Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Şubat '12

 
Kategori
Öykü
 

Ütopya

Ütopya
 

ifistanbul.com


Kent koyun sürüleriyle doldu. Sürüler girdikleri her yeri sömürüp,kirletip çıkıyorlar. Kentin asıl sahipleri çoktan öldüğünden evler temizlenemiyor. Gökyüzü fışkı ve şerbet kokusundan iğrenç bir şekilde yaralanmış...

Bu kente kuşlar da uğramıyorlar. Uzaklardan gelen kanat sesleri dağın eteklerinde yavaşlıyor, sonra filo başının başka yöne sapmasıyla uzaklarda görünmez oluyor. Bembeyaz gövdeleri uzaklardan mavi renk içinde bir denizin menevişlerini andırıyor. Ama onlar henüz kentin üzerine gelmeden bir tur atıp uzaklara gidiyorlar.

Kötümserliklerinin nedenini yiyecek darlığında buluyoruz biz. Çünkü tepeler kurumuş ağaçlarla, vadiler ise hiç bir zaman yaprak açmayan, yemeğe yaramayan bir takım sivri dikenlerle kaplı. Koyunlar akşama değin sokak aralarında, cami avlularında dolaştıktan sonra, akşam olunca yeraltındaki karanlık ağıllarına çekiliyorlar.

Kentin kütüphaneleri bir avuç dağ haydudu tarafından ele geçirilmiş olup,yıllar boyu soyup sovana çevirdikleri insanların kalıntılarıyla avunmaya çalışıyorlar.

Buraya ilk geldiklerinde tümü beş kişiydi. Öncesini bilmediğimiz nedenlerden dolayı içlerinden ikisini öldürdüler. Kalan üç kişi şimdi altmış yaşını aşkın olmalarına karşın, sürünün etinden, sütünden öylesine semirdiler ki her biri iki yüz kiloluk gövdelerini artık kentin sokaklarında sürükleyemez oldular.
Kentin en büyük yapısının yanında kesimevi var. Eskiden hayvanlar burada kesilir,etleri halka üleştirilir, geri kalanı ise komşu kentlere gönderilirdi.

Haydutlar şimdi hayvanların etinden yeteri kadar yararlanamıyorlar. Canları istedikleri zaman, sokaktan geçen bir kaç koyunu yakalayıp, boynunu kesip kanını içiyorlar.

Bu az kesim sonucu sürüler o kadar çoğaldı ki,kentin bulunduğu vadi onları alamaz oldu. Bu yüzden sürüden bir bölümü ayrılarak başka memleketlere göç ettiler.

Dış görünüş kentte bilinçsiz bir kötümserliğin hüküm sürdüğünü gösteriyor. Sürünün bireyleri ağlanacak yada gülünecek bir şey göremediklerinden, öyle sonsuz somurtkan yaşayıp gidiyorlar. Aslında ağlanacak o kadar şey var ki, işte koyun milleti ne bilsin, yaşayıp gidiyorlar öylesine... Ölüm geldiğinde zaten hazır beklediklerinden dolayı, dünyalarını değiştirmek düşüncesi bu yaratıklar üzerinde öyle önemli bir etki yapmıyor. Boş zamanlarında ise durmaksızın çoğalıyorlar. Bu zevk onların yaşam serüvenlerini dolduracak kadar tatlı geliyor. Koçların en çok sekiz karısı ve seksenden aşağı olmamak üzere yüzü aşkın kuzusu var.

Kuzucuklar toz toprak üzerinde koşup duruyorlar. Bir tek onlar için anlamlı bu içinde bulundukları dünya. Bir tek kuzular mutlu. Onlar yiyip içiyorlar; buldukları her yerde hoplayıp zıplayıp oynuyorlar.

Haydutların onlara pek zararı olmuyor. Gerçi onların kanlarını daha çok yeğliyorlar ama kuzucuklar anlamıyor aralarından yitip gidenlerin ne olduğunu, nereye gittiklerini. Anneleri onlara sıkı sıkı öğüt verdiklerinden dolayı haydutların evine pek yaklaşmak istemiyorlar. Yine de her keresinde içlerinden en çok dikkatsiz olan bir ikisi yakalanıyor. Sanıyorlar ki arkadaşları olan kınalı kuzu, geniş kırların bulunduğu, nazlı dereciklerin yeşil vadilerde aktığı uçmağa gitti. Sık sık aralarında yitenler için anneleriyle birlikte kutsal tapınaklarına gidip kendi bildiklerince tanrılarına yakarıyorlar.

Sokaklarda insanların pek alışık olmadığı, uyuşturucu bir ezgi işitiliyor. Belki de bu yüzden sürüler sessiz; oldukça da korkak ve içedönükler. Ölüm ve aşk üzerine söylenilen bu ezgileri dinledikçe kendilerinden geçip esrikleşiyorlar.

İçlerinden biri, "Belki de bu ezgiyi içimizden biz, kendimiz söylüyoruz,” diyor.. Ve bir gün kendi uyuşturucu ezgisini susturmak için gidip kendisini uçurumdan aşağı atıyor. Ötekiler bunun için onu lanetliyorlar; adını bile anmak istemiyorlar.

Durmadan artan nüfusun yiyecek sorununu yeterince çözümleyemediklerinden dolayı durumlarından hoşnut değiller. Bunun için aralarından bir sorumlu bulmak istiyorlar ama buldukları yine o kara ve şişman koyun oluyor ve onu feda etmeleri hiç bir şeyi değiştirmiyor. Kış bir felaket halinde gelip sürü içinde geniş çapta kıyımlara neden oluyor.

Sürünün büyük bir bölümü tembel, hazır yiyici olan koçlar. Diğer bir kısmı ise kıyımlar sonucunda yoksul ve sakat kalmış olan sakatlar ve yaşlılar. Bunlar çalışamıyorlar; hiç bir iş yapmıyorlar.
Kentin bu eğlencesiz ve tekdüzen yaşamı bir gün geçen bir olayla kesintiye uğradı.

Yukarıya bakmak güçlüğüne katlanamadıkları gökyüzünden çok renkli bir kuş süzülerek evlerin üstüne indi. Doğruca büyük yapının çatısına kondu; sürülere ve onların önündeki bir yığın gübreye bakarak ömrünün sonuna kadar burada mutlu yaşayacağına inandı. Çatının üzerinde bir sağa bir sola sekerek cıvıl cıvıl ötmeye başladı. Çok değişik renkleriyle o kadar güzel kuştu ki o güne kadar kuş diye bir şey görmemiş olan kamu,bu kuşa hayran kaldı.. Bakakaldılar,gökyüzüne...

Kalabalıktan önce bir ufacık kuzu görmüştü onu. Başını kaldırıp cıvıltının geldiği yere baktığında korktu,kaçmak istedi. Sonra annesinden “meee..” diyerek yardım istedi. O sırada bütün sürü gözlerini gökyüzüne dikmiş bu olağanüstü yaratığı seyrediyorlardı.

“Acaba bu ne olaki!” diye sordu biri.
“Gökyüzü canlısı; konuşup, sıçrıyor... Bir şeyler söylemek istiyor.”
“Yoksa bir casus olmasın bu?”
“Olamaz. Gizli değil, açıkta konuşuyor, şakıyor..”

Kuş bulduğu ekmek parçasını gagasıyla hepsinin gözü önünde parçaladı, yuttu.
“Biz yiyecek bulamazken, o nereden bulmuş bunu?”
“Belki geldiği ülkeden getirmiştir..”

Sürü çatının altından yukarıya bakarken, gürültülerin farkına haydutlar da pencereden başlarını çıkarmışlardı. Kendi aralarında onlar da bu durumu tartıştılar.
“Bir kuş gelmiş kentimize. Gümrükten izinsiz bunca yolu aşıp, tepemize konmaya cesaret edebilmiş?”
“Kim bilir belki de kalabalığa bir haber getirmiştir.”

Üçüncüsü onlar konuşurken, arka cebinden sapanını kuşun tam alnına nişanlamış, taş uçup minicik gövdeyi al aşağı etmiş etmişti.
“Hadi bitti bu sorun da... Çekilin pencereden.”

Kuşun düşüşünü gören topluluk önce ürktü;sonra bir araya gelip gövdeyi tekmelemeye, çiğnemeye başlamıştı.

Ülkeye, gök ülkesinden ve de hiç bir yerden yabancı bir yaratık casusluk amacıyla giremezdi. Yasalar eskiden beri bunu emrediyordu. Girdiği zaman uğrayacağı ceza böyle ezilerek öldürülmek olacaktı. Onu cezalandırdılar.

Küçük kuzular gökten gelen cici kuşun ne yapmak istediğini bir türlü anlayamadılar. Onun ölümüne içten üzüldüler. O gece tapınakta bilmedikleri bir dilde dua ettiler.

 

 
Toplam blog
: 2579
: 848
Kayıt tarihi
: 24.10.10
 
 

Mesleğim eğitimcilik… Şimdi artık emekli bir vatandaşım… biraz şairlik, biraz hayalcilik, biraz s..