Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Eylül '14

 
Kategori
Öykü
 

Turuncu ayaklar

Başını yana çevirdi. İki ceviz gördü. Uzandı. Onlara dokunamadı. Arda, oturduğu için, bu defa da kalkmadan fırçayla denedi. Yetişti. Cevizleri kendine doğru çekti. Biri daha küçüktü. Önce onu aldı. Kabuğunu iki eliyle bastırdı. Bir daha denedi. Aslında kıramayacağının farkındaydı. Bunun içinde boya olsa diye düşündü. Diğer cevizlerle birlikte bunlar da olgunlaşacak. Yalnız boya ne renk ise kabuğu da öyle olacak. Dallardan yere düştüklerinde kırılmayacak. O, daha parlak, göz alıcı boyayı almak için özel bir yeri olacak... Ama bu sadece onun düşüncesiydi. Herkes gibi, Arda da, kabukları kırınca içinde ne olduğunu biliyordu.

Cevizleri oturduğu kilimin üzerine bırakıverdi. Tekrar fırçayla boya alıp beyaz kısımları renklendirmeye devam etti.

- Biz geldik.

Arda, başını kaldırdı; gülümsedi. Bunu söyleyen Dilara idi. Umut ile ikisi yanı başında duruyordu. Ayak seslerini duymamıştı.

- Ne zamandır buradasınız?

Umut anlatmaya başladı:

- Çalıştığını gördük. O yüzden hiç ses çıkarmadan yaklaştık.

- Bitirmek üzereyim.

- Bekleyelim mi?

- Evet.

- Bize de gösterecek misin?

- Tabii.

Dilara sabırsızlandı:

- Hemen şimdi baksak olmaz mı?

- Dediğim gibi, çok az kaldı. Siz isterseniz şuraya oturun. Uzun sürmeyecek. Benim bulduğum düşmüş o iki cevizi yersiniz.

Kardeşler onları aldı. Kilimin diğer ucuna yavaşça oturdu. Dilara aslında pek kıpırdamadan duramıyordu. Ya oyun oynayacak ya koşturacaktı. Yerden aldığı karşılıklı dizili yapraklardan birini koparınca:

- Kayık, dedi.

Umut:

- Hiç benzemiyor!

- Ama, su olsaydı, benzerdi.

- Şimdi sana su bulamayız

- Biliyorum.

Dilara ikinci kez "Kayık" dedi. Kimsenin söze karışmasını beklemeden de söyleyeceğini bitirdi.

Çift kürekli şu kayık
Taşıyor patates, un.
Gidip geliyor sık sık,
Hâlâ değildir yorgun.

Kararmadan ortalık 

Yüklenir şimdi odun.
 Telâş etmiyor, artık
 Günler epeyce uzun.

Arda'nın fırçası havada kaldı. Usulca elini indirdi. Dilara'ya bakarak:

- Yeni mi öğrendin? dedi.

- Geçen gün, yaylaya gitmiştik ya. İşte o zaman.

Umut atıldı:

- Ben de oradaydım...

Kardeşler kendi aralarında konuşmaya devam etti. Arda ise artık sadece kâğıda bakıyordu. Bitirmeye çalışıyordu. Belki yarım saat daha böyle geçti.

Arda nihayet fırçaları bıraktı. Kâğıdı eline alıp kaldırdı.

- Sizce nasıl olmuş?

Umut'la Dilara sevindi. Kalkıp ona doğru geldi. Çok meraklı olduklarını gören Arda resmin arkasını çevirdi. Umut sordu:

- Resminde neler var?

- Hımm... Ayakları turuncu...

- Ya ayakkabıları ne renk?

Ayakkabıları yok!

- Nasıl yok?

Dilara da söze karıştı:

- Arda, onların rengini koyu pembe yapar mısın?

Umut itiraz etti:

- Hiç yakışmaz.

- Bence çok iyi görünür.

- Olmaz.

- Olur, olur...

Arda konuşmalarını kesti:

- Ayakkabılara gerek yok.

Tuttuğu resmi bu defa onlara doğru çevirdi. Kardeşler, kocaman kocaman açılmış gözlerle kâğıda yaklaştı. Tam ortasında dere vardı. Çiçekli kırlar iki tarafındaydı. Arkada dağ görünüyordu. Sağa büyükçe bir ev, sola da küçük avlulu bir ev çizilmişti.

Sakin akan derenin üzerine köprü yapılmıştı. Gökyüzünü süsleyen bulutlar çok fazla değildi. En göze çarpan ise kanatlarını açmış, yükseklerde süzülen kartaldı.

Dilara

- Daha yakından görmek istiyorum, dedi.

Umut:

- Önce ben bakacağım deyip elini uzattı.

Dilara ise daha hızlı davranmış, resmi tutmuştu. Umut da diğer tarafından çekince kâğıdın bir köşesi biraz yırtıldı. Üçü de öylece bakakaldı.

Arda durduğu yere çöktü. Sonra oturdu; dizlerini kavradı. Kardeşler kâğıdı önüne koydu. Konuşmadan öylece duruyorlardı.

Çok uğraşmıştı... Şimdi, şimdi ne yapacaktı? Kıvrıla kıvrıla akan derenin neşesi kaybolmuştu. Ya da Arda'ya öyle geliyordu. Oysa az önce fırçaları elinde tutarken, boyaları karıştırıp kâğıdın beyaz yerlerini türlü türlü renklerle kapatırken nesneleri başka gözlerle görüyordu.

Üzgün olduğu her halinden belliydi. Ama kardeşler ağzını dahi açmadan, tek bir kelime söyleyemeden onu izliyordu. Böyle olmasını istemezlerdi.

Dilara resme dikkatlice baktı:

- Arda, ben turuncu ayakları göremiyorum...

Umut'un yüzü kızarmıştı. Yaptıklarından utanmıştı. Sonra kardeşine göremediğini göstermeye karar verdi. Eğildi; kâğıdı inceledi, şaşkınlıkla:

- Ama turuncu ayaklar gerçekten yok, dedi.

Bu, aniden Arda'nın neşelenmesine sebep oldu. Gergin yüz ifadesi değişti. Kardeşlere dönerek:

- Köprüyü fark ettiniz mi?

Dilara:

- Sadece alt kısmını turuncuya boyamışsın.

- Onlar ayakları...

Yani turuncu ayaklar dediğin yoksa köprünün ayakları mıydı? diye sordu Umut.

- Evet, size onları söylemiştim.

Dilara:

- Bu benim aklıma hiç gelmedi!

Umut:

- O kadar da iyi bakmaya çalışmıştım.

Kardeşler başlarını kaldırdı. Ne yapsınlar? Herkesin gördüğü aynı olmuyordu. Onlar da anlayamadı. Yırtılan yerin tam altında ise küçük, şirin, avlusu olan bir ev vardı.

Umut:

- Şurayı kapatmak için fayton çizmeye ne dersin?

- Neden fayton?

- Atları severim. O arabaların geçerken çıngırakların çıkardığı sesi merak ediyorum. İstersen mağara da yaparsın.

- Büyük mü olsun?

- Çok büyük değil. Küçük de olur. Hatta içindeki yarasaları da unutmazsın.

Arda kahkahayla gülmeye başladı. Dilara nedenini sezemedi, ama kendisi de güldü. Yalnız Umut arkadaşlarını süzüyordu.

- Altta ev olunca söylediklerini elbet çizemem, dedi Arda.

Umut hiç ısrar etmedi.

- Doğru söylüyorsun, dedi.

Önemli olan ise Arda'nın tekrar fırçaları eline almasıydı. Kardeşlere dönerek:

- Oyun oynamak için biraz daha bekleyeceksiniz. Güzel bir resim yapmam lazım...

İkisi de anladı. Onu yalnız bıraktı. Dilara cevizleri kırmaya gitti. Umut birkaç adım uzaklaştı. Ağacın dallarının altında durdu, düşen cevizleri toplayacaktı.

Arda onlara artık bakmıyordu. Önünde başka beyaz kâğıt, elinde ince fırça vardı. Neler çizeceğine karar verip boya almaya davrandı.

 


Bayse Hatipoğlu   

 
Toplam blog
: 15
: 330
Kayıt tarihi
: 12.10.12
 
 

İsmimle ilgili çok sık soru soruyorlar. Anlamını ben de bilmiyorum. Biz iki kardeşiz. Annem Bayez..