Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

14 Mayıs '08

 
Kategori
Anılar
 

Turgut Özal'ın bana 'hallederiz' dediği

12 Eylül sonrası siyasi partilerin külliyen siyaset mezarlığına terkinden sonra hepimizin o zamanlar kanıksadığı kutuplardan oluşan siyaset o yasaklı yıllarda doğan çocukların isimlerinde kısmen de olsa kendisini gösterebiliyordu. Mahallede veya okulda hemen hemen akranımız sayılabilecek bir sürü arkadaşımızın ismi Ecevit, Necmettin, Baykal, Süleyman, Alparslan ve bunların türevlerinden ibaretti.

...

İsimleri Necmettin (ya da bilumum halife, peygamber) olan çocukları zaten bizim gittiğimiz okullara yollamazlardı aileleri, mahallede ise bizimle kaynaşsalar bile çok yakın arkadaşlıklar kurulamazdı. Bu çocuklar iyi giyimli, küfür etmeyen, ceplerinde bol harçlıkları olan, kendilerine lakap takılmasına kızan çocuklardı. Fazla haytalığa gelemeseler de zaman zaman önem arz eden görevler üstlenirlerdi. Öğleden sonraları genellikle kuran kursu dönüşlerinde çantalarında, top oynarken yüksek bir yere düzgünce bırakacakları dini kitaplar olurdu. Herhangi bir tartışmalı pozisyon sonrası taraflardan yalan söylemesi muhtemel olanına

“Bak kuran orada, onun üzerine yemin eder misin?” deyince biraz önce “şardolsun, anam avradım olsun” türü yalan yeminler eden tayfa, zemzem suyu kokulu çantayı görünce “yok ulan neme lazım” deyip hatasını kabullenir ve çıkması muhtemel bir kargaşa önlenmiş olurdu.

...

İsmi Demirel olan bi arkadaşımın karakterini hatırlamaya çalışıyorum bunları yazarken. Ailesinin taraflılığını hissettirecek sosyal hareketleri yoktu sanki. Ne Alparslan, Alper, Kürşat, Tuğrul vs’ler gibi dediği dedik, ne de Ebumüttalip’ler ve türevleri gibi sofuydular gibi geliyor bana.

Büyüklerimiz kadar derin mevzulara inemesek de o yıllarda bizler de siyaset konuşurduk kendi aramızda, şu tür diyaloglara hep tanık olurdum; “Oğlum Baykal’ın nesi var? hiçbir şeyi yok, ama bak Demirel’e adı üstünde demir el”.

Böyle söylenince “Niye babamın tuttuğu adamın isminde böyle demir, çelik gibi maddeler yok” diye düşünmeye başlar ve susar kalırdı karşıdaki...

...

Yasaklar sözüm ona kalktığında ise Türkiye’de çoktan yeni bir dönem başlamış olacaktı. Öyle ya ayağında boğazlı ‘Nıke’ ayakkabı, üzerinde ‘Levis 501’ ve Amerikan tıraşı yaptırdığı saçları ile sinemada Rambo’nun tek başına Sovyet ordusuna karşı kazandığı zaferi izleyip, Sony marka kasetçalarından yükselen “Hey corç versene borç, olmaz Maykıl bende de yok” şarkısını hayran hayran dinleyen çoluk çocuğun ismi Lenin olsa ne olurdu, Mahatma olsa ne olurdu?

...

Şüphesiz çocukluğumuzda en sık gördüğümüz parti lideri mahallemize 20-30 m. uzaklıktaki Kemiklik’te mütevazı bir evde doğduğunu bildiğimiz Deniz Baykal’dı. Özellikle Yaz aylarında hemen hemen her yerde, üzerinde sade ama şık kıyafetlerle karşımıza çıkabilirdi. Biz ki; neredeyse bütün Antalya’yı canından bezdirecek kadar haylaz, laf anlamaz çocuklardık, evlerimiz sık sık bizleri babalarımıza şikayet etmeye gelen insanlarla dolup taşardı ama ne zaman yanında üç beş tane gazeteci ve kurmaylarıyla çarşı Pazar dolaşıp ahaliye, esnafa hal hatır soran Deniz Baykal’ı görsek hemen kalabalığa sokulurduk, partililer elimize karanfiller verip ne yapacağımızı harfi harfine tembihler, biz de onlarca çocuk; en efendi halimizle gazetelere poz vererek çiçekleri Deniz Baykal’a iletirdik. O anlarda Demirelcilik, Özalcılık olmazdı çünkü o buralıydı, bizdendi bir bakıma.

...

Siyasi parti mitinglerine ise kelimenin tam anlamıyla bayılırdık, yağmurmuş, sıcakmış dinlemez Cumhuriyet Meydanı’ndan gürültüler yükselmeye başlayınca “particiler gelmiş” diye “Allah Allah” nidalarıyla alana dalardık.

Bizim için bir partinin memlekete hayırlı olup olmadığının yegane göstergesi dağıttığı parti bayraklarının sayısıydı. 6-7 velet, 100’e yakın parti bayrağıyla mahalleye girdiğimiz günler hafızamda hala kayıtlıdır.

Şüphesiz o bir – iki saat sallandırılıp, çoğu çöpe atılacak olan bayrakların kalın ve kullanışlı sopaları bizim çok işimize yarardı, flamasını yırttıktan sonra isteyen kırıp sobada yakar, isteyen üzerine kırmızı-beyaz muşamba geçirip açık tribünde havasını atar, isteyen kümes ya da köpek kulübesi yapar, daha uyanıklar da bayrakları partililere satan bayrakçıya hammadde fiyatına geri satardı.

...

Süleyman Demirel’in ‘yandım anam’ adını verdiği bir mitingi kereste açısından iyi geçenlerdendi ama hiç birisi ‘Baba’nın’ “500 günde iki anahtar” vad’ettiği ve on binlerce anahtarlığın mitingin yapıldığı yerde dağıtıldığı nümayiş kadar bereketli değildi.

Aslında biz bir çuval anahtarlığı hurdacıya inşaatın birisinden arakladığımız el arabasıyla götürdüğümüzde karlı bir iş yaptığımız sanıyorduk ama hurdacı onları metal olmadığı için almadı, hiçbir yere okutamayınca da önümüze gelen herkese bu anahtarlıktan dağıttık. Maalesef o mitingden birkaç ay sonra Demirel’in başbakan, sonrasında da Cumhurbaşkanı olmasında bizim de mikro olarak bilmeden de olsa bir etkimiz olabilir zira mahalle sakinleri oy vermek için sandık başına gittiklerinde ellerindeki anahtarlıktaki kırat amblemini oy pusulasında görünce atlara bir aşinalık hissetmiş olabilir.

...

Şehirlerin etrafını saran buldozerlerin küçük kentlerden büyük köyler yaratmaya geldiği ve büyük çoğunluğun bir arının asıl mutluluğunun ne olduğunu sorgulamadan üzerinde arı amblemi olan partiye oy verdiği hiç kimsenin de bir arının kaderine ortak olmak istemediği yıllardı.

...

Anavatan Partisi’nin bir mitingi, rahmetli anlatıyor, Semra Özal, Adnan Kahveci, Mesut Yılmaz, Yıldırım Akbulut kürsüde sıcak tebessümlerle ahaliyi selamlıyorlar, kalabalığın içinde dolaşırken tek görebildiğim şey insanların sırtları ve kaba etleri. En ön safa yaklaştım zira bayrakların membaı orası, o kalabalığın içinde en önde duran bizim mahallenin şarapçıbaşısı Enver Aga beni fark etmiş “Gördün mü lan Özal’ı” dedi, hiç aklımda yoktu ama gelmişken koskoca Özal’ı görüp mahallede havasını atmak fikri o an için hoşuma gitti, “Görmedim abi” deyince bu beni omzuna çıkardı, en önde, yükseklik olarak kürsüyle aynı hizadayım, simetrik olarak Özal tam karşımda ve ancak beş metre uzağımdaydı. Özal meydanı dolduran coşkulu Antalya halkına icraatlarını ve vaatlerini anlatırken ezan okunmaya başlandı, rahmetli susunca kalabalık da sustu, on binlerce insan tık nefes ezanı dinlemeye başladık.

Sessizliği omzunda beni taşıyan ve sabahtan beri içtiği şaraplarla ayakta zor duran Enver Aga bozacaktı.

“Sayın başbaganım! çiftçiyi, ortadireği bırak, bu şarapçıların hali ne olacak onu da deyiver gari”.

Özal sesin geldiği yere baktığında beni gördü, hiçbir şaşkınlık yaşamadan, her zamanki cin haliyle ve alaycı bir şekilde gülerek iki kere “Hallederiz” dedi.

Okan Ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara