Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Aralık '07

 
Kategori
Anılar
 

Tutanaklar

Tutanaklar
 

12/12/2007 , Çarşamba

Maral her sabah olduğu gibi istasyona bıraktı beni. Ön vagonlardan birisine girdim. Dipteki beşli sıranın tam ortasında yer alan yeşilin en kötü tonu özellikle seçilmişe benzeyen rahatsız plastik koltuğa oturdum. Trenlerdeki üç tip koltuktan en rahatsız olanı bunlardı. Grilerde hiç olmazsa oturma bölgeniz (literatürde buna kıç derler) yere paralel olduğundan koltuktan aşağı kaymamak için ayrıca bir efor sarf etmenize gerek olmuyordu. Ayrıca sanki tren sık sık viraja giren, sağa sola savrulan bir taşıtmış gibi oturma yerinin iki kenarında da çıkıntılar vardı ve yol uzadıkça epey bir rahatsızlık veriyordu. Tam ortadaki koltuğu ise özellikle seçiyordum. Zira yalnızca ortadaki koltuğun karşısında bir koltuk bulunmuyordu. Diğer koltuklar ikişerli olarak karşılıklı dizilmişlerdi ve ben tanımadığım insanlarla bir saat boyunca diz dize oturmaktan hiç hoşlanmıyordum. Koltukların arası sadece bir kişiye yetecek kadardı ve bu mesafeyi iki kişinin paylaşması öngörülmüştü. Müzik çalarımın kulaklıklarını kulağıma takıp müziği açtım. Yüzyirmidört parça yüklü ve otuz-otuzbeş kadar şarkı dinliyorum yol boyunca. Yani gün aşırı aynı şarkıları dinliyorum. Bu nedenle ayda bir bazı parçaları değiştiriyorum. Eğer hafta sonları yürüyüşte müzik dinlememiş olursam-ki genellikle çevrenin seslerini dinlemek daha tercih ettiğim bir şeydir- hemen hemen her durağın bir parçası oluyor. Sözgelimi Haydarpaşa’da trenden inerken Bang Bang’ söylüyor Nancy Sinatra. Yazıhaneden içeri girerken ise Yastayım Hiç Kimse Bilmiyor çalıyor Ferhat Göçer'den.

Pendik’te o içimi bulandıran kalem, tesbih, rozet satan adam bindi yine. Beline bir idrar torbası asmış, içi yarısına kadar kirli sarı bir sıvı ile dolu. Kazağının altından ince, şeffaf plastik bir boruya takılı olarak sallanıyor. Vagonun bir ucundan diğer ucuna kadar torbasını sallaya sallaya dolaştı. Herkes de benim gibi yapıyor , adam yaklaştıkça gözünü kaçırıyor. Adam bir elinde tükenmez kalemler, diğer elinde üzerinde Yeniçiftlik Belediyesi yazan kağıt bir poşet ile turunu tamamlayıp kapının kenarında duruyor. Belki gerçekten hasta, belki değil. Ama torbayı sergileme sebebi yolcuların yardımseverlik duygularını harekete geçirmek. Ancak bu davranışı tam tersi etki yapıyor ve yine hiç satış yapamadan vagonu terk ediyor. Küçükyalı’da tam da yeni yüklediğim Pink Martini’nin Sympathique’i çalarken genellikle Suadiye’den binen yavrulu kadın çıkıyor ortaya. Yavrulu kadını yıllardır tanıyorum. Başını sağa eğiyor ve titrek, yalvaran bir sesle tiradına başlıyor :

“-Yavrum büyüme hastası ağabeylerim, iki yaşında, büyüyemiyor, yürüyemiyor, konuşamıyor, Allah kimsenin başına vermesin, sizlerden bir yardım rica ediyorum , bu kalemleri bir liraya satıyorum, değerli abilerim” diyor. Bu arada bir naylon poşet içerisindeki gazete kupürünü aşağı yukarı sallıyor.

Bu kadın nasılsa etkili bir çalışma yapıyor, birkaç tane müşteri çıkıyor , üstelik parayı verdikleri halde piyasada dört tanesi bir liraya satılan kalemi de istemiyorlar. Bu arada kapının yanında duran sütlükahve bir kaban ve kadife pantolon giymiş 45 yaşlarında dik bakışlı, sert tavırlı bir kadın patlıyor;

“-Yahu onbeş yıldır bu trenlerdesin , yavrun hala iki yaşında, benimki askere gitti seninki hala büyüyemedi.”

Yavrulu Kadın öyle bir bakış yöneltiyor ki kadına;

“-Dua et ki şu anda görevdeyim, yoksa senin saçını başını yolardım” tehdidi içeren bir bakış

bu.

Ama sesi yavşakça yalvaran tonunu hiç terk etmiyor;

“-Büyüme hastası dedim ya ablam” bu kıvrak manevra hoşuma gitmiyor değil, ama bu alışıldık, sıradan dilenci sesi hiç de hoşuma gitmiyor.

Aklıma yıllar önce rastladığım dilenci geliyor. Müthişti.

Karaköy Vapuru’ndaydım, vapur yeni hareket etmişti. Tahta koltuk değnekleri ile , bir ayağı dizden aşağı kesik , orta yaşlı bir adam çıktı ortaya:

“-Ben dilenci değilim “ dedi, pat diye öylesine başlamıştı lâfa. Kaşları çatıktı.

”-Trafik kazası geçirdim, ayağımı kestiler, işten de çıkarttılar. İş de bulamıyorum, ne yapayım dileniyorum işte.” Sustu, gözlerini kıstı, yutkundu, acı çektiği belli oluyordu. Gözlerini duvarda bir noktaya dikti, hırçın, sinirli bir sesle

“-Mecbur kaldım dileniyorum işte…” Başı yukarıda idi, yolcuları süzdü, bakışları biraz da suçlama taşıyorlardı.

Herkes çok etkilenmişti. Adeta para yağdı. Adamın tahta koltuk değneklerinin tıkırtılı sesinden başka ses çıkmıyordu vapurda, birisi arkası dönük adama duyurmak için biraz yüksek sesle seslenecek oldu. Adam sinirlendi :

“-Ne bağırıyorsunuz beyefendi , dilenci olduysak…” dilenci sözcüğünü kimi zaman titrek ve alçak, kimi zaman vurgulu telaffuz ediyor, söylerken acı çekiyordu. Yolcu özür diledi, duymadığı için sesini yükselttiğini söyledi. Uzatılan paraları almak için koltukları dolaşıyor, öfkeyle söyleniyordu:

“-N’apalım işte, iş bulamadık, ister miyim dilenmeyi ?”

Epeyce para topladı adam o gün. Hiç kimseye teşekkür etmedi, hiç kimse de adamdan teşekkür beklemedi. İnsanların suçluluk duygusuna hitap etmiş ve yakalamıştı.

O olay bende çok derin iz bırakmıştır. Adamın etkileyiciliği hakiki olmasından ileri geliyordu. Daha sonra insanlar huzurunda sergilenen performanslarda başarıda ölçüt olarak hakikiliği kullandım. Gerçekten de gerek bir konferans olsun, gerekse tiyatro veya sinema; düzgün, kusursuz görünenlerden çok, hakiki görünenler etkileyici ve unutulmaz oluyorlardı ve bunların sayıları son derecede azdı.

Daha sonra o adamı yine gördüm, bir iki sene geçmişti, adam yalvarıyor, sıradan dilenci dualarını dilenci tonunda mırıldanıyordu. Hakikiliğini muhafaza edememişti ve hasılatı da sıradan bir dilencininkine denk görünüyordu. Adam için üzülmüştüm.

Yazıhanede Yüksel Abi’yi bir yıllık Baro Dergisi’ni masasına yığmış, yüzünü dergilere iyice yaklaştırmış olarak buldum. Gözleri kataraktın etkisi ile iyice zayıflamıştı.

“-Neyi arıyorsun ağabey ?” diye sordum, başını kaldırmadan ;

“-Ne zamandır bunları okumuyordum “ dedi. Dergilerin son bölümünde yer alan ölüm duyurularına bakıyordu. İkide bir “-aaa bu da mı ölmüş, vah vah o da mı ?, aa daha yazın söyleşmiştik” gibi sesler çıkartıyordu. Ölen arkadaşlarını tesbiti akşama değin sürdü. Arada beni de çağırıyor, resmi gösteriyor;

“-Bak bunu sen de tanırsın “ diyordu.

“-Abi bu üzücü şeylere yeter artık baktığın “ diyordum ki Atilla geldi. Her zamanki sakinliği ve güler yüzü ile kapıdan baktı ve :

“-Abi günlüğünüzü okudum, harika olmuş “ dedi , sevindim;

“-Bundan sonra böyle “ dedim “-Gündüz söyleyeceksin, akşam okuyacaksın.”

Bir kahkaha patlattı koridoru çınlatan.

 
Toplam blog
: 35
: 4404
Kayıt tarihi
: 07.09.06
 
 

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra İstanbul'da 21 yıldır serbest avukat olar..