamanında çok yüzdüğüm boğaz sularının kirlenmesine direkt olarak benim olumsuz hiçbir etkim olmadı. Denize bir tek çöp attığımı hatırlamıyorum. Sokağa da… Kurallara uymaya çalışan, kimseyi üzmeyi, kırmayı düşünmeyen, yeri geldiğinde karşımdaki insan için kendime zarar vermeyi bile göze alan bir kişiyim.

Bu özelliğimin zararını hayatım boyunca çok gördüm. Ancak Milliyet Blog kültürel olarak belli seviyenin üstünde bir topluluk olduğu için, burada ters bir durumla karşılaşmadım. Bazen yorumlarda birçok arkadaşımın diğerine kırıcı sözler söylediğini duyuyorum, okuyorum ve çok üzülüyorum.

Kimsenin kimseye düşüncesinden dolayı kızmaya hakkı yok. Eğer mümkünse, başarabiliyorsa, onu ikna etmeye gayret edebilir. Ama kızarak ve kırarak ne kazanırız ki? Hangimiz bize kırıcı bir söz söyleyenin fikrini benimsemek isteriz?

Ayrıca bazı arkadaşlarımızın, yazıların yayınlanmaması veya geç yayınlanması gibi konularda editörlerden yakındığına şahit oluyorum. Bu anlamda da benim fazla bir şikâyetim yok.

Peki fazladan isteklerim var mı diye sorarsanız, acaba Blog’da online olanların haberleşebilecekleri bir mesaj kutusu olabilir mi, diye merak ediyorum.

Bir de Blog’da şöyle bir sıkıntı hissettim. Bilmiyorum siz benim bu görüşüme katılır mısınız? Bildiğiniz gibi Milliyet Blog’da aklınıza gelebilecek her kategoride yazma imkânı var. Yeri geldiğinde yeni kategoriler de ekleniyor, hatta siz de kendinize farklı bir kategori açabiliyorsunuz.

Benim söylemek istediğim şey şu. Mesela bir arkadaşımız güzel bir yazı yazıyor. Sevgilisiyle son kez buluşmuşlar ve ağlaya ağlaya ayrılmışlar. Acıklı bir örnek mi oldu? İsterseniz şöyle değiştirelim. Arkadaşımız, Cafe’de otururken, çok yakışıklı biriyle tanışmış. Nasıl bir heyecan duymuş, yüreği nasıl yerinden fırlayacak gibi atmış, tatlı tatlı anlatıyor.

Biz de altına yorum yazıyoruz. “Hayırlı olsun. Ne güzel, İnşallah sizin için yepyeni günlerin başlangıcı olur.” Hem yorum yazmanın zevkini, hem de arkadaşımızın yakaladığı mutluluğun hazzını yaşıyoruz.

Bakıyoruz ki posta kutumuzda, yorumumuza cevap var. Heyecanla açıyoruz. Arkadaşımız diyor ki, “ben o yazıyı kafamda tasarlayıp hayalî olarak yazmıştım. Yani ortada yeni tanıştığım bir sevgili falan yok.” Haydaa…

Bu sefer benzeri bir hikâyeye hiçbir şey yazmıyoruz. Oysa arkadaşımız bu olayı gerçekten yaşamış, salya sümük ağlıyor, bizden bir teselli bekliyor veya kendisini tebrik etmemizi istiyor.

İşte bu ayırımı yapabilmemiz için acaba “denemeler” gibi ayrı bir kategori mi açılsa diye aklımdan geçiyor.

*****

Milliyet Blog’da bugüne kadar 505 yazı yazmışım. Bunlardan beşi reddedildi. Onun için bu yazı 500. blogum oluyor. İlk aylarda yazdığım üç yazımın reddedileceğini ben de tahmin etmiştim. Gerçi içinde kimseyi üzecek, kızdıracak, hakaret içeren şeyler yoktu. Böyle bir üslup zaten benim tavrıma aykırı. Sadece konusu itibariyle dini motifleri ön plana çıkaran yazılardı.

Milliyet Blog’un da kendine göre bir stratejisi var. Onlara saygı duydum. Bir daha da kendimin bile tereddüt edebileceği yazılar yazmadım.

Bir düğün vesilesiyle Hidiv Kasrı’na gitmiştim. O akşamki atmosferi anlatırken biraz da yapıyla ilgili bilgi verdim. Hayatımda “kopya çekmek” gibi bir anlayışı sevmediğim için, bir yerden alıntı yaparak yazı yazmak hiç düşünmediğim bir şey.

Fakat editörlerimiz tamamen bana ait olan bu cümleleri -belki de bilginin kısıtlılığı dolayısıyla- “kes-yapıştır” metoduyla alınmış olduğunu iddia ederek yayınlamadılar. Yapabileceğim bir şey yoktu.

Reddedilen son yazım ise, seçimler öncesi Genç Parti’yle ilgili bir yazıydı. Ben kendi düşüncelerimi aktardıktan sonra internette yer alan bir yazıyı da oraya eklemiştim. Yayınlanmış bir yazı olduğu için de hiç tereddüdüm yoktu ama, burada da, Genç Partiyle ilgili hakaret unsuru taşıyan ifadeler var, diyerek, yazımı yayınlamadılar.

İşte 500+5 yazının kısaca öyküsü böyle.

Zaman zaman benim de canımı sıkan ufak tefek şeyler olmuyor değil. Mesela Haber niteliği olmayan bir yazı, Haber kategorisinde yayınlanırken benim yazdığım Haber kategorisi yazıyı başka başlıkla yayınlıyorlar. Yine bazen bir yazım sırada beklerken ondan sonrakinin yayınlandığı da oluyor. Bir de bazen bana göre hiçbir özelliği olmayan yazı, manşet sayfasında akşama kadar durabiliyor.

Bunlar keyfe keder şeyler. Editörlerimizin de bu kadar hakkı var herhalde. Her gün yüzlerce yazıyı okuyup yayına sokmak kolay bir iş değildir. Milliyet Blog, şu an ülkemizde türünün tek ve en güzel örneği. Bu siteyi açanların, bize bu imkânı sağlayanların, her gün kahrımızı çekenlerin huzurunda saygıyla eğiliyorum.

Sitedeki kayıtlı bütün yazarların en az bir yazısını mutlaka okumuşumdur. İçlerinde elbette benim de çok beğendiklerim var. Blog habercime kayıtlı olanlar var. Rastladığımda okuduklarım var. Özellikle okumak için aradıklarım var. Tesadüfen okuyup çok sevdiklerim var. Var da var. İki bini aşkın yazar. Büyük bir kaynak...

Hemen aklıma gelmişken bu konuda bir önerim var, ya da arzum diyelim. Bu kadar arkadaşın bir araya gelebilmesi, öyle kolay bir şey değil. Hayatta her şeyin sınırlı ömrü vardır. Milliyet Blog da –ağzımdan yel alsın- herhalde sonsuza kadar devam etmez.

Hazır böyle bir fırsat varken "kalıcı bir şeyler yapabilir miyiz", konusu üzerinde biraz ciddi olarak dursak diyorum. Milliyet Blog Ormanı bunun güzel bir örneğiydi. Buna benzer fakat bundan daha değerli bir şeyler yapabiliriz ve yapmalıyız diye düşünüyorum. Benimki bir öneri…

*****

Yazılara yorum yazma ve yorumlara cevap verme meselesine gelince…

Öncelikle ben yorumun ne olduğunu tam olarak algılayamadığımız kanaatindeyim. Bildiğiniz gibi yorum, daha geniş bilgi veya kapalı kalmış bir konuyu açma, açıklama, anlamına gelmektedir. Ben Blog’un konseptine uygun olarak buna bir de karşı fikri belirtme gibi bir ek yapmak istiyorum.

Mesela bir arkadaşımız çok güzel bir yazıyla bize karpuzu anlatıyor. Kompozisyon çok güzel, cümleler düzgün, kelimler yerinde, tasvir mükemmel… Okuduk, bilgilendik, eğlendik, zevklendik… Ne yazacağız yorum olarak?

Eline sağlık, karpuzu ne güzel de anlatmışsın demek, bence bir yorum değil. Yazıyı okurken canım karpuz istedi, demek de bir yorum değil.

Karpuz yerken bizi en çok rahatsız eden tek şeyin onun çekirdekleri olduğunu, şimdi üretilen çekirdeksiz karpuzla bunun da ortadan kalktığını ifade eden bir yorum yapabiliriz belki. Hatta karpuzu bu kadar övüyorsun ama, kavun da ondan aşağı kalmaz demek de bir yorum olabilir.

Ama dediğim gibi, kişiyi övücü sözler yorum olamaz. Yorum yazıyla ilgili bir konuya açıklık getirmelidir.

Peki beğenimizi nasıl ifade edeceğiz? Tabii ki mesajla… İşte o, yazının altında yayınlanmadığı, dolayısıyla başkaları tarafından görülmediği için bizim işimize pek gelmiyor.

Oysa yazının altında toplanan övgü dolu sözler, bir başkasını da teşvik ediyor, derken bakıyorsunuz bir yazı şu kadar yorum almış.

Yorumda konuyla ilgili fikrî bir ağırlık varsa, bazen cevap verme ihtiyacı da doğuyor. Bazen sadece o hatırlatmaya veya açıklamaya teşekkür etmek de yetiyor. Bazen de deniyor ki, sen böyle diyorsun ama ben de bu konuda şöyle düşünüyorum.

Eğer sizi yalanlayan, tenkit eden bir durum yoksa, konuyla ilgili bilgi anlamında bir cevap vermeyecekseniz, buna ne yazabilirsiniz ki… Herkes istediğini düşünmekte serbest. Okuyanlar senin de böyle düşündüğünü veya bu yazıyı böyle yorumladığını anlasınlar diyorsunuz ve hiçbir şey yazmaya da gerek duymuyorsunuz.

Ben kendimce bu prensipleri uygulamaya çalıştım. Yorumları cevapsız yayınladım. Bir süre sonra şunu farkettim. Ben de birçok yorum yazmıştım. Acaba yazarın eline ulaştı mı, ulaşmadı mı, benim yorumumu yayınladı mı, yayınlamadı mı, bilemiyorum.

Doğrusu insan bunu merak ediyor. Bunun için “katkınıza teşekkür ederim” şeklinde klasik bir cevap cümlesiyle, bu sorunu çözmeye çalıştım. Böylece hem gerçekten nezaketle bir teşekkür etmiş, hem de yorumu aldığınızı ve yayınladığınızı karşınızdakine haber vermiş oluyorsunuz.

Yayınlanmayan yorumlar meselesine gelince, bana öyle kişisel hakaret içeren, kızdıracak, canımı sıkacak bir yorum gelmediği için, gelen bütün yorumlara cevap veriyorum ve yayınlıyorum. Bu arada bana ulaşmayan varsa, ona tabii ki bir şey diyemeyeceğim.

*****

Yazılara sınır konmasından yana değilim. Kimseye zorla yazı yazdıramazsınız. O yüzden yazanı engellemek bana doğru bir davranış gibi gelmiyor. Zaten öncelikle okuyucu onu elimine eder. Çok okunmak gibi bir kaygısı olmasa da, çok yazanlarda en azından zamanla bıkkınlık meydana gelecek ve kendiliğinden bu çok yazma savaşı sona erecektir.

O kadar çok yazı yazmaya zaman da yetmez, mekân da… Bilgi, birikim bile yetmez hale gelebilir. Eğer stok yoksa, bir müddet sonra bu hevesin sonu kendiliğinden gelecektir. Yine de çok yazmayı başarana şapka çıkarmaktan başka bir şey yapamayız herhalde… Ayrıca güzel yazılar mutlaka okuyucu bulacak ve değerine kavuşacaktır, zaten kavuşmaktadır da...

Bu güzel duygularla Blog’ta yazılarını okuyarak tanıdığım herkese en derin sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Sahip olduğumuz bu çok güzel imkânı değerlendirmenin yollarını arayalım, zamanımızı gereksiz şeylerle heba etmeyelim diye düşünüyorum.

Selâmlarımla…

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..