Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Mart '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Ürdün'de tatil

Ürdün'de tatil
 

Muhteşem Petra...


2004 senesinin ilkbaharında, henüz daha İstanbul'da yaşar ve bekâr gezerken, daha sonraları kocam olacak zatla beraber Ürdün'e gitmeye karar vermiştik. Yurttan sesler toplu korosunun, Batı Anadolu yöresinden derlenen “Ne işiniz var orada?” adlı türküyü ilk kez seslendirmesi o günlere rastlar:

(“Ah bir ataş ver” melodisiyle)

Kadınlar: “Ah ne işiniz var orada, orada?”
Erkekler: “Başka yer mi kalmadı devranda?”
Koro: “Tatil yapacak, tatil yapacak?”

Ben: “Ah ne bileyim ben, gideyim de göreyim,
Yediğim, içtiğim benim, gördüklerim söyleyim...”

O zaman İstanbul’dan Amman’a uçmuş ama Amman’da hiç durmadan doğrudan Petra’ya inmiştik. Akabe, Lut Gölü, Madaba, Karak ve Ceraş’ı gezmiş, abartısız en güzel tatillerimizden birini yapmıştık.

On günlük tatilimizin ardından bu güzel ülkeden ayrılırken, bir gün mutlaka geri döneceğimi biliyordum. Nitekim döndüm de...

Dostlar, yalanım yok, “İsrail’e taşınmanın en büyük avantajı ne?” diye sorsanız, “Zırt pırt Ürdün’e gidebilmek.” derim.

Geçtiğimiz Aralık ayında, annem, babam ve kayınvalidem buradayken, onlara da bir Ürdün turu yaptırdık. Daha önce gezip gördüğümüz, hayran kaldığımız yerleri onlara da gösterme fırsatı bulduk.

Örneğin Petra...

Kısa bir süre önce Dünyanın Yeni Yedi Harikası listesine giren Petra’nın, petrolü olmayan, endüstrisi bulunmayan Ürdün’ün en büyük gelir kaynağı olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu 2000 küsur yıllık inanılmaz şehri gezmek için en az üç gün, çevik bacaklar ve sağlam ayakkabılar lazım. Su ve kum taşının oluşturduğu gerçeküstü şekilleriyle, kaya katmanlarının pembeden maviye, griden kırmızıya dönen çılgın desenleriyle, yer yer 200 metre yüksekliğindeki kayaların yüzeylerine oyulmuş birbirinden güzel anıtlarıyla, etrafını çepeçevre saran dağların vahşi güzelliğiyle, boyutlarının ezici büyüklüğüyle sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi duran, doğanın ve insanın neler yaratabileceğini düşündürüp, kişiye yaşadığı için ne kadar şanslı olduğunu hatırlatan, büyüleyici, ilham verici bir mekan Petra. Şurada şu var, burada bu var diye başlarsam, yazıyı turistik broşüre döndürmekten ve sonunu getirememekten korkuyorum açıkçası. Onun yerine diyorum ki, zamanı ve tabii ki parası olan herkes için Petra dünyada mutlaka görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Yeni galaksilere açıldığımızda sıralamayı tekrar gözden geçiririz.

Nasıl, ilginizi çekti mi? Daha yeni başlıyoruz. Şimdi sizi Akabe’ye alalım, tozunuz, toprağınız Kızıl Deniz’de yıkansın...

Ürdün’ün en güneyinde, adıyla anılan körfezin kıyısındaki Akabe, ülkenin en güzel şehri. Küçük, temiz, düzenli, oldukça yeşil ve sevimli. Dalma ve su sporlarıyla ilgilenenler için, Kızıl Deniz’in bir cennet olduğu düşünülünce, Akabe de bu cennetten bir parça. Aynı denize kıyısı olan ve dalış turizminden inanılmaz paralar kazanan komşusu Mısır kadar gelişmiş olmasa da, Akabe’de Royal Dive Club’a uğrayıp, en azından maske ve şnorkellerin hatırını sormakta sonsuz fayda var. “Almayayım, alana da mani olmayayım” diyenlerdenseniz, mercan kayalıklarına dokunmamak kaydıyla yüzmek zaten serbest.

Sarmadı mı? Alın size Lut Gölü...

Deniz seviyesinden 400 metre aşağıda, yaklaşık 65 kilometre uzunluğunda, 6-18 kilometre genişliğinde, Ürdün nehri tarafından beslenen bir göl. Ürdün ile İsrail arasında doğal bir sınır oluşturuyor. Buraya kadar herşey normal. Normal olmayan, gölün tuz oranı. Bulunduğu seviyede buharlaşma çok fazla olduğundan, gölün tuz oranı %30 civarında. Bunun anlamı, bu gölde suyun kaldırma kuvvetinden değil, fırlatma kuvvetinden bahsedebiliriz, zira yüzmek, batmak, boğulmak mümkün değil, şamandıra gibi suyun dışına atıyor su sizi. Hiç kıpırdamadan suyun içinde dimdik durabiliyor, sırtüstü yatıp, gazete okur gibi yaparak klasik “Lut Gölü ve Turist” fotoğrafları çektirebiliyorsunuz. Suya başınızı sokmamaya ve elinizi gözünüze sürmemeye çok dikkat etmeniz gerekiyor, aksi takdirde yaklaşık 15 dakika boyunca ağlayıp, ananızdan hiç doğmamış olmayı diliyorsunuz. Vücudunuzda varlığını daha önce hiç fark etmediğiniz yara, sivilce ve kesiklerin tuzdan cayır cayır yanması da cabası. Göle Batı ellerinde “Ölü Deniz” de deniyor, tuz oranının yüksekliği yüzünden içinde 11 çeşit bakteriden başka yaşam bulunmuyor. Suyunda ve çamurunda bulunan minerallerin çeşitli hastalıklara iyi geldiği varsayılıyor, ayrıca hem Ürdün’de, hem de İsrail’de Lut Gölü çamurundan elde edilen kozmetik ürünleri oldukça popüler.

I-ıh? O zaman buyurun Madaba’ya...

Madaba, Amman’da kalmak istemeyenler için harika bir alternatif. Havaalanına yakınlığının yanısıra, hem şehirde, hem de etrafında görülecek pek çok şey var. Madaba’da kalıp, Lut Gölü, Nebo Dağı, İsa’nın Vaftiz Yeri gibi turistik ilgi merkezlerine günübirlik gidip dönmek mümkün. Şehrin nüfusunun üçte ikisi Müslüman, üçte biri Hıristiyan. Kardeş kardeş yaşayıp gidiyorlar. Madaba’da görülmesi gerekenlerin başında Aziz George Kilisesi’nin zemininde bulunan mozaik harita geliyor. Lübnan’dan Mısır’a kadar geniş bir bölge üzerinde, İncil’de adı geçen 157 adet yeri gösteren haritanın aslının 2 milyondan fazla parçadan oluştuğu sanılıyor. Bugün görebildiğimiz yaklaşık üçte biri. Bunun haricinde şehirde irili ufaklı kiliseler, müzeler, Haret Jdoudna adında harika bir kebapçı ve çok da pahalı olmayan güzel oteller var.

Nebo Dağı, Madaba’ya yaklaşık 9 kilometre mesafede, Musa Peygamber’in tepesinde durup, Vaadedilmiş Toprakları ilk kez oradan gördüğü söylenen, ferah feza bir yer. Bugün bir ören yerine çevrilmiş durumda. İçinde nefis mozaikler ve Musa Anıt Kilisesi var. Pussuz havalarda taa Kudüs’ü ve Lut Gölü’nü görebileceğiniz rivayet ediliyor, bize denk gelmedi ama manzara yine de çok güzel. 2000 senesinde, o zamanki Papa, II. Jean Paul burayı ziyaret etmiş. Girişte, ziyaretin anısına dikilen bir sütun var. İsa’nın Vaftiz Yeri, Ürdün nehri kıyısında bir alan. Burada görecek fazla birşey yok. Keza Ayn Musa’da da. Burasının Musa Peygamber’in bir kayaya vurarak su bulduğu kaynak olduğu söyleniyor. Hamamat Ma’in ise bildiğimiz kaplıca, 2004’te biz gittiğimiz zaman tesisler dökülüyordu, bugün ne durumda olduklarını bilemiyorum.

Nasıl? Bitmedi... Karak...

Kral Otobanı üzerinde, aynı adı taşıyan şehrin eski tarafında bir kale. Nebatiler, Osmanlılar, Memlukler, Eyyubiler, Haçlılar, kan, kin, entrika, hepsi burada. Eğer yolunuz düşerse, rehberlerle pek muhatap olmayın, kendiniz okuyun, öğrenin, gezin derim, zira biz bir sefer denedik, pek faydasını görmedik. Belki de bize çok ama boş konuşanı denk geldi, kim bilir? Karak’a Madaba’dan günübirlik gidilmesine gidiliyor ama bayağı uzun sürüyor, dolayısıyla güneye, Petra ya da Akabe’ye doğru giderken uğramak daha akıllıca olabilir.

Tat tata taaa... Ceraş...

Orta Doğu’da Romalılar’dan kalan antik şehirler arasında, günümüze en iyi şekilde korunup gelmiş olanlarından biri de Ceraş. Hipodromu, Zeus ve Artemis Tapınakları, tiyatroları, hamamları ve sıradışı Oval Meydanı ile gerçekten güzel. Buraya Madaba ya da Amman’dan ulaşmak kolay. Ceraş’ta her sene Temmuz-Ağustos aylarında bir de festival düzenleniyor ama bu aylar yılın en sıcak ayları. Söylemedi demeyin.

Bütün bu saydığım yerlerin haricinde, Ürdün’ün görülecek yerlerinin sonu yok gibi. Ülkeyi kuzeyden güneye kateden, Çöl, Kral ve Lut Gölü Otobanları’ndan hangisini seçerseniz seçin, iki yanınızdan akıp giden manzaranın güzelliğini tarif etmek zor. Bilmiyorum, belki de küçüklüğümüzden beri çöl denildiğinde aklımıza hep Sahra Çölü ve kum tepeleri geldiğinden, rengarenk dağlarıyla Ürdün’ün çölleri bana çok çekici geldi. Güneşin gökteki konumuna göre renkleri, şekilleri, yüzleri değişen dağları, aralarındaki yüzlerce metre derinliğindeki vahşi vadileri, kilometrelerce uzayan ıssız yolları, bir hiçliğin ortasında aniden karşımıza çıkan Bedevi çadırlarını, her seferinde ağzım bir karış açık seyrettim. Çektiğimiz fotoğrafların, o karelerde donmuş olan manzaranın ihtişamıyla kıyaslanınca, ne kadar sönük kaldıklarına şaşırdım. Bir video kamera alsak mı acaba?

Ve Ürdün’ün, bu yazıda en sona kalan, ama aslında en önemli değeri... İnsanları...

Her milletin içinde iyiler ve şerefsizlerin olduğu hepimizin malumu, değil mi? Dünyanın dört bir köşesinden gelen, dili, dini, yolu, yordamı farklı yüzbinlerce insana “Ben hayatımda böyle dost canlısı, böyle gururlu, böyle saygılı, böyle neşeli insanlar görmedim” dedirtmek için Ürdün’lü olmak gerekiyor. İstisnalar kaideyi bozmaz. Nereye giderseniz gidin, ne yaparsanız yapın, kiminle karşılaşırsanız karşılaşın, sizinle paylaşacak içten bir “Ehlen ve sehlen”leri, pırıl pırıl bir gülümsemeleri, sıcak bir çayları var. Karşılık beklemeden hem de. Tam tersine, size birşeyler vermeye çalışarak. Yol kenarında vasıta beklediklerini görüp arabamıza aldığımız, turist olduğumuzu görüce şaşırıp, utanan ve “iyiliğimizin” karşılığını vermek adına, bir meyva, bir çay, bir yemeği bizimle paylaşmak için ısrar eden insanlar düşünün. Ya da ismimin Arapça olmasından başlayıp, Türkçe’de kullandığımız birkaç Arapça sözcük üzerinden ilerleyen ve mutlaka kahkahalarla sona eren kısa ama sıcacık muhabbetler. Hiç tanımadığımız, belki bir daha hiç karşılaşmayacağımız insanların, yanımızdan geçerken 32 dişleri meydanda gülümsemeleri. İnsan gibi insan olmaları.

Dostlar, ben bu Ürdün’e on kere daha giderim, yine de sıkılmam.

İşte bu yüzden, geçtiğimiz hafta Amman’da işi olan kocama takılma fırsatını kaçırmadım. İlk defa birkaç gün Amman’da kaldık. Yaklaşık 2 milyon insanın yaşadığı, bir kadın olarak sokaklarında huzursuz olmadan, pis pis bakışlarla rahatsız edilmeden, af buyurun pandik yemeden yürüyebileceğiniz, gönül rahatlığıyla yoldan bir taksi çevirip, şehrin öbür ucuna gidebileceğiniz, hatta taksi soförüyle geyiği boynuzlarından yakalayabileceğiniz bir büyük şehir Amman. Çok güzel bir şehir değil açıkçası. Doğu (Eski) ve Batı (Yeni) Amman’ın görüntüsü farklı. Batı daha modern, daha temiz, daha düzenli. Her köşede büyük iş ve alışveriş merkezlerinin, lüks konutların inşaatları sürüyor. Öte yandan ülke zaten çok zengin değil, bölgedeki en ufak çatlama-patlamanın turizme etkileri malum, üstüne bir de küresel kriz gelince şartlar daha da ağırlaşmış. Herşeye rağmen ne sokaklarda dilenen, ne de birşey satmak için eteğinize yapışan insanlar görüyorsunuz. Belki çok basmakalıp gelecek ama, Ürdün’lüler fakir ama çok gururlu bir halk.

Biz Batı Amman’da bir otelde kaldık. Otelin girişinde, bayağı sıkı güvenlik önlemlerinden geçmek zorunda kalınca “Allah Allah” dedik ve kısa bir araştırmadan sonra, burasının 2005 senesinde ülkeyi sarsan ve toplamda 60 kişinin canına mal olan bombalamaların yaşandığı 3 otelden biri olduğunu öğrendik. Önce kendimi bir garip hissettim. Yine de kişisel bir bağım olmadığından, siz deyin bencillik, ben diyeyim duyarsızlıkla, işte öyle çabucak atlatıverdim. Balık Pazarı’ndan geçip, İngiliz Konsolosluğu’nun kapısının olması gereken yerde o kahrolası duvarı her gördüğümde içimin “cız” etmesi gibi değildi yani. Neyse, konuyu dağıtmayayım şimdi.

Ne düşünüyorum biliyor musunuz, eğer refah düzeyimizi biraz yükseltip, günlük hayatlarımızı sorunsuz devam ettirebilseydik, ve çok değil, senede bir kerecik olsun başka bir şehri, başka bir ülkeyi gezebilecek kadar parayı köşeye ayırabilseydik, önyargılarımızı yargıya çevirir ve birbirimizin gözünü oymaktan da vazgeçerdik. O zaman belki başka bir dünya da mümkün olurdu. Paranın gözü kör olsun...

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..