Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Temmuz '11

 
Kategori
Dostluk
 

Taylanıma Mektup...

Taylanıma Mektup...
 

Taylanıma… 

Arkandan söylerlerken duydum, İstanbul’dan Belarus’a uzanan hayat hikâyenin sonuna gelmişsin… Senin hayatının kim bilir yüzde kaçına şahit olan ya da belki de sadece seninle birkaç kez aynı masada oturan bir sürü adamla birlikte dinledim ben bu cümleleri… Senin hayat hikâyen bitmedi… Bak şimdi ben buraya bende ki seni yazacağım. “Her şey yapılabilir bir beyaz kâğıtla” demiş ya üstat; ben bu beyaz kâğıtla seni baştan yapacağım… Böylece her okundukça, hayat hikâyenin bitmediğinin kanıtı olacağız birlikte… 

Çocukluğum boyunca her hafta sonu gidilen piknikler, bir ritüele dönüşmüştü. Her cumartesi ya da pazar aynı kalabalık, ellerinde yemek sepetleri, Düzler Çamı’nın yolunu tutarken ne de güzeldi tasasız, dertsiz koşturmak… Piknik boyunca bizden topladığın illegal paraları tek başına oturup yemen aslında karakterinle ters düşüyordu. Sen buna “ticaret” derken biz, “paylaşımsız” diyorduk ama aslında aramızdaki en paylaşımcı çocuk sen oldun sonraları. “İllegal paralar”dan kastettiğim şeyi çok iyi biliyorsun: Hani, kurumuş çamlarla küçük bir alanı çevirdikten sonra oranın tuvalet olduğunu iddia edip, sırayla bizden paraları toplayıp, kapıda bizi beklemenden bahsediyorum. Sanki koca piknik alanında tuvalet yokmuş gibi sana para dilenirdik demlenen babalarımızdan. Para da para olsa, bir tur işemek; bir sakız parası. Her hafta başka bir kampanyayla tuvalet kurma projelerin git gide gelişirken şimdilerde düşünüyorum da, mühendislik sana daha çok yakışabilirmiş. Ama o pikniklerin en güzel yanının ne olduğunu ikimiz de çok iyi biliriz; piknik sonrası birimizin evinde sonlanan geceler… Sırayla birimizin evine gider ve orada devam ederdik oyunlarımıza. Sizin eve gitmek için çaba harcamalarımızıysa anlamazdı büyükler. Oyunların en güzeli sendeydi ve biz, “bankacı” olmanın ne demek olduğunu bile bilmeden senin, kutu oyunlarından birisini oynamaya başlardık. Kaybolmuş paraların yerine, A4’ten aynı boyutta kesmeye çalıştığımız parçalarla para yapmak ise saatlerimizi aldığı için oyunun en heyecanlı yerinde “Gonk” çalardı ve eve gitmek üzere, zorla kalkardık oyunun başından. 

Daha sonra o piknikler bir dağın tepesine taşınmaya başladı. “Yayla” maceralarımızsa, hiçbir zaman yerini tutmadı başka bir şeyin. Senin içinde hep özlem kaldı o günlere bilmez miyim? Zeki Amca’nın kavurmasına hasret gitmenden bilirim ki, sen o günleri en az benim kadar çok sevdin. Mustafa Amca’nın kumpirleri ve yakılan ateşler, yağlı ellerini kumla yıkama mücadelesi, bayırda geri geri giden araca Hasan Dede’nin müdahalesiyle son anda çekilen el freniyle arabanın kurtarılması, çeşmeye su doldurmaya gitmemek için uydurduğumuz bin bir bahaneler, ekmek arası köfte ve şişler, çalılığa kaçan tek topun da patlayarak oyunumuza ihanet etmesi, dağ tırmanışlarına dayanmayan küçük bedenlerimiz yüzünden hedefe ulaşamadan geri dönmek zorunda kalan babalar (her seferinde bir daha bizi götürmeyeceklerini söylerlerdi ama tabii ki savaşı biz kazanırdık), aynı yatakta birbirine sarılarak uyuyan bizler… Bu cümlelerin arasına onlarca virgül daha koyabilirim biliyorsun ama sensiz bunları hatırlayamıyorum… İşte bunların hepsi o dağ başından hatıra kaldı sadece. Ne o zamanlar geri gelecek, ne de Antalya, oradan göründüğü kadar güzel görünecek gözüme… 

İlk biramı seninle içtim… Hatırlıyorsun biliyorum… Hani dolabın arkasına bir çay bardağına doldurup sakladığın birayı, meyve suyu gibi içişimizle dalga geçtik ya çok uzun yıllar, işte o günden bahsediyorum. “Bu nasıl içiliyor?” diye birbirimize sorduktan sonra küçücük yaşımıza aldırmadan yarı yarıya dikmiştik kafamıza. Sonra da “sakın söyleme” demiştin. Beni, kendisini de ele verecek kadar salak zannettiğinden olmasa gerekti o tembihin, sadece ne diyeceğini bilememendendi diye düşünüyorum. 

Ama “Taylan” denilince aklımdan hiç çıkmayan bir gün var ki, o günü hiçbir şeye değişmedim çok uzun yıllar. O günü de hatırlıyorsun biliyorum… İlkokuldan sonra girdiğimiz Anadolu Liseleri sınavından sonra tesadüfen karşılaştığımız dolmuşta, “Bize gidelim mi?” derken gözlerinin çakmak çakmak cin gibi ışıldamasından anlamıştım akşam yiyeceğimiz azarı aslında. Eve girer girmez, yurtdışından gelen misafirlerin getirdiği tüm çikolata ve şekerlemeleri önümüze yığdıktan sonra, gözlerini kocaman açıp, “hepsi bizim” demiştin. Aslında otokontrolü çok yüksek bir çocuk oldum hep ama neden sana karşı çıkamadığımı bilmeden yumuldum ben de hepsine. Sonradan anladım ki; bir çocuğun “hayır” diyemeyeceği tek şey, nefsinde pusuya yatan çikolatalarmış… Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama ikimiz de ayrı ayrı koltuklara, boş şekerleme kaplarıyla yığıldığımız sırada Fadime Teyze’nin sesi geldi kulağımıza. Hani gece çok fazla içtikten sonra sabah ilk uyandığın anda içini bir sıkıntı kaplar ya; öyle bir sızı ve korku saplandı ikimize de biliyorum. “Ne yaptık biz?” dedirten o cümlenin aslında pişmanlıktan değil, korkudan içimizden geçtiğini hiç söyleyemedim sana… Boş kapları gören Fadime Hatun, ikimizi de sokağa kovarak bize ceza değil, ödül vermişti aslında. Hiçbir şey olmamış gibi oyun oynamaya devam etmemizse yüzsüz çocuklar olduğumuzdan değil, işlediğimiz suçun cezasını çekmeye hazır olmamızdan gelir. Tüm akşam bize, sınavımızın nasıl geçtiğini soranlara verdiğimiz cevapsa her zamanki gibi aynıydı: İyi… Sanırım “iyi” geçtiği için kazanamadık Anadolu lisesini; cevap, “çok iyi” olmalıymış… 

Senden korkarak geçirdiğim bir zaman aralığı da olmadı değil çocuk hatıralarımın içinde… “Ne zamanlar?” diye sorma çünkü yine sinirleneceğimi biliyorsun. Beni karşına aldıktan sonra, “Bak sana bir şey göstereceğim” diyip aniden bana doğru uçan tekmeyle gelme anlarından bahsediyorum. Her seferinde aynı yalanı yemedim tabii ki ama sen, her seferinde başka başka bahanelerle hep, uçan tekmelerini üzerimde denedin. Bir seferinde nefesimi kesecek kadar hızlı bir tekme yemiştim. Annemlerin yanına gidemeyecek kadar nefessiz kalmışken senin gözündeki korkuyu gördüm. O sırada içeriye giren kadın kalabalığının içinde annemi zar zor seçtim, hemen arkasındaki de Fadime Teyze olmalıydı. Rengim biraz yerine geldikten sonra bir tokat da sen yedin Fadime Teyze’den ve sonrasında sevinmeye fırsat bile bulamadan yediğin tokadın acısını benim üzerimde dindirmiştin yine. Ama bu sefer soluk aldığım yerlere dikkat ederek, kafaya çalışmıştın. Bu yüzden, senden yediğim tokatları hep sakladım, çünkü ikiyle çarpılarak bana geri döneceğinin garantisini vermiştin bana… 

Lise bittiği yıllardı. Sen Uğur Dershanesi’nin üst katında kız arkadaşınla otururken aniden geldim, şaşırdın. Seni onun yanında rezil etmek için bir çaba harcamamıştım aslında, sadece ne kadar yaramaz ve haylaz olduğunu anlatmıştım ki sanki tarih tekerrür etti ve ben, kafamı demirlerin arasında buldum. Nasıl bir el çabukluğuyla sıkıştırdın beynimi oraya bilmiyorum ama kafamı bırakman için defalarca özür dilemem ve biraz gözyaşı dökmem gerekmişti. Sonrasında sizinle birlikte gelmemem için uydurduğun tüm bahaneleri ekarte edebilecek bir cümleyle birlikte, çıkışta kız arkadaşını bırakıp benimle gelmek zorunda kalmıştın… 

Çok şey var anlatacak ama sen zaten hepsini biliyorsun… Sen karşı kaldırımda kitap satmaya çalışırken, seninle birlikte aşağıya inmeyi çok istememe rağmen, utangaçlığımdan seni perdenin arkasından izlediğimi de biliyorsun. Cornflakes’ini bitirdiğin halde aç kalma diye yaptığın acıtasyona aslında kanmadığımı ama sırf canın istiyor diye, sana inanmış gibi yapıp kendi hakkımı sana verdiğimi de biliyorsun. Sigara içmeye başladığında sana söylediğim tüm o kötü cümleleri aslında seni incitmek için değil, seni çok sevdiğim için söylediğimi de biliyorsun… 

Ben, 26 senemin yarısından çok fazlasını seninle geçirdim. Ben, seninle çocuktum, seninle büyüdüm… Tüm bu yaşadıklarımızı düşünürken ben, birisi oradan çıkıp da “Taylan Yıldırım, İstanbul’dan Belarus’a uzanan hayat hikâyesinin sonuna geldi” diyemez… 

Hastanede olduğunu öğrendiğim günden beri her sabah mutsuz uyanıyorum; buralardan gittiğin günden beri de her sabah eksik… Hani evden çıkarken, “bir şey unuttum ama ne?” diye sorarsın ya kendine, işte her sabah öyle çıkıyorum evimden. Akşam evde otururken aniden bir sızı saplanıyor yüreğime… Hani en sevdiğin eşyanın yüksek bir yerden aşağıya düştüğünü gördüğün anda ki çaresizlik var ya, işte her akşam öyle uyuyorum ben. Yolda yürürken, dolmuştayken, iş peşinde koştururken, yemek yerken, televizyon izlerken, uyumaya çalışırken hep senden bir kare takılıyor gözüme… En son bana söylediğin cümleyi düşünüyorum hep… Hani geçen yaz tatile geldiğinde, Fadime Teyze’yle bize gelmiştiniz ya. Kısa kalmak zorunda kalmıştınız çünkü arkadaşların bekliyordu seni. Her zamanki gibi dalaşmıştık yine birbirimize. Hoş, yaşımız 50 de olsa biz birbirimize hep öyle dalaşırdık kesin ama… Giderken “Hadi görüşürüz seneye” dedin ama bu sene yanıma gelmedin Taylan… 

Şimdi sen, bu saçma dünyanın koşturmacasından uzak, cennette tatildesin. Biz kaldık geride bu boktan dünyada. Ve yine en şanslımız sensin... Her doğum gününde 26 yaşında olacaksın… 

Ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide cambazlık yaparken, hep, bizden tarafa atlayacağını düşünmüştüm. Ölümün soğuk sureti senin üzerinde resmetmeyecekti kendini… Hani Haziran’da ölmek zordu Taylanım… Sen gittin, ben arkandan tüm kelimeleri yaktım… 

 

Ebru KAYNAK 

 

 

 

 
Toplam blog
: 57
: 877
Kayıt tarihi
: 24.10.10
 
 

1985 doğumluyum ve geçmişte yaptığım işlerle ilgili her bilgiyi önceki adımlarda sizlerle paylaşt..