Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Ekim '17

 
Kategori
Öykü
 

Uygar Zamanlara Lacivert Gülüşler

Uygar Zamanlara Lacivert Gülüşler
 

İnceden inceye bir ağlama duyulur/ cıvıl cıvıl yaşamın sesleri, yerini hıçkırıklara bırakır/ kör ve karanlık bir ev/ yırtıverir gecenin rengini/ sessizliği/ bir gecekondu, feryattır karanlığa artık/ bir çocuk, adı Umut ağlar/ çocukluk, yeşil düşlü bir ço­cukluk isterim diye/ gaz lambası ağlar/ elektrik biraz lükstür ve uzaktır karanlığına yoksulluğun/ çamurlu caddeler, ışıksız sokaklar ağlar/ elleri yüreklerinde kasımpatıların/ ve pencere­deki suskun karanfillerin/ vicdansız baba/ vicdansız baba.

Bir tokat, fukaralığın şamarı/ bebelerin masalsız düşleri, göz­bebeklerinde solar/ gecekondu yıkılır/ tahtakuruları suçlu, evsiz kalır/ kilimlerin üstünde korumasız/ susuverir küçüğüm/ duyamıyorum seslerini öksüzlerin/ bir tarafım iğde kokulu avuçlarında ölür/ mayıs çiçekleri, badem gözlü kızların/ ve bebeler susar, çocuklar güleç/ hani çocukluğum nerede/ el sal­layan bir elveda ve uzak/ vicdansız baba/ vicdansız baba.

Orada, kentlerin kenar mahallelerinde, gecekonduların o bol çamurlu sokaklarında; izbe ve ışıksız, bacası tütmeyen onca evlerde çocuklar, bir kelebeğin ömrü kadar çocukturlar. Orada çocuklar, babaları ne kadar umutsuz ve gülücüksüzse o kadar yoksuldurlar. Orada çocuklar, çocuk oldukları kadar mutlu­durlar ve o kadar yaşarlar. Orada çocuklar, doğdukları ama büyümedikleri kent ne kadar suçluysa, o kadar suçludurlar. Orada çocuklar, sadece çocuk değil; hem küçük, hem de yaşlı­dırlar.

Umut’tu adı: Küçük Boyacı Umut. Elleri de yüreği kadar kü­çüktü. Bu eller, boya fırçasını tutmaya zorlanırdı çoğu kez. Tahtadan yapılmış bir de boyacı sandığı vardı. Büyüklüğü, Umut’un boyunu aşan boyacı sandığı... Duvarları, caddeleri, şehirleri, ülkeleri boyardı ve insanları… Sade insanların rengârenk ayakkabılarını değil, insanların günahlarını, acımasız­lıklarını ve savaşlarını barış ile boyardı. En çok da yüzlerin­deki maskelerini, gerçek rengine, renk renk boyalarıyla bo­yardı. Dahası tüm bunları, taze bir somun ekmeğin parasına yapardı.

* * *

Tarihin yoksul zamanlarında, efsanelere ve mitolojiye mahkûm uygar toplumun dünyasına, kulaklarından tutulup fırla­tılmıştı acınmaksızın. Gazabına uğramıştı zengin yirmi bi­rinci yüzyılın. Bütün yeşil banknotlu insanların günahlarının ve hırslarının cezasını, yoksulluk ile çekmeye o mahkûm edilmişti.

* * *

Canlılığını, rahatsız edici hareketliliğini beleğimde sürdüren o anı, hâlâ anımsıyorum. -Unutmayı başarama­dım ki- Soğuk ve yağmuru bol, puslu bir ocak gününün öğle­den öncesiydi. Buca’da bir kahvehanede, önümdeki masada gazetem olduğu halde, kapıya yakın bir yerde oturuyordum. Sıcak çayımdan bir yudum almıştım. Ellerim henüz dökül­memişti sigarama. Kapıdan on, on bir yaşlarında bir boyacı çocuk süzülüverdi. Dosdoğru oturduğum masaya yöneldi. Ma­sanın dibine kadar usulca sokuldu. Ayakkabılarıma bir süre dikelip baktı. Rugan ayakkabılarım boyasızdı, başını kaldırıp bana:

Amca bak ayakkabıların kirlenmiş, boyayım mı?” diye sordu.

Üstü, başı perişandı. Kehribar rengi gülen gözlerinde, yıllar önceki, yüzyıllar önceymiş gibi gelen, on beş sene önceki bo­yacı ‘beni’ görmüştüm sanki.

Boya bakalım.” dedim. Ve “Kaç paraya boyuyorsun küçük?” diye devam ettim.

Bir ekmek ne kadaraysa, o kadara boyuyorum, ama ekmek fırından yeni çıkmış olacak.”

Diye cevap verdi. Boyacının sözleri ilgimi çekmişti. Bunun üzerine de;

İyi parlatırsan iki ekmek parası vereceğim, hem de taze taze!” dedim. Ardından da;

“Bak boyacı çocuk, bu kadar kısa sürede ne çok şey konuştuk seninle. Demek ki biz az buçuk arkadaş olduk, fakat gel gör ki daha adını bilmiyorum. Adın ne, söyle bakalım?” diye, yeniden sordum. O ise:

Adım Umut. Boyacı Umut, derler bana.” dedi.

Ayakkabılarımı boyarken, bir yandan gülümsüyor, diğer yandan da çiklet çiğniyordu. Ben ise, sanki yüreğimin kanadığını du­yumsuyordum. Belli ki çocuk olduğunun farkında değildi. Oyuncaklar, pilli, raylı trenler ve bisiklet ona da alınmamıştı. Belki de doğum günü nedir bilmeyen bu küçüğün arada bir önümdeki gazeteye takılan gözlerinde, iyimser ve her şeyin iyilik adına değişmiş olduğu lacivert bir dünyanın tatlı düşü okunuyordu. Çarçabuk boyayıvermişti ayakkabılarımı. Ona, söz verdiğim gibi iki ekmek parası verdim. Tam giderken, dönüp benden bir şey daha istedi:

Amca, gazeteye benim için bir bakıversene.

Şaşırdım. Ve; “Ne yapacaksın gazeteye bakmamı?” diyerek, isteğine soruyla karşılık verdim. Gözlerini hafifçe kısıp yüzümdeki ifadeyi bir süre süzdü, daha sonra:

Ya amca, ne olursun bir bakıver şu gazeteye! Belki İnek Şa­ban’ın filmi vardır bugün.”

Karşı koyamadığım bu ısrarlı yalvarışı karşısında, daha da ga­ripsedim boyacı Umut’u.

İnek Şaban’ın filmini ne edeceksin, sen git işine bak!” diye, sonradan kendime hayli kızacağım bir şekilde, istemeye­rek ona çıkıştım. O ise, üzgün bir ifadeyle ve başını önüne eğerek:

Babam için, babam çok sever İnek Şaban’ı. Televizyonda O’nun filmi oynayınca hep gülümser. Babamın mutlu olma­sıyla ailecek güler ve seviniriz. Yoksa babam inşaat işçisi ve üç aydır işsiz, evde hep susuyor. O somurtunca, bizim evde hiç kimse gülmüyor.

Bu sözler karşısında susup kaldım. O hâlâ konuşuyordu:

Hem biliyor musun amca, ben de büyüyünce İnek Şaban’ın yanına gideceğim ve O’nun gibi artist olacağım. O zaman ba­bam benim filmimi seyredince hem güler, hem mutlu olur.”

Gazeteye baktım, televizyon sayfasını dikkatlice kontrol ettim: O gün için Kemal Sunal’ın filminin gösterileceğine dair bir habere rastlamadım. Ama bunu ona söylemedim, içim elver­medi, üzülmesini istemedim belki de. Ona; “Akşama İnek Şaban’ın ‘Yüz Numaralı Adam’ filmi var.” de­dim.

Hani, şu babasının süte su katıp insanlara sattığı film mi?” diye, heyecanla sordu.

Bildin, evet o…

Diyecektim ki, sözümü bitirmeden, babasına bu haberi bir an önce vermek için herhalde, sandığını kaptığı gibi kapıdan çı­kıp gözden kayboldu. O giderken, peşi sıra, uzun bir süre ba­kakaldım.

* * *

Aradan iki hafta geçmesine rağmen, unutmuş değilim küçük boyacı Umut’u. O gün, ondan bir şey öğrenmiştim çünkü. İki yıl önce ölmüş olmasına rağmen, Kemal Sunal’ın küçük bir çocuğun büyülü ve temiz kalmış dünyasında hâlâ yaşadığını ve ağız dolusu gülüşüyle hep ölümsüz kaldığını.

Bugün nerede bir boyacı çocuk görürsem, zavallı yüreğimin bir köşesinde bir şey kopar, bir küçük boyacı Umut olur gözle­rimin önünde.

karakusabbas@gmail.com

http://blog.milliyet.com.tr/abbaskarakus

 
Toplam blog
: 13
: 209
Kayıt tarihi
: 17.07.16
 
 

Abbas KARAKUŞ  Diyarbakır'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ergani'de tamamladı. İzmir Dokuz..