- Kategori
- Doğa Sporları
Tuzla belpınarı yürüyüşünde yalnız Efe zeybeği
Telefonun alarmının, dışarıda rüzgarla oynaşan yaprakların geceden yağmış yağmurun bıraktığı damlalarda ki ışıltılarını seyretmem için çaldığını, penceremin önünde fark ettim…
Anlamıştım ki güzel bir yürüyüş günü için tek eksiğim henüz sıcak su dolduramadığım termosum ve 36’lık filmlerinden ibaretti. Hızlıca eksiklerimi tamamladım ve soluğu Göztepe köprüsünde aldım.
Günaydınlar ve hoş selamlaşmalar gün içinde taşıyacağımız enerjinin haberini veren şen kahkahalar, biraz gazete biraz sabah sohbeti derken Sapanca’da küçük bir çay molasında bulduk kendimizi. Tamamlanan kadromuz ile 12 Gezgin Alifuatpaşa’da kahvaltı yapıyorduk bile. Ne kadar da hızlıyız… Herkes bir an önce yürümek istiyor galiba. Tamamlanan alışveriş ve hazırlıkların ardından bende aldığım çikolatalar ile artık hazırdım.
Yolda Kılıçkaya’yı ilk gördüğümüzde yukarıda bizi yağmurun beklediğini, buluttan duvağıyla örtülmüş yüzünü bize siluetler halinde göstermesinden anlamıştık. Ağaçların arasında tepelerin eğimine uymuş bahçeler ve “ebru teknesine damlatılmış kırmızı boya tanecikleri” gibi köyler, yeşilliklerin arasında yerine almış da bir ustanın elinde ki kâğıdın bu boyayı tekneden almasını bekler gibiler. Biraz sonra o kırmızılıklardan bir tanesinin içinde dünyanın en güzel canlıları “Çocuklar” ile karşılaştığımızda, Tuzla köyü içinde yürüyüşe başlamak üzereydik. Ama önce yanımızda getirdiğimiz hediyeleri çocuklara verme zamanıydı...
“Sabah sabah nereden çıkmıştı bu amcalar, abiler, ablalar. Kalemler, tokalar… Rüyamı görüyorduk, bak bak şu abi başına çember bağlıyor” Hediyeleri alanların, düşünenlerin emeğine sağlık...
Tuzla köyünü arkamızda bıraktığımızda, parkur boyunca pek çok kez göreceğimiz çeşmelerden birincisi eski ve yeni haftı (yalak-havuz) ile bize “Hoş Geldiniz” demişti. Yol boyunca 5-10 dakika kadar tırmandıktan sonra sola doğru yoldan ayrılarak arazi üzerinde ilerlemeye başladık. Meşe ağaçları ve yer yer yeşilliklerin arasında, küçük vadileri diklemesine geçerken birden bire karşımıza çıkan derede, “Doğa Senfoni Orkestrası” sahnedeydi. Gün boyunca bu konseri dinleyeceğiz ve Hasan Abi bizi en lüks localardan birine götürüyor. Dere boyunca tekrar yukarı doğru tırmanmaya başladık ve tırmanışın sonunda geldiğimiz çardak ve bahçe girişinde artık hızını arttıran yağmur nedeniyle yağmurluklar ve pançolar çantalardan teker teker çıktı.
Bahçe çitinin arkasında içine girdiğimiz meşelik içinde kısa bir “jungle” geçişi yaptıktan sonra son tepeyi de tırmandığımızda karşımıza çıkan düzlükte çok güzel beyaz bir çoban köpeği Hasan Abi’nin ona yaptığı çağrılara yanıt vermiş ve yanımızda çantalarımızı kokluyordu. Çobanla kısa bir sohbet, çeşmenin güzel suyundan birkaç yudum ve tekrar uzaktan Doğu ucunu gördüğümüz Kılıçkaya’ya doğru tırmanışa devam. Yağmur tekrar şiddetlendi ve yol üzerinde bulunan iki yayla kulübesinden birinde yemek molası verdik. Herkes sözleşmiş gibi birbirinin eksiğini kapatırcasına ek nevalelerini çıkardı. Eline Sağlık Nurten muhteşem zeytinyağlı salata, kuruyemişli meyve tabağı ( şaka yapmıyorum gerçekten ) ve tabii olmazsa olmazımız! “Hasan Abinin Mangalı Tütüyor” gelsin köfteler, közlenmiş biberler. Eline sağlık Hasan Abi.
Yemekten sonra biraz çay, hadi tırmanışa devam, Kılıçkaya’ya az kaldı. Artık yağmur yağmıyordu. Biraz sonra yukarıya geldiğimizde hepimiz birden “mutlaka burada çadırlı kamp yapalım” diye program yapıyorduk. Arkamıza dönüp manzaraya baktığımızda Hasan Abi’nin gösterdiği geçen hafta parkurundan Karagöl Yaylası, İç Dedeler ve Dış Dedeler Tuzla köyünün arkasında dağların arasında ilk seçtiğimiz ayrıntılardı. Tuzla köyünden bize doğru uzanan parkur boyunca izlediğimiz hatta sağımızda Kılıçkaya’ya doğru girinti yapan boğaz içinde çam ağaçlarının yeşili, arkasındaki kayalığın yüksekliğinde ki muhteşemliğin gölgesinde grilikleri ısıtıyordu. Dağın yükseklerinde bulutlar rüzgarla oyun oynuyorlar ve güneyden yükselip kuzey yamaçlarında yarlardan aşağıya duman şelalesi olarak aşağılara akıyorlar ve sonra gözden kayboluyorlardı. Sanki hiç bitmeyen bir düğünde durmaksızın zeybek oynayan “Yalnız Efe” bize selam veriyordu.
Geldiğimiz yönü arkamızda bırakıp rotanın kalan kısmında yönümüzü kuzeye doğru çevirdiğimizde daha da güzel bir manzara önümüzde çapkın çapkın göz kırpıyordu bize. Önümüzde alçalan vadi tabanına kadar uzanan çam ağaçları, aşağılarda bahçe olduğu anlaşılan açıklıklar ve onların daha da gerisinde yükselen vadinin karşı yamaçlarında, buralardan çam olduğunu düşündüğümüz yeşillikler, onların üzerinde zirveye doğru vadi yamaçlarında ki küçük oyuklara saklanmış bulut kümeleri. Taaaa o karşılardan vadinin karşı yamaçlarından bulunduğumuz yamaçlara kadar uzanan topraklar üzerinde, arkamıza doğru Karagöl’e kadar uzanan hattın tamamında gümüş-gri bulutlardan, sürülmüş toprakların kahverengiliğinin yağmur içerek koyulaşan karanlığına, ağaçlık alanların arasında ki açıklıkların sararan otlarında ki soluk sarı yeşilinden çam ağaçlarındaki yeşilin en koyu tonuna tam bir renk cümbüşü içinde burada olmayan rengi, eksik olanı düşündüm. Galiba sadece kırmızı-sarı kızıllığında güneşin kızıl-altın tayfları yoktu ve burada gün batımını hayal ederek gözlerimde ki sarhoşluğu hayallerime de taşımaya çalıştım. Batan güneşin ardından yakılan kamp ateşi ile kırmızılaşan yüzlerin, yıldızlardan süzülen ışık damlalarında pırıldayışlarını izledim. Gecenin gizleyemediği yeşil ışıkların üstümü örttüğünü ve ay ışığının kucağında nasıl uykuya daldığımı hatırladım. Sabah şafağında çiğ damlalarının, sadece otların ve yaprakların üzerine değil aynı zamanda hissettiğim huzur ve sakinliğin üzerine de yağdığını gördüm…
“Evet arkadaşlar gidiyoruz” ... Mahmut Abi, rüyamın en güzel yerindeydim …
Artık aşağılara doğru, vadinin yamaçlarında ileri ve aşağıya doğru sağımızda kalan Beldibi köyüne doğru ilerleme zamanımız gelmişti. Çam ağaçları arasında renk cümbüşüne yeşili daha da parlak gösteren kar beyazlıkları da arada sırada ekleniyor ve hoş sürprizler devam ediyordu. Ağaçların arasında kaldıkça “Doğa Senfoni Orkestrası” konserine devam ediyor ve biz locamızda nefesli çalgılar ile ritm çalgılarının ahengine kapılıyorduk. Arada sırada içinden geçtiğimiz açıklıklarda çam ağaçları solo performanslar sergiliyordu bize. Aşağılarda durduğumuz bir açıklıkta yüzünü gösteren güneşte “hadi hep beraber fotoğraf çekilelim” önerisinde Mahmut Abi’nin hazırladığı çanta destek ile yükseltilmiş fotoğraf makinesinin objektifinde, hepimiz aynı kareye sığmayı başardık. Yaşasın teknoloji derken Emre uzaktan kumandalı fotoğraf makinesiyle hepimizi aynı anda tekrar fotoğrafladı. Eeee napalım. Gelenekselci olmakla yeniliklere açık olmak arasında zor bir ikilem bu doğrusu, ben Canon EOS 300 ve 100 ASA fuji 36’lıklarla devam edeceğim. En azından bir süre daha galiba.
Biraz daha aşağıya indikçe Çam ağaçlarının arasından sıyrılarak ulaştığımız köyün üzerinde ki bahçelerde çiçeklenmiş kiraz ağaçları bahar aylarını yaşadığımızı tekrar hatırlattı. Ne tuhaf geçen hafta buzlarla kaplanmış bembeyaz olmuş dalların altında yürüyorduk şimdi ise çiçeklerle kaplanmış ve yine bembeyaz olmuş ağaçların arasında aynı şeyi yapıyoruz.
Aynı olan bir şey var ki; “Gelin Ağaç”
Yürüyüşümüz Beldibi köyünün içine uzandığında yaklaşık beş saat tamamlanmış ve yorgunluk çayımız için köy muhtarının evinde sekilerde oturuyorduk. Önce çay içtik. Biraz katmer biraz köy ekmeği… Teşekkür ederek köy meydanına geldiğimizde sıra tekrar “Çocuklarındı”. Hepimiz yürüyüşün etkisi ile çocuklar gibi şendik ama açıkçası o oyuncakları alan çocukların yaşadığı mutluluğun masumiyetini düşündükçe, büyümüş olmanın kirlenmişliği biraz daha ağırlaştı omuzlarımda.
Biraz da köylerimizi konuşmak lazım, İstanbul ve Ankara’nın tam ortasında hala böyle yaşam koşullarının devam ettiğini görmek ve herkese anlatmak lazım…
Tekrar Alifuatpaşa, tekrar yolculuk, ama bu sefer assolistlerden yoksun kendi çabalarımızla akşamı kurtaracak Türküler Şarkılar…
Sonra gün boyunca ışıklarını ve renklerini bizden esirgeyen güneş öyle bir sürpriz yaptı ki Sapanca Gölü’nün kenarına kaçak yollardan süzüldük. Bulutlar arasına saklanan güneş, bütün akşam kızıllığını hem göl suları üzerinden hem de makinelerimizin objektiflerinden hiç saklamadı bu sefer. Galiba günün son sürprizi buydu…
12 Gezgin, 5 saatlik bir yürüyüş, kat edilen 9, 6 km…