Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

26 Mart '08

 
Kategori
Öykü
 

Toroslar'da yaşam erken başlar

Toroslar'da yaşam erken başlar
 

Ön kapakta kullanılan bu fotoğraf, Aydıncık'ta eski bir ev.


İlk öykü kitabım, Etik Yayınları tarafından, TOROSLAR’DA YAŞAM ERKEN BAŞLAR adıyla Mart 2008 tarihinde basıldı. 175 sayfalık kitap, 34 öyküden oluşmaktadır. Kitabın 7 sayfalık önsözünü de Vecihi Timuroğlu yazdı.


KİTAPTAN BİR ÖYKÜ:

AYA AYNA TUTMAK


Güneş uyumaya gitmişti. Dağdan denize doğru esen poyraz, “Geliyorum” diyordu. Boşanmaya görsün ipinden, katardı önüne karada ne varsa, döküverirdi suya. Deniz koyu maviliğine bürünmüş, dağlar morarmaya başlamış, kara bulutlar da dağılmıştı.

— Burada yatmanın anlamı yok. Hava bozacak. Bir an önce dönelim iskeleye. Haydi, aç yelkeni.

—Tamam, Ali Kaptan.

Koydan çıkacakları sırada, rüzgâr ters esti. Gelen dalga ıslattı onları ve küçücük sandala da su girdi. Dümeni sıkıca tutan Ali, arkadaşına seslendi:

— Veysel, yak şu mangalı, ısınalım biraz.

Veysel kayığın suyunu boşalttı. Toplayıp sandala aldığı, şimdi ıslanan odun parçaları ile birkaç çam kozalağını mangala koydu, bir miktar gazyağı serpiştirdi. Çaktı kibriti, mangal tutuştu. İki mavi arasında nokta kadar bir kızıllık oluştu. Veysel dümene, Ali de ateşin başına geçti.

— Doğru tutsana dümeni; su girdireceksin sandala.

— İyi be, beğenmiyorsan, o zaman sen geç.

Yer değiştiler. Veysel tuttu ellerini bu kez ateşe karşı.

— Gözümü alıyor. Söndür şunu, yeter ısındığın.

Veysel sırtını Ali'ye döndü ve mangalı kucağına alarak oturdu. Önlerinden gelen rüzgâr engel oluyordu ilerlemelerine. Veysel kalkıp yelkeni indirdi. Ali kürekleri taktı. Dalga içeriye sürekli su taşıyordu.

— Lanet olsun! Akıntıya karşı gidemiyorum. Çok yorulacağız, bu gidişle.

Biri kürek çekiyor, öteki suyu boşaltıyordu. Sancakburnu’nun karşısına gelmişlerdi ki poyraz döktü, kattı onları önüne ve açığa doğru sürüklemeye başladı. Ali dayanıyordu küreklere.

— Bu poyraz öldürür bizi. Eyvah! Küreğin biri de kırıldı. Allah kahretsin, bir bu eksikti!

— Valla, Azrail çarpıp geçti de ondan.

— Sus, len, şom ağızlı!

Bu kez arkadan gelen dalga ikisini de sırılsıklam etti. Yılanlıada'nın yanında, güçlü poyraz katmış önüne şişe mantarını, alıp götürüyordu. Gökyüzü pırıl pırıl. Ayın şavkında dağlar hayal meyal. Kıyıdan tamamen uzaklaşmış, bir iniyor bir çıkıyorlardı. Sandalları yükselince, dağları görüyorlar, inince mavi sular sarıyordu çevrelerini; ölümle burun buruna, varlıkla yokluk arasındaydılar. Yaşama pamuk ipliği ile bağlıydı iki genç balıkçı. Ölüm sandalın bir o yanında bir bu yanındaydı. İstese, zıplayıp girebilirdi. Ama onlarla oynamayı seçiyordu. Açlık, soğuk ve korku üçgeni içinde, çaresizdiler.

İkisi de çok korkuyor ama birbirlerine belli etmemeye çalışıyorlardı. Veysel elinde tas, devamlı dolan suyu boşaltıyordu. “Tıngırt” diye bir ses duyuldu. Eliyle şöyle bir arandı. Kendi aynasıydı bu. Güzel kızları gördüğü zaman, bakınıp saçlarını taradığı horozlu ayna.

— Ne o?

— Ayna.

— Çabuk, ver onu bana.

Yakınlarından kocaman bir gemi geçiyordu. Ali ay ışığında gemiye ayna tutuyor, bağırıyordu:

— İmdat, İmdat!

— Ne yapıyorsun, Ali? Onu şimdi görür mü?

— Ya görürse!

— Ateş yakalım, belki onu görür.

— Haydi, çabuk ol.

Kozakları mangala koydu, döktü üstüne gazyağını. Çıkardı kibriti. Çaktı ama yanmadı. Kutuyu şapkasının içine yerleştirdi.

— Vay anasını. Islanmış. Yandık, valla, Ali!

Gemi geçip gitti. İkisi de titreyip duruyordu. Bir demet sıcaklık üflemeye çalışıyorlardı avuçlarına.

— Ali, çok üşüyorum ben. Soğuktan donmak üzereyim.

— Boşaltmaya devam et, ısınırsın.

Ali’nin göz kapakları ağırlaşıyordu. Bir eli sürekli dümende, öteki koltuğunun altında. Sandal dalgaya yan geldi. Veysel’in ayakları su içinde kaldı.

— Ne yaptın, sen?

— Uyuklamışım.

— Madem uyuyacaktın, dümende ne işin vardı?

— Fazla konuşma da suyu boşalt çabuk.

— Ali, ne dersin, yelkeni açsak mı?

— Açalım bakalım.

— Baksana bizim yelkenliye, hücumbot oldu valla. Kurşun atsan yetişmez. Kanatlandı, uçuyor bizi. İyi de nereye?

— Ölüme koşuyoruz her halde.

— Ağzımı bozdurma, benim.

— Bak, Veysel. Kıbrıs'ın ışıkları görünüyor.

Büyük bir dalga havaya kaldırdı onları. Geriden üçerleme geliyordu. Nasıl baş edeceklerdi onunla? Balıkçılar masum kuzu, dalgalar ise aç kurttu. Birinciyi kolladılar, geçti. İkinciyi de atlattılar. İki üç metre yüksekteydi üçüncü dalga. Şaha kalkmış, kendi üstünde kıvrılıyor ve gençleri kendine doğru çekiyordu.

“ Bir kürek daha olsaydı, takardık onları da tam gaz kaçardık. Yutacak bizi bu canavar. “Yapma, geçliğimize acı bari” diyerek yalvarıyordu Veysel. Bir iki metre geride çatladı, bembeyaz köpükler içinde bıraktı sandalı. İki taraftan da su girdi. “ Elim dondu, anam ağladı su boşaltmaktan. Ölmesine öleceğiz ama cesedimizi bulamayacaklar. Biz balıkları yemiştik. Şimdi sıra onlarda ” diye de hayıflanıyordu.

Tan yeri iyice ağarmıştı. Arkadan gelen dalgayla sandal bir kez daha tepeye çıktı.

— Veysel, kurtulduk galiba. Bak evler ve sokak lambaları.

— İyi de; nereye geldik biz?

Kıyıya yaklaşıyorlardı. Peşlerinde de bir üçerleme daha. Son dalga kayığı kumsala iteledi. Suya atladılar. Dudakları, kulakmemeleri, parmak uçları mosmor olmuştu. Sandalı çektiler plaja. Çalı çırpı topladılar. Veysel şapkasının içindeki kibriti çıkardı ama hâlâ kurumamıştı. Rüzgâr biraz dinmiş, güneş bir adam boyu yükselmişti.

— Çamaşırları sıkıp yeniden giyelim mi?

— Bir gören olur. Git, kibrit bul gel.

Azgan ve aptesbozanotlarıyla kaplı, çakıllı, taşlı kumluk bir tepenin önündeydiler. Etli ve uzun yapraklı kayakorukları yer yer kümelenmişti. Tırmanışa geçti Veysel. Birkaç kayakoruğu yaprağı kopardı ve attı ağzına. Ayağı bir kapariye takıldı. Kurtulmaya çabalarken elini yırttı bu yatık büyüyen, oval yapraklı, dikenli, çalı görünümlü bitki.

Yol kenarına vardı ve bekliyordu; bir adam yaklaştı.

— Affederiniz, kibritiniz var mı?

Yaşlıca adam şöyle bir baktı Veysel’e.

— Üstünüz, başınız ıslak. Ne bu hal?

— Balıkçıyız. Poyraz bizi buralara sürükledi. Islandık. Ateş yakıp ısınacağız.

— Kim var yanında?

— Bir arkadaşım.

— Orada ısınamazsınız. Çağır onu. Sizi eve götüreyim.

— Biz neredeyiz? Buranın adı ne?

—Kıbrıs’tasınız, köyün adı da Lapta.

Veysel koştu tepeye ve bağırdı Ali’ye:

— Kıbrıs’a çıkmışız. Gel, gel. Bir amca bizi evine götürecek.

Ali de geldi nefes nefese.

— Hasta olacaksınız. Çabuk olun biraz.

Kıbrıslı, ürkek, çekindendi. Sağına soluna bakındı. “Rumlardan gören olmasa bari” diyerek hızlı adımlarla yürümeye çalışırken, Ali ile Veysel de onu izliyordu...

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara