Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Temmuz '11

 
Kategori
Öykü
 

Uysal Cinayetler (Roman)

Uysal Cinayetler (Roman)
 

Uysa Cinayetler


Roman gibi 

Şiir gibi 

SERKAN ENGİN  

Roman yazdığım için bana “aptal” diyen babam’a… 

- I - 

Gece, kara bir peçe gibi örtüyordu yüzleri. Ay, esmer bulutların işgali altında. Evleri ahtapot gibi saran sokak aralarında, acemi bir kumarbazın kaybetme korkusu. Evlerine koşturanlarda, henüz hedefine ulaşmamış bir merminin isabet kaygısı. Kapılarını içerden kapattığınızda evler, ana rahmi gibi sıcak ve güvenli, eğer sizi bekleyen birisi varsa içinde. Yalnız yaşayanlar için ev, ıssızlığın başkenti…  

O’nu bekleyen hiç kimse yoktu. Artık O da hiç kimseyi beklemiyordu. İnsanlar evlerine tıkıştırırken yanlarında her yere taşıdıkları umutlarını; O, soyunup evinin kurak ikliminden, gecenin siyah paltosunu giydi…  

Hikmet’in adımları, bir cerrahın dikiş atışı kadar sakin ve kararlıydı. Bir top mermisi çarpsa bile yıkılmayacaktı.  

Ara sokaklar, denize dökülen ırmaklar gibi ana caddeye varıyordu. Hikmet, köşeyi döner dönmez ansızın, caddeyle çarpıştı. Bu kadar çabuk buralara gelebildiğine şaşırdı.  

Cadde, böcek yiyen çiçekler gibi tüm cazibesiyle avını bekliyordu. Yanardöner tabelalar ve indirim ilanları…  

Meyhaneler ve birahaneler; yani umutsuzluk iklimi, hayal kırıklığının rehabilite merkezleri, kaldırımlara serpiştirilmiş seyyar satıcılar ve etini parayla takas etmeye itilmiş, kaldırımlarda toplum içindeki yerlerinden fazlasını işgal eden, kimi geçkin, kimi henüz tomurcuklanmaya başlamış birkaç kadın, akıp gidiyorlardı Hikmet’in iki yanından.  

Giderek cadde, eski bir anı gibi gerilerde kalıyordu. Ve Hikmet’in iskeleye doğru attığı her adımda, kanına daha çok adrenalin karışıyordu.  

Sonunda varmıştı iskelenin ucuna. Deniz, dipsiz bir uçurum gibi başlıyordu parmak uçlarının bittiği yerde. Artık Hikmet için ya düşmek vardı hayatın balkonundan bilinmeyene ya da teslim olmak canından bezdiren bu korkunç gidişe.  

“ Hadi oğlum Hikmet! Bir adım daha attın mı her şey bitecek.”  

Hikmet, iskelenin ucuna çakılı ayaklarını hiç geriye kıpırdatmadan, belini ve boynunu oynatarak geriye dönüp baktı. Ayaklarını geriye çevirirse kararından cayacağından korkuyordu. Arkasında bıraktığı sadece bir kentin karmaşası mıydı? Bir demet yasemini ciğerlerini patlatırcasına koklamak, teninin tüm coğrafyasıyla sevişmek, dişlerini takırdatırcasına buz gibi su içmek, sinemanın en arka koltuğuna yayılıp film izlemek, sıcacık bir simidi çıtırdatarak yemek ve dahası da geride kalacaktı.  

“ Hayret! Ne çok şey varmış bundan sonra yoksun kalacağım…”  

Yaptıkları kadar, isteyip yapamadıkları da geride kalmayacak mıydı? Nemrut Dağı’nın zirvesinde Güneş’in doğuşunu hiç izleyemeyecek; Laz takalarıyla balığa çıkamayacak; kilden çömlek yapmasını ve Fransızca konuşmasını öğrenemeyecek. Bütün bunları bir gün yapabilme olasılığı, biraz sonra O’nunla beraber sulara gömülecekti.  

Yüzünü denize döndü. Denizin nerede bitip gökyüzünün nerede başladığı seçilemiyordu. Gecenin karanlık saltanatını devirecek olan Güneş ile buluşamayacaktı Hikmet. Buluşmamalıydı.  

“ Düşünsene Hikmet! Kim bilir bu deniz ne çok şeyi barındırıyor koynunda. Ne çok balık, midye, yosun… Ne kadar kum, batık sandal ve daha neler… Elbet sana da yer vardır aralarında.  

“Aslında deniz evrensel küme. Hani matematik derslerinde anlatılan her şeyi kapsayan küme. Deniz Dünya’nın alt kümesi be Hikmet. Hepimizi, her şeyi kapsıyor işte…Off! Neler düşünüyorum ya…  

“Yeter artık lan! Kendimi denize atacağım ve bu iş bitecek.”  

Elini iç cebine atıp sigarasını ve çakmağını çıkardı. Yarım paket kadar sigarası kalmıştı. Usulca bir tekini paketten çekip oya işler gibi dudaklarına iliştirdi ve yaktı. Günlerdir hiç sigara içmemişçesine bir istek ve haz ile ilk nefesi içine çekti. De ki bir ayin…  

Hâlâ avucunda tuttuğu çakmağını saygıyla kaldırıp gözleriyle okşadı; Sibel’in armağanıydı.  

Uzun boylu, balıketi, güleç bir kızdı Sibel. Özü sözü bir, dobra bir kız…Çin Seddi gibi dikilirdi acının karşısında; dokunduğu yerde umut yeşerirdi.  

Bir dönem Hikmet’in dini imanı Sibel’di. Yüreği koşar adım çarpardı; Sibel’in elleri kaybolduğunda avuçlarında. Sibel’in gözleri ürkek bir ceylan gibi sekerdi, Hikmet’in yüzünün bozkırlarında.  

Aşk’ı bir sustalı gibi saplamıştı bir zamanlar kalbine Sibel. Hâlâ duruyordu izi yerinde… Ama koskoca bir aşk, Hikmet’in gereksiz kıskançlığı yüzünden kuru bir çınar gibi devrilmişti.  

“Kaç yıl oldu ayrılalı? Hâlâ beni anımsıyor mudur acaba? Hiç olmazsa son kez kana kana sarılabilseydim O’na.”  

Öpüp okşadı çakmağını. Sonra bir bebeği beşiğine yatırır gibi iç cebine koydu. Bir damla yaş firar etti gözünden.  

“Hadi oğlum Hikmet, biraz cesaret. Denizin dibini boylayacaksın ve bu iş bitecek… Başka yolu yok Hikmet. Hadi at artık kendini. Hadi…”  

İskelenin ucuna mıh gibi saplanmış ayaklarının üzerinden öne doğru belli belirsiz eğilip doğruldu.  

“Hani n’oldu!? Evde atıp tutuyordun. Mangalda kül bırakmıyordun hani.Ha!?Yemiyor di’mi!?”  

“Başaracağım ulan! Bu işe nokta koyacağım…”  

Öne doğru bir hamle yapar gibi olduysa da korkusu ensesinden geriye doğru çekti.  

“Hadi atsana lan kendini! At!”  

“…Atamıyorum.”  

“ Atamazsın tabi korkak köpek!”  

“ Ya…ya Tanrı varsa?..”  

“ Oh ne âlâ! Şimdi mi imana geldin birden?..”  

“ Ya gerçekten Tanrı varsa? Böyle nasıl çıkarım karşısına?”  

“ Ulan it! Korkak puşt! At ulan kendini at!”  

“ Kapa çeneni artık!”  

“ Asıl sen kapa da at kendini denize.”  

“…Atamıyorum.”  

“ Atmalısın!”  

“ Atamıyorum! Atamıyorum! Atamıyorum!..”  

İskelenin ucuna çakılı halde boynundaki damarları çatlatırcasına haykırdı:  

“Bu iş artık bitmeliiiiii…”  

- II -  

İki Ay Önce: 

“ Hoş geldin Cemal komiserim.”  

“ Ne var? Niye çağırdınız bu saatte!?”  

“ Bir ceset bulunmuş da. Baş komiserim adli tıbba gidip görmemizi istedi.”  

“ Tamam, gidelim.”  

Emniyet Müdürlüğü’nden çıkıp arabaya bindiler. Ümit direksiyona geçmişti.  

Geceydi. Yıldızlar, barbar bir kavim gibi istila etmişlerdi gökyüzünü. Teşhir ediyordu Ay, her ayrıntısını, bir striptizci edasıyla.  

Kent, arabanın iki yanından akıp gidiyordu. Cemal’in gözü, bankamatik kulübesine sığınmış çocuklara takıldı. Onlar hayatın ıskartalarıydı. Şiddetin emzirdiği bu çocuklar, yüreklerinden taşıp uykularını bölen nefreti susturarak uyumaya çalışıyorlardı.  

Yol boyunca hiç konuşmadılar. Cemal, Ümit’e ölesiye kırgındı. Gerçeği kabullenemiyordu aslında. Ümit’i kardeşi gibi severdi. Şimdi bir türlü inanamıyordu: İnsanın kardeşi nasıl eşcinsel olurdu. Hele Ümit… Aslan gibi bir delikanlı… Bu, Cemal’in kaldırabileceği bir yük değildi. Bunun uyandığında bitecek bir kâbus olmasını diliyordu.  

Ümit, sakin, naif bir gençti. Kendini bildi bileli hem cinslerine ilgi duyardı, ama etrafa heteroseksüel gözükebilmek için hiç keyif almadığı halde kızlarla dolaşmış; el ele tutuşmuş ve iğrenerek öpüşmüştü. Şu dünyada en azından bir yakınına durumunu anlatabilmenin özgürlüğünü yaşayabilmek için bir akşam Cemal’e cinsel kimliğini açıklamıştı. Açıklamaz olaydı.  

Cemal, kırmızı pelerin görmüş boğaya dönmüş; önlerinde duran masayı dağıtmıştı. Sinirden duvarları yumruklamış; Ümit’e ana avrat sövmüştü.  

Asabi bir adamdı Cemal. Hani şu öfkesi saman alevi gibi olanlardan. Ama bu sefer öfkesi dinmek bilmiyordu. O gece kederden, bir hayalet gibi dolaşmıştı karanlıkta evin içinde. Tabutta volta atar gibi içi daralmıştı. Sonra adını unutana kadar içmiş ve sabaha karşı çocukluğundan bu yana ilk kez ağlamıştı…  

3 

Gidecekleri yere vardılar. Arabayı park edip adli tıbbın kapısından içeri girdiler. Köşeyi dönüp alt kata, morga yöneldiler.  

“ Merhaba Ahmet Abi.”  

“ Hoş geldin Cemal.”  

“ Nasılsın abi ?”  

“ İyidir be n’olsun.”  

“ Şu yeni gelen cesedi görmeye gelmiştik.”  

“ Tamam. Gelin benimle.”  

Karanlık, dar bir koridordan geçip geniş bir odaya vardılar. Oda, mantar tarlasını andırıyordu: Bir sürü sedye ve üzerlerinde beyaz çarşaflar örtülü cesetler… Burası mezarlığın önsözüydü.  

Ahmet odanın ortasındaki bir sedyeye yöneldi. Cesedi örten çarşafı kaldırdığında Cemal’le Ümit, irkilerek bir adım geriye sıçradılar.  

Yüzükoyun yatan cesedin başı yoktu. Boynu omuzlarının başladığı yerden biçimsiz bir şekilde kesilmişti. Cesedin üzerinde, geniş morluklar ve sigara yanıkları bulunuyordu. Sırtında, kuyruk sokumundan ensesine kadar kesici bir aletle kazınmış bir yazı:  

Hangi bir ipek yolu harf dizisi çoğaltır’. 

“ Gördüğün gibi Cemal, adamın hurdasını çıkartmışlar. Ağır işkence görmüş. Çekiç gibi bir cisimle hemen hemen tüm kemikleri kırılmış, üzerinde bolca sigara söndürülmüş ve koyun gibi boğazlanmış.  

“ Bu ne ya! Hiç böylesini görmemiştim. Kafası bulunabilmiş mi peki?”  

“ Hayır.”  

“ Cesedi çevirsene Ahmet Abi” dedi Ümit. “Bir de önyüzüne bakalım.”  

“ Ne o!? Herifin şeyini mi merak ettin” diye sordu Cemal, sözünün yanına en aşağılayıcı bakışını ekleyerek.  

Ümit, ilk kez bu kadar çok kızmıştı Cemal’e. Durumunu kabullenemeyişini anlayabilirdi, ama bu aşağılayıcı tavrı çileden çıkartmıştı Ümit’i. Buna rağmen sustu. Boğazından firar etmesine engel oldu öfkesinin.  

“ Çevirelim Ahmet Abi” dedi Cemal, Ümit’in kendisine bir namlu gibi doğrulttuğu bakışlarını görmezden gelerek.  

Ahmet, cesedi çevirdi. Ön tarafı da en az arkası kadar hasar görmüştü. Ve cesedin göğüs kafesinin tam ortasına kesici bir aletle büyükçe bir K harfi kazınmıştı.  

“ Bu iş bizi çok uğraştıracak” diye mırıldandı Cemal.  

“ Tamam Ahmet Abi. Kapatabilirsin… Raporun ne zaman hazır olur?”  

“ Sabaha yetiştiririm.”  

“ Peki abi, kolay gelsin.”  

“ Sağ ol, size de.”  

Cemal önde, Ümit bir adım geride, mantar tarlasının içinden zarifçe süzülerek geçtiler. Karanlık koridordan öncekine göre daha fazla ürpertiyle merdivenleri hızla tırmandılar.  

Direksiyona tekrar Ümit yerleşti. Yine yol boyunca hiç konuşmadılar. İkisinin de kafası karmakarışıktı. Bir yandan birbirlerini, diğer yandan da cesedi düşünüyorlardı.  

Cemal’in evinin önüne geldiklerinde üst katın penceresine iki endişeli yürek yanaştı. Yarı mahcup yarı telaşlı iki çift göz, arabanın içindeki Cemal’i okşayıp geri döndü.  

Araba durduğunda Cemal, hiç yüzüne bakmadan, “ Sabah bulabildiğiniz her şey hazır olsun”, derken Ümit’in “ Emredersiniz” çekmesine sırtını dönerek aşağı indi.  

Kafasını üst kattaki ev sahiplerinin penceresine kaldırdığında, cama yapışan yüzler cephe gerisine çekildi.  

Kapıyı açar açmaz holün ışığını yakıp mutfağa yöneldi. Buzdolabından çıkardığı birayı açıp kafasına dikti. Uzun boylu bir yudum çekip elindeki şişeyle salona yöneldi. Tam altında bir fotoğraf bulunan masa lambasını yaktı ve karşısındaki koltuğa gömüldü.  

Odada bir tek fotoğraf aydınlık, diğer ne varsa karanlıktı. Gözlerini fotoğrafa dikti. Fotoğraf yavaşça çerçevesinin kuşatmasını yarıp sımsıcak odaya yayıldı. Ve usulca okşadı Cemal’in anılarını…  

Güzel bir genç kızın fotoğrafıydı bu. Teni, beyazın en masum hâli; saçları en kızıl tonu şehvetin… Gözlerinin altına birer tutam çil serpiştirilmiş. Ve fena halde elâ gözleri…  

Birkaç bira devirip odayı nikotin imparatorluğuna çevirdikten sonra yatağa girip uykunun karasularına daldı.  

4 

Sabah, her zamanki gibi, gözlerini kendi evine açıyor olduğuna dehşetle şaşarak uyandı. Kaç yıl olmuştu bu eve yerleşeli, ama hâlâ uyandığında, yetimhanenin çorap ve sidik kokulu yatakhanesinde olmadığına inanamıyordu.  

Cemal’in yalnızlığından başka hiç kimsesi yoktu. Ne kendini bebekken yetimhanenin kapısına bırakıp kaçan anasını tanırdı ne kimliği meçhul babasını… Çocukluğuna dair anımsadığı en eski anılar, yetimhane müdürünün acımasız dayak seanslarıydı.  

Yetimhanede her sabah korkuya açılırdı gözleri. Hele yatağını ıslattıysa… kahvaltısı suratında patlayan gaddar tokatlardan başka bir şey olmazdı. Şiddet fırtınası halinde geçen gün boyu derin bir hasretle yatağını özlerdi.  

Yatağının koynuna girdiğinde, kendi evinin hayaline kapanırdı gözleri, bir de dayak atmayan ana-baba hasretine. Yatağını morfin kılmıştı, gece emzirirken düşlerini.  

O’nun da saçlarını okşayacak bir anası olsaydı ya… Salıncakta sallayacak bir babası… Şefkate acıktı mı anacığına sarılırdı kocaman; güvene susadığında babasının göğsüne sığınırdı. Ne vardı böyle dımdızlak olacak. Cemal’in neden ağır sıklet bir yalnızlığı vardı? Hâlâ sorardı bunu kendine. Sordukça da öfkesi bir molotof gibi infilak ederdi can kafesinin içinde…  

Yüzünü henüz yıkamıştı ki kapı çalındı. Kapıyı açtığında, önceden prova edilmiş gülümsemesiyle Jale karşısındaydı.  

Jale, elindeki tıka basa börek dolu tabağı “ Günaydın” diyerek hafifçe uzattı:  

“ Su böreği yapmıştım da… Sen seversin diye bir tabak getirdim.”  

“ Teşekkür ederim. Zahmet oldu.”  

“ Aman canım ne zahmeti. Şey… Akşam gidip, epey bir süre dönmeyince seni merak ettik…”  

“ Ha, o mu? Akşam adli tıbba gitmemiz gerekti de.”  

“ Neyse… Afiyet olsun.”  

Provalı gülümsemesini tekrar yüzüne iliştirdi. Cemal, ağır ağır kapıyı kapatırken merdivenin basamaklarını tüketmeye başladı.  

Jale ve Jülide, kardeş iki kıdemli kızdı. Hayli oluyordu ikisi de kırkı devireli. İkisi de Cemal’e âşık oldukları halde hem bunu birbirlerine belli etmemeye çalışırlar hem de gizlice rekabet ederlerdi. Hayatı ıskaladıkları gerçeğini unutturan tek şey, Cemal’in kendilerini sevebileceği umuduna sarılmaktı.  

Kız kardeşlerin kendisine kur yapmaları, Cemal’in özgüveninin kanayan yerlerine pansuman olurdu. Cemal, ne tam ümit verirdi onlara ne de tam yakardı gemileri… O’nun için sevimli bir köşe kapmacaydı bu.  

Kahvaltısını Jale’nin leziz su böreğiyle taçlandırdıktan sonra özenle çiçeklerini suladı. Onları tek tek okşayıp hepsiyle konuştu. Sonra eviyle vedalaşıp Emniyet Müdürlüğü’ne doğru yola koyuldu…  

Merkeze ulaşıp cinayet masasına geldiğinde alışılmadık bir gerilim karşıladı Cemal’i. Akşam bulunan ceset, medyanın gözdesi olmuş ve bu durum İçişleri Bakanlığı’nın dikkatini çekmişti.  

“Günaydın komiserim”, diyerek karşıladı Ümit Cemal’i, sandalyesinden – bu sefer usulen- hafifçe kalkarak. Cemal, çorak bir karşılıkla savuşturarak masasına oturdu. Sigarasını henüz yakmıştı ki üç şekerli demli çayı ilk nefese yetişti her zamanki gibi.  

“Şey… komiserim”, diye gevelemeye başladı Ümit. Cemal ilk çayını bitirmeden Ümit’in kendisine durum değerlendirmesi sunması olağan değildi, ama bu sefer durum farklıydı.  

“ Akşam bulunan ceset bütün gazetelerin manşetlerinde. Halk panik içinde. İçişleri Bakanı, bizzat arayarak şüphelilerin acilen bulunması için özel talimat vermiş.”  

“ Cesedin kimliğini tespit edebildiniz mi? ”  

“ Evet. Parmak izi taramasıyla kimliğine ulaştık. Adı Ziya Semerci. Kırık Ziya namıyla anılan kaşarlanmış bir torbacı. Uyuşturucu satıcılığından iki kere enselenmiş, yaralamadan da üç sabıkası var. Son vukuatından ötürü içerdeyken aftan yararlanarak dışarı çıkmış.  

“ Demek torbacıymış ha… Ceset nerede bulunmuş?”  

“ Boş bir arsada çırılçıplak bir halde bulmuşlar. Kafası ise hâlâ kayıp. Adli tıp raporuna göre kurban bulunduğunda öleli en fazla yirmi dört saat olmuş. Sırtında ve göğsünde bulunan yazılar bisturi ile kazınmış, çekiçle kemiklerinin yüzde yetmişi kırılmış ve kesin olan bir şey daha var ki kafası ölmeden önce paslı bir ağaç testeresiyle kesilmiş… Ama cesedin üzerinde katilin DNA’sını ele verecek herhangi bir bulguya rastlanmamış.”  

“ Sen şimdi git, şu Kırık Ziya denilen herif hakkında bulabildiğin kadar bilgi topla. Kimin hesabına çalışıyormuş, dostu düşmanı kimlermiş öğren.”  

“ Anlaşıldı komiserim. Müsaadenizle.”  

Ümit çıkarken Cemal ikinci sigarasını yakıyordu. Kafasının içi bekâr odası gibi dağınıktı.  

“Bu ne lan!” diye geçirdi içinden. “Uyuşturucu mafyasının infazı da hedef şaşırtmaya çalışıyorlar desem, bu kadar yaratıcı olabileceklerini sanmıyorum…Yoksa yaralamalardan birinin intikamı falan mı?..Ne demek bu ‘ Hangi bir ipek yolu harf dizisi çoğaltır ‘. Bilmece mi lan?... Off, çok uğraşacağız galiba…Peki bu cesedin kafası niye kayıp!?”  

Cemal, kafasındaki soru silsilesini aklının en tenha köşesine itti. Son nefesini veren sigara paketini tazelemek için büfeye doğru yola koyuldu.  

Alt katta, hırsızlık masasının önünden geçerken iki üniformalı polisin arasında duran kelepçeli genç dikkatini çekti. Eli yüzü düzgün, muhtemelen üniversiteli bir çocuktu. Genç adam sürekli ironik bir yüz ifadesiyle kendi kendine gülümsüyor ve ara sıra kafasını hafifçe iki yana sallıyordu. Cemal, merakını yenemeyip yanlarına yanaştı.  

“ Bunun suçu nedir?, diye sordu üniformalılardan birine.”  

“ Komiserim bu, Tüyap Kitap Fuarı’ndan kitap çalmış.”  

Cemal, genç adamla göz göze geldi. Kahkahalarla gülmek ile hıçkırarak ağlamak arasında sıkışıp kaldı.  

“Oğlum sen salak mısın!? Bu memlekette kitap çalınır mı? Git banka hortumla, vergi kaçır, ihaleye fesat falan karıştır. Kitap çalmaktan merkeze düşülür mü lan!?  

Genç adam, kafasını tatlı tatlı aşağı yukarı sallayarak karşılık verdi, yüzünde acı bir tebessümle.  

Cemal, merkezden çıkarken vicdanının en yumuşak yerini genç adamın gözbebeklerine asılı bırakmıştı…  

Sokağın köşesini döner dönmez bir el ve elin arkasında bir adam, nazik ama kararlı bir şekilde göğsüne bastırıp Cemal’i durdurdu. Giyimi partal ama temiz, altmış- altmış beş yaşlarında, gözleri yüzünün en işlek caddesi.  

“ Hey çocuk! Gel kederden gülerek alkışlayalım Tüyap’tan kitap çalan kahraman çocukları. Türkiye beceremese de onlarla gurur duymayı, övünüyorum ben hepsiyle teker teker…”dedi. Sonra kocaman ve ısrarcı bir soru işaretini Cemal’in aklına zımbalayıp kalabalığın arasında bir kılıç balığı gibi süzülerek gözden kayboldu.  

Cemal, zokayı yutmuş lodos balığı gibi bakakaldı yaşlı adamın ardından.  

“ Ulan herif aklımı mı okudu!? ”  

5 

Yağmur henüz heceliyordu kaldırımlara. Ağır aksak halay çekiyordu gökte tunç bulutlar…  

Ümit, annesinin başını okşayışıyla uyandı. Anacığının gözlerinden şefkatin en uysal pınarı akıyordu yüzüne.  

Çoktan namazını kılmış ve kahvaltıyı hazırlamıştı Nebiye Hanım.  

“ Hadi evladım, çay demlendi.”  

“ Hımm, tamam anneciğim.”  

İbrahim Bey, masa başına kurulmuştu bile. Yüreğinin yumuşak köşelerini gizleyen çatık kaşları, çoktan yüzünün kuzeyindeki mesaisine başlamıştı. Kırk iki yıllık eşi Nebiye Hanım bile bir kere görememişti bas bariton güldüğünü. Belki en fazla hafif bir tebessüm… oğulları doğduğunda.  

Aile babası dediğin sert olmalıydı İbrahim Bey’e göre. Çünkü “ailem” dediği bu küçük monarşide kral O’ydu. Çatık kaşları ve yüksek desibelde seyreden sesi bu iktidarın kalkanlıydı.  

Yüzünü yıkayıp sakal tıraşını olan Ümit, uykulu adımlarla masaya yöneldi.  

“ Hayırlı sabahlar baba.”  

“ Hayırlı sabahlar ”diye homurdandı baba, gözlerini soyduğu yumurtanın üzerinden kaldırıp Ümit’e yöneltmeye tenezzül etmeyerek.  

Nebiye Hanım, çaydanlığı masaya koydu. Çaydanlık mahmur mahmur homurdanıyordu buharını. Buharla birlikte genleşen odadaki sessiz hava pencereleri zorluyordu. Kalbini sokağa vurmak istiyordu Ümit…  

Her sabahki gibi, anasının buruşuk samanlı kâğıda benzeyen elini öptü ve dualı mırıltılarını arkasına alarak uçar adım aşağıya indi. Dış kapıda yağmurla burun buruna geldi. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Gök, minik yağmur buseleri kondurdu yüzüne.  

Kozasından yeni çıkmış bir kelebekti kalbi. Şimdi kanatlanma zamanıydı hayatın sonsuz devinimiyle…  

Arabasının kapısını açarken kaşlarının altından utangaç bir bakış attı karşı evin penceresine. Güneşlikler, henüz güne açılmamıştı. Kente içini dökmeye başlamamıştı odalar.  

Acaba uyanmış mıydı Zafer?.. Nasıl bir ifade olurdu uyurken yüzünde?..  

Ümit’in bakışları yalayıp geçti pencerenin dışını ama evin içinde attı birkaç saniye yüreği…  

Merkeze doğru yola koyuldu. Arabanın teybine bir kaset koydu. Kent, hayatın hızına yetişmeye çalışıyordu. Dükkân kepenkleri paslı gürültülerle açılıyor; vitrinler parlak maskelerini telaşla takıyordu. Gecenin yorgun anılarını süpürüyordu çöpçüler. Gökyüzünün tunç zırhından çekinen serçeler, uçmayı erteleyip saçak altlarına gizliyorlardı minik yüreklerine sığmayan korkularını.  

İnsanlar, asık suratlarını beraberlerinde sürükleyerek, otobüslere, vapurlara yetişmeye çalışıyordu. Herkes, hayatın içinde kendi hacmine göre bir yer açabilme derdindeydi. Birbirine karışıyordu kaldırımlarda endişeli ayak sesleri. Kimse kendisine yetişemiyordu…  

Ümit, başladığı işin sonunu getirenlerdendi. Şimdiye kadar aldığı her davayı çözmüştü, ama henüz Kırık Ziya’nın katili hakkında en ufak bir ipucu bile bulamamıştı. Ziya’nın girip çıktığı her mekânı dolaşmış, dostunu düşmanını araştırmıştı. Kimi sorguya çektilerse hiçbir bilgi edinememişlerdi.  

Aniden ortadan kaybolmuştu Ziya. Ailesi hiç merak etmemişti. Alışkındılar Ziya’nın sık sık günlerce eve gelmemesine. İyi para kaldırdığında soluğu lüks randevu evlerinde alır, sonra da zuladaki kumarhanelere damlardı. Eve döndüğünde ise sudan bir bahaneyle öldüresiye döverek çıkartırdı kaybetmenin acısını, karısından ve çocuklarından.  

Her gün biraz daha büyürdü ailesinin Ziya’ya duyduğu nefret, ama çaresizlik itaate büküyordu boyunlarını. Ziya dediğin ateşten can simidiydi umarsızlık okyanusunun orta yerinde.  

Ziya’nın karısı Selma, acıya kefen biçerdi teninden ve inatla umut damıtırdı elemden…  

Ziya, pervasızca çocuklarının gözü önünde cıgaralık sarar ve kafayı dumanlardı. Hatta ara sıra dokuz yaşındaki oğlunu mal taşıma işinde kullandığı da olurdu, ‘Çocuktur, şüphe çekmez ‘ diyerek. En çok bu zamanlarda cinayete bir adım kala buluyordu kendini Selma. Ziya’yı ekmek bıçağıyla delik deşik edesi geliyordu da cesaretinin boyu kısa kalıyordu korkusunun yanında.  

Bütün bunlar yüzündendir ki hiç üzülmedi Selma, adlı tıbba Ziya’nın cesedini teşhise gittiğinde. Morgda Ziya’nın tenindeki ölüm soğukluğunu gördüğünde, gözlerinin göğünde havai fişek gösterisi başladı birden. Zor örtbas etti, ağzının kıyısındaki göle su içmeye inen ceylanın adımlarını. Etrafındakiler, kalbinin mutluluğun kapısına hızla vurduğunu duyacaklar diye korktu.  

Morgdan çıkarken arkasına dönüp bakmadı. Artık Ziya, O’nun için ipi göğüslenmiş bir kâbus maratonuydu…  

Emniyet Müdürlüğü binası gözükür gözükmez Ümit’in kalbinin kanatları kopuverdi. Kırık Ziya’nın cinayetiyle ilgili hâlâ hiçbir ipucu bulamadığı için Cemal’e karşı mahcup hissediyordu kendini. Ümit’in boynu her dilde italik yazılıyordu ne zaman görse Cemal’i.  

Merkezin merdivenlerini çıkarken her gün ısrarla artan kalabalığın arasından geçti. Kelepçeler metal yorgunluğu yaşıyordu. Fazla mesai yapıyordu daktilo tuşları, yetişebilmek için zabıtlara.  

Ümit, ofise girip yerine yeni oturmuştu ki Cemal sökün etti. Soğuk bir selamı isteksizce bölüştüler. İnatçı, saydam bir duvar duruyordu hâlâ aralarında.  

Cemal, ağzına bir namlu gibi dayadı sigarasını. Taze demli çayı, baloya gecikmiş kavalye telaşıyla dumanın dansına eşlik etti. Dışarıda üşüyüp odanın sıcaklığına sarılmak isteyen yağmur, pencereyi usulca tıklatıp giriş izni istiyordu.  

‘Hangi bir ipek yolu harf dizisi çoğaltır’…Cemal’in aklına sülük gibi yapışmıştı bu tümce. Cemal ki lokomotifiydi cinayet masasının. İçinden çıkılmaz görünen nice davanın defterini dürmüş, nice katilin bileklerini kelepçenin çelik kuşatmasıyla sarmıştı.  

Gel gör ki henüz görüntüyü kurtarmak için olsun tek bir ipucu bile elde edememişlerdi. Diğer davalara bakarken aklının bir köşesinde mekanik bir çalar saat gibi tıkır tıkır işliyordu kesik baş cinayetinin belirsizliği.  

Suç, bayramlık elbiseleriyle bir-sıfır öndeydi Ceza’nın karşısında sokaklarda. Cinayetin medyada görücüye çıkmasından bu yana ilgi ve merak azalacağına, çözümsüzlük, korkunun ebola virüsü gibi yayılmasını sağlıyordu. Halk arasındaki fısıltılara ölüm sinmişti.  

‘Zuladaki ispiyoncuları bir daha silkelemeli’, diye geçirdi içinden, toplu mezarı andıran küllükteki sigara ölülerine bakarak…  

6 

Jale’nin can kafesinde bir kuş sürüsü kanat çırpıyordu. Dar geliyordu mutfak hevesine. Akşam Cemal yemeğe gelecekti.  

Jale yemek repertuarının favori parçalarını hazırlama derdindeyken Jülide de kendininkileri araya sıkıştırmaya çalışıyordu menünün içine.’Cemal şunu daha çok sever’ diyerek epey didişmişlerdi, kendi becerilerini liste başı yapmaya çalışarak. Birbirlerinin niyetini anlamazdan gelir gözükmeleri gerilimi alevlendiriyordu.  

Zaman ilerledikçe tezgâhın üstündeki tüm nesnelerin şekli, Jale’ye erotik çağrışımlar yapmaya başlamıştı. En sonunda gözünü karartmıştı Jale. Bu akşam bir punduna getirip Cemal’e arzusunu fısıldamalıydı artık. Libidosu gururuna baskın çıkmıştı sonunda…  

Bir kanaviçe gibi işliyordu yemek masasını abla kardeş. Masaya ne ekleseler hep bir şeyler eksik kalıyordu. Misafir takımları milimetrik diziliyor; salatalar ve mezeler birbirlerine nispet yapıyordu…  

Ofisi terk etti Cemal. Ayakları otomatik bir şekilde yolu bulup merdivenlerden aşağıya indi. Birden kendini ön bahçede buldu ve çil yavrusu gibi dağıldı kafasındaki soru işaretleri. Biraz yürümeyi düşündü. Bütün gün kafesteki kaplan gibi içerde kısılıp kalmıştı.  

Akşamın ergenlik çağıydı. Karanlık, örümcek ağı gibi örülmüştü kentin üzerine. Esas duruşta aydınlatıyordu sokak lambaları, işyerlerinden çıkanların yüzlerindeki bitkinliği. Tekerlekli metal ateş böcekleri, vızıldayarak geçiyordu kaldırımların yanından. Birahanelerde giderek daha çok köpürüyordu keder.  

Mevsim kötürüm bırakmıştı parkları. Parklar ki yeşilin gettoları beton devlerin arasına sıkışmış. Bazı uğrar da es verir hayat, kentin savruk senfonisinin bir yerinde… Salıncaklar suskunluğu ezber ediyordu. Dengesini bulamıyordu epeydir tahterevalliler. Dalların çıplaklığını örtbas eden kargalar, birbirlerini ajite ediyordu Hitchcock’u yalancı çıkartmamak için. Giderek genişliyordu betonun soğuk nefesinin kapsama alanı yeşilin üstüne. İnsanoğlunun egosu yedikçe acıkıyordu…  

Cemal, adresini unutmuş bir mektup gibi dolaşıyordu sokaklarda. Dağılan semt pazarının içinden geçiyordu ki birden taş kesildi ayakları. Ani bir tokat gibi çarptı yüzüne karşılaştığı görüntü. Hemen kısa metrajlı otobiyografik bir belgesel gösterime girdi beyninde: Kendini, büyüyünce de giyebilsin diye iki beden büyük alınmış siyah önlüğüyle, çocukların arı kovanına çevirdiği ilkokulun bahçesinde buldu.  

Çocuklar, serçeler gibi sekerek dağıldı ve ortada Kenan Öğretmen’in babacan görüntüsü kaldı. Sımsıcak gülümseyerek geçti Kenan Öğretmen, Cemal’in çocukluğunun yanından. Geçerken de hafifçe dokundu siyah önlüklü minik omzuna.  

Cemal, yetimdi işte ve ağır sıklet öksüz. Birkaç arkadaşıyla beraber taşırlardı yetimhaneden okula kimsesizliklerini. Diğer çocuklar elbet bilirdi bu beter yalnızlığı ve hoyratça kanatırlardı bu yürüyen körpe açık yaraları, alaycı ustura kahkahalarla…  

Bir tek Kenan öğretmen vardı ahh… Bir tek O’ndan şefkat görmüştü Cemal. Hayatında ilk kez O okşamıştı başını, karatahtada zor bir matematik problemini çözdüğünde. Çok sevdiği çakal eriği ekşitseydi ağzını bu kadar sevinemezdi Cemal; ne de afişlerine baka baka boynunu ağrıttığı, önünden şaşkın adımlarla nefesini tutarak geçtiği sinemaya gitse. Bisiklete binmenin keyfi de olsa olsa böyle bir şeydi herhalde…  

Tebeşir tozunun örttüğü anılar flaş gibi patlamıştı Cemal’in belleğinde. Kendini tekrar semt pazarının dağınıklığının ortasında buldu. Yüreğinde paslı bir burgu dönüyordu: Emekli öğretmen Kenan Dülger, ezik meyve topluyordu…  

Ne yapacağını hiç bilemedi Cemal; afallayıp kaldı. Belki öğretmeni kendisini anımsar diye düşündü, çünkü liseden sonra Kenan Öğretmen önayak olmuştu Polis Akademisi’ne girmesine… Öğretmeninin gururu daha fazla incinmesin diye gözüne gözükmemeliydi en iyisi. Ama yanına gidip hiç hal hatır sormadan, hiç yardımcı olmadan, görmezden gelir gibi kaçmak, vefa borcunu ödeme isteğiyle nasıl bağdaşırdı?  

Sağa sola kekeledi Cemal’in ayakları. Dar attı kendini en yakın ara sokağa. Savaş zamanı asker kaçağıymış gibi hissetti kendini. Acaba geri mi dönseydi?..  

Bu ikilem ateşinin içinde yürüyerek ana caddeye çıktı. Daha bir boy atmıştı sanki beton devler. Sanki daha bir artmıştı metrekareye düşen insan yokluğu. Cadde, tsunami gibi kapandı üzerine.  

Derken, kalabalığın arasından -aynı- kararlı ama nazik el uzanıp göğsüne bastırdı Cemal’in. Cemal, irkilerek başını kaldırıp baktı elin sahibine. O’ydu… Ama bu sefer gözleri bir ninni gibi.  

“ Hey çocuk! Sakın girme melankolinin karasularına; kendini umutsuzluk kara deliğinden sakın! Gençliğini, hortumlanmış bankalar gibi yağmalamış olsa da hayat, unutma :’ Umut ki en çok yakışandır bize’…Sakın unutma çocuk! Sakın kendini…  

Ve bir kırlangıç gibi süzülerek yitip gitti kalabalığın arasında.  

Bakakaldı yaşlı adamın ardından Cemal, yüzünü Güneş’e dönen ayçiçekleri gibi…  

Rastladığı ilk taksiye bindi. Araba uzaklaştıkça yakınlaşıyordu beynindeki acı görüntü.  

Mahalleye girer girmez bu akşam yemeğe davetli olduğunu anımsadı. Sokağın başında taksiden inip bir sigara yaktı. Ev sahiplerine gitmeden kendini olabildiğince toparlamak istedi. Kız kardeşler kendi üzerlerine alınabilirdi yüzündeki tatsız ifadeyi. Kederi ertelemekten başka çaresi yoktu…  

Kendini kanarya zanneden kapı zili cılız bir sesle öttü. Jülide mutfaktan Jale de salondan fırlayıp kapıya yöneldiler. Jülide, kıvrak bir vücut çalımıyla Jale’nin önüne geçmeyi başarıp kapıyı açtı.  

“ Hoş geldin canım, buyur geç ”diyerek karşıladı Cemal’i, yüzünde üniversitelerin bahar şenliği cıvıltısıyla.  

“ Merhaba, hoş bulduk…”  

Becerebildiğince mimiklerini gülümsemeye örgütleyerek içeri girdi, ama şu anda O’nun için keyifli gözükebilmek işkenceydi.  

Ele veriyordu gözleri dipsiz kederini.  

“ Buyur Cemal, hoş geldin ” dedi Jale, sesindeki dalgalar Cemal’in yüzüne çarparak. O da Jülide gibi hemen fark etti Cemal’in sıkıntısını acemice kurgulanmış bir tebessümle gizlemeye çalıştığını.  

“ Merhaba Jale.”  

“ Hayırdır, keyifsiz gözüküyorsun!? ”  

“ Yok bir şey… Gelirken canımı sıkan bir şeyle karşılaştım da… Neyse… Ne yemekler döktürdünüz gene bakayım?..”diyerek geçiştirdi.  

“ Gel de kendi gözlerinle görüver.”  

Cemal biraz daha rahatlamış olduğu halde hep beraber salona geçtiler.  

“ Ooo, masada bir kuş sütü eksik diyeceğim, ama kesin o da mutfakta sırasını bekliyordur.  

“ Aman canım, yaptık işte bir şeyler, diyerek kıkırdadı Jale.  

Derken, yemek karnavalının masadaki resmigeçit töreni başladı. Her iki kardeş de kendi yaptıkları meze ve yemekleri bir ültimatom gibi dayadılar Cemal’in burnuna, hangisini kimin yaptığının altını çizerek.  

Tatlı tatlı sohbet edildi; genelde havadan sudan konuşuldu;  

Ağır tonajlı konulara şöyle bir geçerken uğrandı. İrili ufaklı kahkahalar salonun içinde fink attı. Çatal-bıçak takımı yoğun mesaiden yorgun düştü. Derken ilk yemek üstü sigaraları yakıldı.  

Jale, sigarasını alelacele içip kahveleri yapmak için mutfağa gitti. Biliyordu ki Cemal biraz sonra her zamanki gibi dişlerini fırçalamak için banyoya gidecekti. Cemal, yemekten sonra dişlerini fırçalamadan rahat edemeyenlerdendi. Bu yüzden kız kardeşlerin banyosunda yemek davetlerinde kullanılmak üzere bir yedek diş fırçası hazır kıta beklerdi… Bazen kız kardeşler, birbirlerine yakalanmamaya çalışarak Cemal’in fırçası ağızlarında erotik düşler kurarlardı.  

Cemal’in banyoya gitmesi Jale için kaçırılmaması gereken bir fırsattı. Bu esnada O’nu usulca mutfağa çekip yasak meyveyi dişleme teklifini fısıldayabilirdi.  

Eli ayağı birbirine dolanıyordu. Cezveye suyu, kahveyi, şekeri nasıl koyduğunu bilemedi. Bir yandan, birazdan yapacağı şeye inanamıyor, diğer yandan da yapacak olmaktan kendini alıkoyamıyordu.  

Cemal’in ayak seslerini duyar duymaz yüreği ağzına geldi. Kılcal damarlarına kadar adrenalin istila etti bir anda. Kulakları uğuldamaya, dizleri birbirine çarpmaya başladı. Cemal tam mutfağın önünden geçerken:  

“ Gelsene biraz, diye fısıldadı” Jülide’ye çaktırmamaya çalışarak.  

Jülide durumu fark etti, ama görmezden gelmeye çalıştı. Zaten işkillenmişti Jale’nin koşturarak kahve yapmaya gitmesinden. Gün boyu da bir tuhaflık vardı Jale’de. Mutlaka şu anda kancayı atıyordu mutfakta Cemal’e. Jülide’yi ekarte etmişti.  

Sinirden çatalını bükmeye başladı, dişlerini birbirine geçirerek.  

Gene ıskalamıştı…  

Cemal, mutfaktan çıkıp banyoya yöneldiğinde kuzeyini kaybetmiş bir pusula gibi şaşkındı. Suyun üstünde yürür gibi banyoya yöneldi.  

Ellerini lavaboya dayadı. Kafasını kaldırıp aynada yüzündeki ifadeyle karşılaşmaktan korktu. Orada ne bulacağını bilemiyordu. Kendisiyle göz göze gelmemeye çalışarak dişlerini fırçaladı.  

Jülide, gergin hareketlerle ikinci sigarasını yakarken Jale kahveleri getirdi. Hemen ardından Cemal de salona girip oturdu.  

Küçük bir Bermuda Şeytan Üçgeni kurulmuştu masada. Sadece kahve höpürdetmeleri duyuluyordu. Sinsi bir sessizlik akbaba sürüsü gibi masanın etrafında dolanıyordu.  

Kahveler içildikten sonra Cemal izin isteyip kendi evine gitti. Kız kardeşlerin evi, yine boş bir tabuta döndü…  

Cemal, akşam yemeğini çoktan hazmetmiş, önündeki şarap şişesini yarılamıştı. Masadaki kızıl saçlı kızın fotoğrafını ters çevirmişti bu gece. Müzik setine bir caz albümü koydu. Bilirdi ki caz geceye en güzel seslenendi.  

Kafası ve kalbi, çekmece köşesinde unutulmuş yarım yün yumakları gibi karışıktı. Çözmeye korkuyordu Cemal kendini. Çoruh Nehri gibi çağıldayan libidosunun delişmen sularında sürüklenen bir yapraktı şimdi. Çatlamaya hazır bir tohum gibi Jale’yi bekliyordu.  

Dışarıda gece, ucuz bir vodvil gibi oynanıyordu kent denilen sahnede…  

Jale, kardeşini uyandırmamak için çok yavaş bir şekilde dairelerinin kapısını çekti. Parmak uçlarıyla basamakları okşayarak alt kata inmeye başladı. Yüreği kendi kendine çalan bir darbukaydı şimdi aksak ritimde; akciğerleri ise bir rock grubuna eşlik etmeye çalışan köhne bir akordeon. Kasıkları termometreleri çatlatırdı şu an. Şehvet’in –de halinde sınıyordu tenini. Namlusunu terk etmiş bir mermiydi.  

Cemal’in kapısına geldiğinde içindeki en kuytu köşeye istifleyip üstüne zincir vurduğu şehvet ile yüz yüze geldi. Önce yutkundu, derin derin nefes aldı. Dolgun eli beyaz bir bayrak gibi dalgalanarak zile basmak üzereyken, sol avucunda sımsıkı tuttuğu küçük vazelin kutusunu alıp almadığını telaşla kontrol etti.  

Jale, cesaretin kapısını çaldı…  

7 

İdam mangası gibi dizilmişti gökte kara üniformalı bulutlar. Otomatik tüfekleriyle yağmur mermileri yağdırıyorlardı kentin üstüne. Kent, kaçacak delik arıyordu…  

Cemal’in arabası, yağmur akınına göğsünü siper ederek asfaltta ilerliyordu. Yetersiz kalıyordu sileceklerin hükmü, damlaların ön camı örtbas etmesini engellemeye.  

Kentin dışına taşmıştı araba. Tenha yerlerin kaygı sınırını aşmıştı. Buralar ıssızlığın gözbebeğiydi.  

İlerde yol kıyısına yakın bir yerdeki polis ekibi, görüş alanına girdi. Yanlarına ulaşıp arabayı park ederken ekipteki tüm gözler ona çevrilmişti.  

Cemal, ağır çekimde arabadan inip demir adımlarla yeni bir düğüme doğru ilerledi. Olay yeri inceleme ekibi ve Ümit’ten oluşan grubun arasında yeni bir kesik başlı ceset duruyordu. Savcı henüz gelmemişti.  

“ Merhaba komiserim”  

“ Merhaba… Ne zaman bulunmuş?”  

“ Sabah sekiz civarı… Yakındaki toplu konut sakinlerinden biri sabah koşusu yaparken görmüş.”  

“ Ne var elimizde peki?”  

“ Şimdilik herhangi bir ipucu yok. Ekip incelemeye devam ediyor.  

Kısa boylu, esmer bir erkek cesediydi yerdeki. Kafası kötü kesilmiş, üzeri morluklar ve sigara yanıklarıyla doluydu. Kuyruk sokumundan ensesine doğru kazınmış bir yazı:  

“ İntihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte “ 

Göğüs kafesinin orta yerinde ise büyükçe bir E harfi… “Bu iş giderek çatallaşıyor” diye geçirdi içinden.  

8 

Sigarasının dumanı aklının puslu havasına karışıyordu Cemal’in. Önündeki dosyalara gömülüp kalmıştı. Ümit’in seslenmesiyle isteksizce başını kaldırdı.  

“ Komiserim, yeni kesik başlı cesedin kimliğini tespit ettik. Bu da sabıkalıymış. Adı Adnan Çeltik. Kotik Adnan diye tanınan eski kiralıklardan. Tetikçiler arasında bir efsane. Bitirdiği son işten dolayı enselenip kodesi boylamış. Son aftan yararlanarak dışarı çıkmış.”  

“Aftan mı dedin!?”  

“Evet amirim. İlginç değil mi?”  

“ Neyse, devam et!”  

“ Adli tıbbın raporuna göre, cinayetin bir taklit olmadığı kesinleşti. Cesedin boynunu kesen testerenin, kemiklerini kıran çekicin ve kullanılan bisturinin ilk cesettekiyle aynı olduğu anlaşıldı.”  

“ Katile ait DNA örneği falan?”  

“ Maalesef hiçbir iz yok… İzin verirseniz ben şu Kotik Adnan hakkında etraflıca bir araştırma yapmaya başlayayım.”  

“ Tamam. Özellikle Kırık Ziya ile aralarında bir bağ var mı öğren.”  

“ Emredersiniz… Müsaadenizle.”  

Cemal’in kafasındaki küçük kibrit alevleri bir meşaleye doğru örgütlenmeye başlamıştı…  

9 

Akşam, haciz memuru gibi dayanmıştı kentin kapısına. Karanlık, kirli kan kentin damarlarında dolaşan…  

Kent, homurdanarak içten içe kaynıyordu. İşsizlik ve umutsuzluk, yağlı bir kement olmuştu insanların boğazında. Çözüp yüreklerinin palamarlarını hayatın iskelesinden, ölümün açık denizlerine açılmak istiyordu nice ana-babalar. Kolay mıydı öyle her akşam eve eli boş, başı eğik dönmek… Hayatın sırtında bir kambur görmek kendini…  

Velhasıl, sanki yeterince derdi yokmuş gibi insanların, bir de bu kesik baş kâbusu başlamıştı. Daha bir kuşkuyla bakıyordu herkes birbirine. Belki otobüste yanınıza oturan kişiydi o katil. Belki aynı fırından ekmek alıyordunuz, aynı iş yerinde çalışıyordunuz… Kuşku, kirli bir fısıltı gibi dolaşıyordu loş koridorlarında kentin kalbinin…  

Ümit, kente sis gibi çökmüş kuşkuyu yararak ilerliyordu arabasıyla. Yoğun bir gün daha devrilmişti. Günlerce uğraşmasına rağmen Kotik Adnan’ın öldürülmesiyle ilgili kayda değer bir şey bulamamanın ezikliği içindeydi.  

Kotik Adnan, tek başına yaşıyordu. Hiç evlenmemişti. Memleketteki annesiyle de yıllardır görüşmüyordu. Pek az dostu çokça düşmanı vardı… Ama Ümit, düşmanlarıyla cinayet arasında bir bağ bulamamıştı. Ziya gibi aniden kaybolmuştu. Devamlı takıldığı kahvehaneye gelmemesinden dolayı tanıdıkları hafif işkillenmişlerdi. Ümit ne kadar uğraştıysa da Kırık Ziya ile Kotik Adnan arasında bir ilinti kuramamıştı.  

Bu gece hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Bir “gay bar”a gidip içmek, kafayı dağıtmak istiyordu yalnızca. Tabi, bar çıkışında evdekilere ağzındaki içki kokusunu belli etmemek için bolca naneli sakız çiğnemeyi unutmadan…  

Arabasını caddeye yakın bir ara sokağa park etti. Hemen kaldırımcılar, sırtlan sürüsü gibi üşüştüler, park parası kılıfıyla haraç lokmasını kopartmak için. Ama Ümit’i görüp tanıyınca hemen arazi oldular. Çünkü çoğu sabıkalıydı ve biliyorlardı Ümit’in kim olduğunu.  

Ümit, daha önce de birkaç kere takıldığı bara dalıverdi. İçeriye adım atar atmaz, kafesten kurtulan serçe gibi hafifledi. Burası ve benzeri mekânlar, O’nun gibiler için oksijen çadırıydı. Dışarıda yaşadığı “boyalı kuş” sendromundan sıyrılıp kendi gibilerle iç içe olmanın kısmi özgürlüğünü yaşadığı yerlerdi .  

Girip çıkarken tanıdıklara yakalanma korkusu taşımıyordu doğrusu. Mesleki avantajla görev icabı girdiğini söyleyip işin içinden çıkabilirdi pekâlâ.  

Usulca bara ilişiverdi. İçerisi yeni yeni hareketleniyordu…  

Aynı saatlerde Cemal, dışarıda yediği akşam yemeği – ki iki dürümden ibaretti- sonrası eve gelip çayını demlemiş, televizyonun karşısında pinekliyordu.  

Televizyon da sarmamıştı bir türlü. Nasıl sarabilirdi ki: Bir avuç hortumcu, kara paracı ve benzerleri, podyumların kimi sermayeleriyle fink atıyordu hemen her kanalda..  

Sıkıldı kapattı televizyonu. Bir sigara yakıp şöyle bir turladı evin içine. İçi daralıyordu. Gidip bir şişe şarap açtı; masaya oturdu. Fotoğraftaki genç kızla uzun uzun bakıştı.  

Bir haiku kadar kısa sürmüştü aşkları, ama o denli de yoğun. Ya da Cemal öyle sanmıştı, öyle olsun istemişti. Bu kızıl kız, ömrünün gizli öznesiydi…  

Şimdi hiç bilemiyordu Cemal: Bir daha nasıl eklerdi Aşk’a iyelik eki?  

“ Kız, bir izmarit gibi fırlatıp attın kalbimi!..”  

10 

Sinsi bulutlar, gökyüzünde diktatörlük kurmuştu. Kasvet, ince ince damlıyordu kentin üstüne. Kent, ağır sözlerin üstüne basa basa ilerliyordu akşama doğru…  

Ofisin penceresinden dışarıya yöneltmişti bakışlarını Cemal, ama sadece kafasının içindeki soru işaretlerini görüyordu. Sigarasının dumanı, başını puslu bir dağ zirvesine çeviriyordu.  

Hiç şüphesi kalmamıştı artık Cemal’in: Kesik baş cinayetlerinin faili bir seri katildi. Ama katilin kimliği, henüz kurulmamış bir tümce gibi belirsizdi. Cinayetlerin en ilginç ortak paydası, maktullerin ikisinin de aftan yararlanmış olmasıydı.  

Cemal, akademiden yeni mezun olduğu acemilik günlerinden bu yana, hiç bu kadar çok fırça yememişti amirlerinden ve meslek hayatı boyunca hiç bu kadar baskı altında kalmamıştı. İkinci cesedin bulunmasıyla, medyanın ve halkın ilgisi daha da hacim kazanmıştı. Cemal, lâbirentte yolunu arayan bir kobay gibi çaresizdi. Tüm yolların sonu, dilsiz bir duvara varıyordu.  

“ Peki cesetlere kazıdığı yazılarla ne demeye çalışıyor?”, diye geçirdi içinden.’Hangi bir ipek yolu harf dizisi çoğaltır…İntihar karası faytonuyla ağışı göğe atlarıyla birlikte…”Bir de K ve E harfleri var tabi…Bizimle oyun mu oynuyor, n’apıyor?... Yakalanmadıkça devam edecektir öldürmeye. Peki ama niye?...”  

Bozguna uğramış bir ordu gibi çöktü masasına. Eli kolu bağlı olmasının acısını, böcek gibi ezdiği izmaritinden çıkardı.  

“ Elbet bir açık vereceksin. İşte o zaman kelepçelerimle tanışacaksın.”  

11 

Ümit’in kalbi, ökseye takılmış bir serçe gibi çırpınıyordu. Arabayı rüyada gibi sürerek eve yetişmek için can atıyordu.  

Annesinin daha önce merkezi aradığı hiç olmamıştı. İlk defa eve olabildiğince erken gelmesini istemiş, ama nedenini söylememişti.’Telefonda olmaz. Akşam konuşuruz’ diyerek Ümit’i merak içinde bırakmıştı. Hemen durumu babasına yordu Ümit. Acaba babası rahatsızlanmıştı da fazla endişelenmesin diye mi annesi telefonda söylemek istememişti… Ümit kaygı yumağına dönmüştü…  

Arabayı evin önüne üstünkörü park edip uçar adım kapıya dikildi. Zili aralıksız çaldı.  

“ Hoş geldin evladım.”  

“ Hayırdır anne, babama bir şey mi oldu?”  

Annesi, sıcacık gülümseyerek yanağını okşadı oğlunun.  

“ Yok kuzum yok. Gir içeri, konuşuruz.”  

Beraber salona geçtiler. İbrahim Bey, yine başköşeye kurulmuştu.  

“ Hayırlı akşamlar baba.”  

“ Hayırlı akşamlar. Geç otur bakalım şöyle.”  

Ümit, iyice işkillenmişti. Babası, önemli bir konu olmadıkça  

öyle kolay kolay karşısına alıp konuşmazdı kendisiyle.  

“ Seninle konuşacağım mühim bir mesele var… Ee, artık yaşın kemale erdi. Bir yuva kurmanın zamanı geldi de geçiyor…”  

Ümit’in kan basıncı, anında dehşetli bir irtifa kazandı. Yüzünün rengi, kafesten kaçan bir kuş gibi uçuverdi. Hep bu günün gelmesinden korkuyordu ki kaçınılmaz bir şekilde dibine düşmüştü şimdi.  

“ …Biz de bir an önce, dünya gözüyle senin mürüvvetini görmek istiyoruz. Torun torba sahibi olmak burnumuzda tütüyor…”  

Ümit cenderenin içinde gibiydi. Oturduğu yerde kıvranarak  

dinliyordu babasını.  

“ …Annenin ahretliği Hamiyet Teyze’ni biliyorsun. O’nun bir yeğeni varmış. Emine diye helal süt emmiş, dini bütün bir kızcağız. İmam Hatip’i yeni bitirmiş…”  

Ümit, sözün devamını duymak bile istemiyordu, ama örümcek ağına takılmış bir sinek kadar çaresizdi.  

“ Demem o ki, annen bugün kızın evine görücü gitti. Kızı pek bir beğenmiş. Gayet hanım hanımcık ve güzelmiş. Biz de en yakın zamanda kızı istemeye gideceğiz.”  

Kısa bir sessizlik oldu. İbrahim Bey, kendisini onaylamasını buyuran bakışlarını, Ümit’in gözbebeklerine dayadı.  

“ Nasıl münasip görürseniz ”diye geveledi Ümit…  

“Müsaadenizle” deyip, kederini ayağında pranga gibi sürükleyerek odasına gitti. Annesi, hemen ardından seğirtip yanına geldi.  

“ Bak evladım, kızın resmi… Nasıl buldun? Güzel di’mi?”  

Ümit, mecburen üstünkörü de olsa fotoğrafa baktı.  

“ Evet, güzel.”  

“ Yoksa kızı beğenmedin mi?”

“ Yok, yok. Güzel kız işte.”  

Annesi hafif buruk salona geri döndü. İçinde lâv gibi biriken derdiyle baş başa kaldı Ümit. Sokaklara taşıp avaz avaz haykırmak geçiyordu içinden: “ Ben ibneyim ulaaaaaaaaaaaaaaaaan! İbneyimmmmmm!”  

12 

Cemal, radyoyu karıştırıp kafasına göre bir istasyon bulmaya çalışıyordu. Pek çok frekansta, Türkçe’yi New York şivesiyle konuşan zırtapozlarla karşılaştıkça söylenmeden edemiyordu: “Amerikan yavşakları! Ukala dümbelekleri!”, diye. Derken, “ Tamirci Çırağı’na rastladı bir kanalda. Yay gibi gerilen sinirleri gevşedi. Eski bir dostu görmüş gibi oldu.  

70’li yıllar, belleğinin tozlu raflarından iniverdi birden. Ergenlik anılarına dalıverdi: Orta birdeyken, ılık bir bahar günü, sıra arkadaşı Mehmet ile okulu kırmışlardı. Cemal’in kısa tarihçesinin en haylaz günü olmuştu o gün. Hayatında ilk kez dondurma yemişti, hem de gözüne karlı bir dağ zirvesi gibi görünen koca bir kâse… Mehmet ısmarlamıştı tabi ki. Çünkü O’nun babası dolayısıyla da harçlığı vardı.  

Öğleden sonra sahildeki çay bahçesinde oturmuşlardı. O ne güzel şeydi öyle denize karşı çay içmek… Bir ara, yan masadaki iki genç adam dikkatini çekmişti Cemal’in. Konuştuklarından hiçbir şey anlamıyordu. Ara sıra tatlı tatlı gülüşüyorlardı. Bir ara, biri diğerine sormuştu “Yahu senin memleket neresiydi?” diye.“ Ben aslen sendikalıyım” yanıtını vermişti öteki. Karşılıklı kahkahalar patlatmışlardı. Cemal, şaşırıp kalmıştı ‘sendika’ hangi kentin ilçesidir diye… Yıllar sonra anladı…  

Eski anıların arasından sıyrılıp mutfağa gitti. Buzdolabından çıkarttığı birayı açıp salona geri döndü. Birden tekrar dank etti kafasına, gecenin göbeğinde tek başınalığı. Yalnızlığa ilikli mor bir düğmeydi. Radyoyu kapatıp müzik setine bir türkü albümü koydu. Sonra çöküverdi koltuğuna, kuyuya indirilen bir kova gibi.  

13 

Sabah, yine gözlerini kendi evine açtığına dehşetle şaşıp, hafiften sıçrayarak uyandı Cemal. Sonra, yatakta tek başına uyanmanın hüznü, telkâri ustası gibi işlemeye başladı acıyı içine.  

Sık sık olduğu gibi, gene Gamze geçiverdi yüreğinin önünden. Hani şu kızıl kız fotoğraftaki… Gamze’nin gelinlikli hayalinin üstüne haylaz konfetiler savurdu kalbinde pıhtılaşan hasret…  

Zoraki kalktı yatağından. Mutfağa gidip ocağa çay suyunu koydu. Sonra banyoda yüzünü yıkayıp sakal tıraşına başladı. Gene A Rh pozitif kanıyordu yeni güne, azar azar intihar süsü verdiği sakal tıraşıyla birlikte.  

Banyodan çıktığında, çayın dem tutmasını beklemeden ilk sigarasını yaktı. Çünkü kansere kahkahalarla kafa tutan akciğerleri, sabırsızlıkla ‘Carpe Diem’ diye haykırıyorlardı. Geriye üç el sigarası kalmıştı namlusunda paketinin.  

Derin bir nefes daha çekmişti ki kapı çalındı. Uzun zamandır ilk kez sabah sabah zil sesi duyuluyordu evde. Cemal, kapıyı açtığında karşısında Jale’yi buldu.  

Jale, belli ki epey erken kalkmış; gayet hoş, spor giysileri, özenli makyajı ve elinde dumanı tüten poğaça tabağıyla kapıda dikiliyordu.  

“Günaydın Cemal” dedi, gözbebeklerinden taşan hasreti gölgelemeye çalışarak. Beraber geçirdikleri geceden arta kalan tatlı utangaçlığı gizlemeyi beceremiyordu bir türlü.  

“Günaydın, hoş geldin” diyerek karşılık verdi Cemal, ince çapkın bir tebessümle… Yahu, niye zahmet ettin gene Jale.  

“ Ne zahmeti canım. Poğaça yapayım dedim de… Sana da kokusu gelmiştir. Canın çeker diye düşündüm.”  

“ Sağ ol canım, teşekkür ederim. Görüşürüz ” dedi Cemal, son sözcüğünün altını çapkın bir ima ile çizerek.  

“ Görüşürüz ” diye karşılık verdi Jale, bakışlarını yere indirip şirin bir tebessüm eşliğinde. Sonra utangaçlığını koltuğunun altına sıkıştırarak istemeye istemeye merdivenleri çıkmaya başladı.  

Cemal, ateşli poğaçaları yeni dem tutan çayın yanına ekledi. Bir ara sardunyasına takıldı gözü:  

“Kız ne büktün boynunu öyle? Kıskandın mı yoksa?...”  

Çıkarken yine vedalaştı eviyle…  

Aşağıya iner inmez, içindeki huzuru kırık bir oyuncağa çeviren uğursuz bir hava karşıladı Cemal’i. Yakasına bir Cezayir menekşesi gibi iliştirdiği umut birden soluverdi.  

‘Kara kaftan’ giydirilmiş bir vezir-i azamdı gökyüzü. Kasvet, yağlı bir kement olmuş sallanıyordu kentin üstünde, her an padişah fermanı üzre eyleme geçmeyi bekler gibi.  

14 

Giderek daralıyordu sanki ofis. Cemal, başka dosyaların bir yerinde, hep kesik baş cinayetlerinin çözümsüzlüğüyle burun buruna geliyordu. Hiç içine sindiremezdi, bir şeylerin üstesinden gelememeyi. Nice engelle, nice acıyla çarpışa çarpışa tutunmaya çalışmıştı hayata bu güne kadar.  

Önündeki dosyanın kapağını ıssızlığa kapattı. Daha küllükteki eski sigaranın cesedi soğumadan yenisiyle nikâhlandı.  

Ofisin kapısı ansızın yeni bir gerginliğe açıldı:  

“Cemal komiserim!”  

“Evet?”  

“Yine bir kesik başlı ceset bulunmuş. Ümit, bulunduğu mevkiden olay yerine intikal etmek için yola çıkmış.”  

Cemal, unvan maçına çıkan bir boksör gibi gerildi. Olay yerinin adresini alıp zemine çivi çakar gibi adımlarla aşağıya indi.”Ah bir açık versen, ahh...” diye söyleniyordu kendi kendine. Arabasının kapısını kopartırcasına açtı. Bir panzere girer gibi yerleşti yerine. “Hadi bakalım, şimdi n’olacak” dedi içinden.  

Issızlığın kapısı usulca açılmıştı Cemal’e. Arabası, kirli bir fısıltıydı sessizliğin içine karışan. Kentin üstüne siyah bir perde gibi çekilmişti karanlık. Farlar, cılız bir kılavuzdu, ağaçlıklı şose yolun belirsizliğini aydınlatmaya çalışan. Orman, kara gözlerini ağır bir tehdit gibi savuruyordu arabanın üstüne.  

Uzaktan heceleyerek görünmeye başladı titrek bir ışık demeti. Olay yerine yaklaşmıştı. Arabayı en yakın yere park edip el fenerinin sıska yardımına yaslanarak ormana daldı. Her adımda daha da  

yaklaşıyordu tenha bir tedirginliğe. Ölümün yalın hali’ne doğru adım adım ilerliyordu.  

Işık demetinin içindeki silik görüntüler belirginleşti. Olay yeri inceleme ekibi ve Ümit, gelenin kimliğini algılamaya çalıştılar.  

“Cemal komiserim?”  

“Benim, ben…”  

Ekip, ölüm’ü çembere almıştı. Cemal’in gelişiyle çember ‘çıt’ diye kırıldı ve hoyratça boy gösterdi, kıdemli bir ağacın ayaklarına kapanmış şiddet: Orta yaşın üzerinde, şişman bir kadın cesedi, başı kesilmiş ve ağır hırpalanmış bir halde çırılçıplak yatıyordu.  

“ Bu sefer ki bir kadın ha!” diye şaşkınca mırıldandı Cemal.  

Cinayetlerin seyir defteri karmakarışık olmuştu. Cemal, iki erkek maktulden sonra bir kadın cesediyle karşılaşmayı hiç ummuyordu.  

Ormanın kuytuluğu daha da derinleşti sanki. Tedirginlik, dallardaki yapraklarda hışırdıyordu. Alengirli bir sessizlik, sis gibi çökmüştü ormanın üstüne.  

Ne çok çekiç darbesinin emzirdiği bir patlıcan tarlasına dönmüştü kadının teni; üstüne cömertçe serpiştirilmiş sigara yanıklarıyla beraber. Sırtında dikey kazınmış kısa metrajlı bir yazı : ‘ Kan var bütün kelimelerin altında ‘…memelerinin arasındaki derin vadide ise hoyrat bir ırmak gibi akan gürbüz bir C harfi…  

15 

Jülide, bir yandan hırka örüyor, diğer yandan da kanepede çekirdek yiyen Jale gibi, evin önüne park edecek olan Cemal’in arabasının sesine dikkat kesiliyordu. Cemal ne zaman geç kalsa, zaman sürünerek ilerlerdi kız kardeşler için. Kaygının demir dağları çökerdi ikisinin de göğsünün üstüne. Yürekleri, korku mengenesinde sıkışır kalırdı.  

Her ne kadar, Jale’nin Cemal ile geçirdiği gecenin hıncıyla dolu olsa da Jülide, gene de endişelenmekten geri duramıyordu. Arada bir göz atıyordu Jale’ye. O da kendisi gibi dışarıdan gelen her sese kulak veriyordu. İkisi de eğreti seyrediyordu televizyonu.  

Kalp krizi gibi aniden geldi bir fren sesi odanın içine. Kız kardeşler, reçele üşüşen sinekler gibi pencereye konuverdiler. Neyse ki Cemal gene sapasağlam dönmüştü işte.  

Cemal, evinin kapısını güvene açıvermişti ki birden çığ gibi devrildi üzerine yalnızlık. Cemal’in kimi vardı ki kimsesizliğinden başka…  

Bir bira açıp koltuğa çöktü. Kafasına çöreklenen kaygının kara bulutlarını dağıtmaya çalışıyordu. Giderek daha da körleşen bir düğümün ortasında sıkışıp kalmıştı. Yeni bulunan cesedin üstünde ve çevresinde –yine- katili ele verecek herhangi bir delil bulunamamıştı. Ve akılları iyice bulandırmıştı son cesedin bir kadına ait olması.  

İyice bunalmıştı artık. Bir yandan kronik yalnızlık, diğer yandan kardeşten öte sevdiği Ümit’in eşcinsel çıkması, bir de bu berbat cinayetler silsilesi…  

En çok, böyle dertlerin üst üste istiflendiği zamanlarda hasretini çekiyordu Gamze’nin. Şimdi yanında olsaydı ya…Önce tuz buz etseydi yalnızlığını, sonra da dertleşebilselerdi...Şuracıkta, Gamze’nin dizlerine koysaydı başını doya doya ağlayabilir miydi acaba?..Kim bilir nerede, ne yapmaktaydı şimdi Gamze…Kim bilir nerede…  

Acının çelik dikenleri batıyordu Cemal’in kalbine…  

16 

“Kanka, bir cin tonik daha versene ”dedi barmene Ümit, başını kaldırıp dibine düştüğü derin karamsarlığın içinden.  

Cin tonik, Ümit’i saygıyla selamlayıp önünde esas duruşa geçti.  

“Eyvallah, sağ ol.”  

“Afiyet olsun.”  

Babası hep hayatının önünde dikilen bir ünlem işareti olmuştu. Sürekli engellemeye çalışmıştı Ümit’in kendi hayatının öznesi olmasını. Çocukluğundan bu yana hep babası seçmişti hangi okullarda okuyacağını, kimlerle arkadaşlık edeceğini, hangi mesleği seçeceğini ve şimdi de kiminle evleneceğini… En beteri de ‘bir kızla’ evlenme zorunluluğuyla burun buruna gelmiş olmasıydı. Nasıl diyebilirdi ki ailesine : ‘ Ben geyim, kızlarla işim olmaz ‘ diye.  

“ Kanka, tazeler misin ” diyerek kaldırdı kadehini, barmenin görüş alanının içine.  

Şu anda, bu bar taburesinin üstünde oturabiliyor olması bile evdekilere görevde olduğu masalını anlatması sayesindeydi. Tabi eve dönmeden önce ayılmalı ve ağzına çadır kuran alkol kokusundan kurtulmalıydı. Nerede kaldı onlara itiraz etmek… Zaten evlenme konusunda nasıl bir bahanenin ardına gizlenebilirdi ki bu saatten sonra. Bu kızı beğenmediğini söylese ve hatta ailesini ikna etse bile en kısa zamanda bir diğeri dayatılacaktı.  

“Allah kahretsin!” diyerek savurdu dışarıya, çaresizliğin içinde biriktirdiği öfkeyi. “ Ne yapmalı!? Ne! Ne! Ne!”  

Kederin kara faytonunun zorunlu yolcusuydu Ümit. Cesaretinin sıkleti yetmiyordu, kendi bayrağını dikmeye hayatının orta yerine. Uçsuz bucaksız bir okyanus yalnızlığında, küçük bir ada gibi kalmak da vardı işin sonunda.  

“Kanka, bir tek daha ayarlasana.”  

Barmen cin toniği avuntuya ayarladı.  

“Ulan, bi’ de sigara ver, içeyim anasını satayım.”  

100 mm’lik bir tütün namlusunu ciğerlerinin körpeliğine doğrulttu. Bronşları, acemiliğin kesik öksürükleriyle karşılık verdi.  

Bir tutam küle dönen sigarayla beraber kadehi de boşalıverdi.  

“ Kanka, bir acı kahve getirir misin?..”  

Barı kaplayan eğlence ormanının içinden hareketli ağaçlara çarpa yalpalaya geçip tuvalete girdi. Gürül gürül çarptı suyu yüzüne. Alkol sisinin arasından hafiften beliriverdi yüzü. Sonra geri döndü yerine.  

Acı kahveyi ağzını acıtarak, soğumasını beklemeden içti. Sonra hesabı ödeyip barın karasularının dışına köhne bir sandal gibi taştı. Tıpkı gelişte olduğu gibi bir taksiye atlayıp eve doğru yola koyuldu. Koku giderici ağız spreyini sıkıp, açık camdan jilet gibi çarpan yele verdi yüzünü.  

Taksi, kentin ağır makyajlı yüzünü geçip, epey sonra Ümit’in mahallesine geliverdi. Mahalle, uykunun yumuşak koynuna girmişti çoktan. Tek katlı evlerin açık mutfak pencerelerinden içeri dalıp ne var ne yoksa küreselleştiriyordu kediler. Neyse ki umudun sokak köpekleri hâlâ Diyojen gibi dolaşıyordu hayatın kalbinde.  

Evlerinin önünden indi Ümit. Pencereden dışarıya üzgün bir ışık sızıyordu. Demek ki gene uyuyamamıştı O gelene kadar anacığı.  

Ümit, zile yasladı mahcup parmağını. Annesinin merakla hızlanan ayak sesleri duyuldu içeriden.  

“Kim o?”  

“Benim anne.”  

“Buyur evladım, gir içeri.”  

Uyuşukluk, çizgili pijamalarıyla oturuyordu başköşede.  

“ Hayırlı geceler baba.”  

“ Hayırlı geceler.”  

Ümit, tam odasına doğru kırmıştı ki dümeni:  

“ Evladım, karnın aç mı? Yemek hazırlayayım mı?” diye sordu anacığı.  

“Yok anne, tokum… Hemen yatayım.”  

Odasına kapattı Ümit, geceye kanayan kederini…  

17 

Nal sesleri duyuluyordu gökyüzünden, karşı karşıya gelen kasvetin kara atlılarının. Flaşlar patlıyormuş gibi anlık aydınlanıyordu gök, çarpışan kılıçlarıyla kalkanlarından çıkan kıvılcımlarla. Kanları damlıyordu kentin yüzüne hoyratça.  

Kent, kanıksanmış bir bezginliği yineliyordu: Maaş kuyruğunda üzüm taneleri gibi dökülüyordu hayat salkımından emekliler. Siftahsız kapanan kepenkler, birer halka daha ekliyordu umutsuzluk zincirine…  

Ama hâlâ serbest salınım yapıyordu kahvehanelerde, bilmem kaç amperlik takım şiddetinde futbol muhabbetleri. Ve hâlâ örümcek ağı bağlıyordu kütüphaneler…  

Emniyet Müdürlüğü’ndeki ofisinde Cemal, Ümit’in raporunu dinliyordu.  

“ Komiserim, maktulün kimliği kolaylıkla belli oldu. Adı, Gülsüm Şencanlı. Fuhuş âleminin kıdemli kokonalarından. Fettan Gülsüm namıyla biliniyor. Özellikle küçük yaştaki kızları düşürüp pazarlamasıyla ünlü.”  

“ Vay aşağılık pezevenk vay! ” diye gürledi Cemal, kendini tutamayıp.  

“ Çeşitli suçlardan dolayı dosyası bir hayli kabarık. İçerde yatarken aftan yararlanıp dışarı çıkmış. Çıkar çıkmaz da tekrar tezgâhının başına geçmiş…”  

“Demek bu da afla çıkmış ha! ”  

İşte tam bu noktada, Cemal’in kalbi çözüverdi kaygının iskelesine bağlı palamarlarını. Vicdanı tüy gibi hafiflemişti… Bu katil her kim ise sadece ve özellikle son af yasasının meyvesini yiyen, Suç’un esnaflarını öldürüyordu.  

“ Peki, anlat Şehrazat. Şey… Ümit.”  

Ümit, şaşkın gözlerle süzdü bir an Cemal’i.  

“ Adli tıbbın raporu öncekilerle aynı… Yani elimizde yeni bir şey yok… Müsaadenizle ben maktul hakkındaki araştırmayı derinleştiriyorum.”  

“ Peki, araştır bakalım ”dedi Cemal dilinin ucuyla.  

Rehavetin uysal kuşları kondu Cemal’in kirpiklerinin ucuna…  

18 

Gece, kentin iliğine işlemişti. Kapkara susmuştu evler...  

Kentin saydam enkazları, yani sokak çocukları ve bilcümle evsizler, kederlerini tinere ve alkole bulayıp susturmaya çalışanlar, yalnızlığın sokak köpekleri ve bir de Cemal kalmıştı bu derin dipsiz karanlığında kentin.  

Ağır tonajlı bir yalnızlıktı Cemal’inki. Bir türlü Gamze’yi unutamamıştı. Aslında hiç istememişti unutmayı. Gerçi O, hiç kimsenin adını silememişti yüreğinin seyir defterinden. Ömrünü delip geçen her Aşk ‘görülmüş’ eski bir mektup gibiydi kalbinin köhne çekmecelerinin dibinde.  

Bazı geceler bu kaldırımlar, kederine böyle mesken olurdu. Upuzun yürüyordu Cemal gecenin kalbine doğru, sanki hiç durmayacakmış gibi. Kederinin menzilini kendisi de bilmiyordu.  

Birden, bir saçak altının tenhalığından bir karaltı yanaştı yanına. Çakmak çakmak gözleriyle o yaşlı, partal giyimli adam çıkmıştı karşısına.  

“ Hey çocuk! Düş artık acı’nın yakasından. Silkin ve öp umudun pembe yanaklarını. Unutma ki senin için her Aşk yanmaya bir bahanedir. Sen kendine dönen bir pervanesin, nârın özündedir ” dedi ve tekrar saçak altının tenhalığına karıştı.  

Bu sefer hiç şaşırmadı Cemal. Artık alışmıştı. Derin bir iç çekip yalnızlığının namlusunu eve doğru yöneltti.  

Kasırga gibi girdi evin içine, tüm ışıkları ardı ardına yakarak. Salondaki masanın üstünde duran Gamze’nin fotoğrafına doğru hışımla yöneldi. Çerçeveyi alıp hırsla duvara fırlattı.  

“ Oh be! Rahatladım…”  

Kalbinin üzerine binen sıradağlar buharlaşıp uçuverdi. Her şey daha canlı gözükmeye başladı gözüne.  

“ Yeter be! Neydi o öyle! ” diye haykırdı.  

Hemen banyoya gidip ter içinde kalan yüzünü yıkadı. Gözleri artık temiz bir sayfayı yansıtıyordu. Sonunda yıkmıştı işte kalbinin demirbaş putunu…  

19 

Sabah, can kafesinde kanat çırpan bir serçe sürüsüyle uyandı yeni güne. Haylaz bir çocuğun sapanından çıkan bir çakıl taşı gibi fırladı yatağından.  

Banyodan çıkıp tam mutfağa yönelmişken birden kapı çalındı. Cemal’e zil sesi değil de kıvrak bir oyun havası gibi geldi. Islık çalıp yaylanarak kapıya yöneldi.  

Kapıyı açar açmaz Jale’nin yüzündeki şaşkınlığı dudağından öptü. Kızın yüzü mahcubiyet kırmızısına döndü. Gözleri heyecanın anayurdu oldu.  

Cemal, iç cebinde dalgınlığın avare kuşları ve elinde dumanı keyifle hayata karışan sigarasıyla merkezden içeri giriverdi.  

Yüzündeki asabi kalenin düştüğünü görenler gözlerine inanamadı. Hele yüzünde örgütlenen umursamaz, dingin mimikler ne kadar da yabancı geliyordu merkezdekilere. Hatta Cemal, bir iki kişiye selam verdi. Etraftakiler bunu kıyamet alameti saydı…  

Hırsızlık masasının önünden geçerken genç ve güzel bir bayan memurla heceleyerek bakıştılar.  

“Hiç de fena kız değilmiş be!” diye mırıldandı Cemal, arkasına dönüp bakarak.  

Kız da utangaçlığını örtbas etmeye çalışarak gülümsüyordu kendi kendine.  

Ne kızdı ama!..Saçları bir demet frezya gibiydi ya da Van Gogh sarısı. Kim bilir hangi denizin mavisiydi gözleri… Acaba Cemal’in gözleri serbest stilde yüzebilir miydi bu vahşi maviliklerde…  

Cemal, tüm rahatlığı ve yenilenmişliğiyle her adımını ömrünün yepyeni beyaz sayfasına yazarken, geç kalmasına alışkın olmayan mesai arkadaşları, nerede kaldığını merak etmeye başlamışlardı.  

Kuğu gibi süzülerek ofise girdi Cemal. İçerdeki tüm gözlerin şaşkınlığı birer birer üstüne yöneldi. O her an patlamaya hazır molotof kokteyli gitmiş, yerine dingin bir okyanus dalgası gelmişti.  

“ Günaydın amirim.”  

“ Günaydın.”  

“ Siz iyi misiniz!?”  

“ İyiyim tabi. N’oldu ki?”  

“ Şey… Geç kalınca biraz merak ettik de.”  

“ Ha! İşim çıktı ” dedi ve masasına yumuşak iniş yaptı.  

Yeni yaktığı sigarasına koşar adım yetişen çayı getiren Necati’nin  

korkuyla karışık şaşkınlıktan elleri titriyordu.  

20 

Yağmur damlaları gizemli fısıltılarla ofisin camlarını yalayıp geçiyordu. Ürkek bir sessizlik volta atıyordu dışarıda. Cemal, kulağına dayanan üniformalı bir tümceyle, evraklara gömülen başını kaldırdı:  

“Amirim, size telefon var.”  

“ Kimmiş ?”  

“ Kim olduğunu söylemiyor. İlle de sizinle görüşmek istiyormuş.”  

“ Peki, bağlayın bakalım.”  

Cemal’in telefonu tiz bir gerginliğe çaldı:  

“ Alo, buyurun.”  

“ ‘ Kan var bütün kelimelerin altında’ ” 

“…”  

Cemal, ani bir tokat yemiş gibi afalladı. Cesetlerin sırtına kazınan yazılar basında deşifre olmamıştı ve bu da öncekilere benziyordu. Hemen kendini toparlayıp arayanın yerini tespit etmeye başlasınlar diye işaret verdi.  

“ Evet, seni dinliyorum. Ne istiyorsun? ”  

“ Adalet! ”  

“ Daha açık konuşur musun? ”  

“ Söylesene Cemal Komiser, devletin bizzat kendisi adaletin temeline dinamit koyarsa, mağdur bir bireye ne yapmak düşer?”  

“ Ne demek istiyorsun!? ”  

“Beni bulmak istiyorsan başlangıçları iyice kurcala…”  

“Alo! Alo! Alo! ”  

“…”  

“Yerini tespit edebildiniz mi? ”  

“Hayır amirim. Erken kapattı.”  

Cemal, ahizeyi yavaşça yerine koydu.  

“ Devlet adaletin temeline dinamit koyarsa…Evet, kesinlikle bu cinayetler af yasasıyla bağlantılı…Ama nasıl!?..Peki, başlangıçların altını kurcala derken neyi kastetti?...Cinayetlerin mi, yoksa af yasasının başlangıcı mı?..Yoksa daha başka bir şey mi?...”  

Bu tatsız telefon, Cemal’in kalbine bir uğur böceği gibi konmuş olan sevinci keskin bir kılıç darbesiyle kesip attı.  

Beş dakika sonra telaşlı bir ses:  

“Amirim, gene O arıyor.  

“Hemen bağlayın!  

Telefon koşar adım bağlandı:  

“Alo!  

“ ‘ Mendilimde kan sesleri ’…”  

“Alo! Alo! Alo!..Gene birini öldürmüş…”  

21 

Ay, kente fısıldıyordu kendini, kara bulutların kapı aralığından. Sarkıyordu damla damla kentin yüzüne, göğün gürbüz kara saçları. Kasvet, çekilmiş bir sustalı gibi dikiliyordu gecenin önünde. Arabanın silecekleri yetişemiyordu, yağmurun flu perdesini ertelemeye…  

Arabayı ıssızlığın gözbebeğine park etti Cemal. Korku soludu inceden. Ne de olsa, ölüm sürtünüp geçmişti buralardan. Havada yağmur yemiş toprak kokusuna karışan ölüm korkusu… Gece, cinayetin en geniş siperiydi zaten her meridyen dairesinde.  

Cemal’in attığı her adım, kaygı’ya açılan bir pencereydi. Hiç hali yoktu bu gece, yeni bir cesetle karşılaşmaya. Ama görev kaçınılmazdı.  

22 

Gece, elmas bir broş gibi iliştirmişti Ay’ı yakasına. Kara bulutlar dağılmıştı, yeni bir eylemde buluşmak üzere sözleşerek.  

Ay, perdeleri aralayıp evin içinde sızmaya çalışıyordu, mutfak lambasının ışığıyla çarpışarak. Yağmur, usulca geri çekilmişti pencerelerden, camlarda parmak izlerini bırakarak.  

Bir ünlem işareti gibi dikiliyordu Jülide, mutfak tezgâhının önünde. Avuçlarının arasındaki tabağı ters çevirip durulamaya devam etti. Hiç görülmedik bir huzur yayılmıştı yüzüne. Ve arkasındaki masada mosmor yatan Jale’nin cesedi…  

Hiç tereddüt etmemişti Jülide, eyleme geçerken. Çünkü çoktan taşmıştı içinde biriken nefretin magma tabakası. Çünkü çocukluğundan bu yana neyi çok istediyse hep Jale elinden almıştı. En son olarak da Cemal’i… Kimse hesaplayamazdı Jülide’nin hayal kırıklığının hacmini.  

Kırk yılı deviren bu rekabetten çok yorulmuştu artık Jülide. Ve son raundu O kazanmak istiyordu, Jale’nin çok sevdiği tatlı canını alarak…  

Her zamanki gibi bir akşam yemeğiydi, hüznün yakasına karanfil takan. Iskalanmış iki ömrün, geçip giden bir günü daha yan yana uğurlamasıydı başlangıçta. Bu akşam da evin içinde çocuk sesleri fısıldamıyordu; kapıyı çalan, işten gelmiş bir koca yoktu yine.  

Mutfağı tıka basa dolduran sessizliğin içinde yemek yeniyordu. Bir göl kadar sakindi Jülide, sanki biraz sonra öz kardeşini boğacak olan O değilmiş gibi. Aslında o kadar da uzak değildi cinayet düşüncesine. Kafasında defalarca öldürmüştü Jale’yi çeşitli şekillerde.  

Bir bahaneyle usulca kalktı masadan. Hesaplaşma anı gelmişti Jülide için.  

Yatak odasına gidip yatağın altından daha önce kement haline getirdiği kemeri çekip çıkardı. Ne bir heyecan vardı içinde ne bir korku. Kardeş katili olacakmış, hapislerde çürüyecekmiş, umurunda bile değildi.  

Avına yaklaşan bir leopar gibi sinsi ve karanlık adımlarla mutfağa yöneldi. Aniden solduracaktı, Jale’nin elindeki zaman’ın zambaklarını.  

Arkasına sakladığı kemerle birlikte mutfağa girdi. Jale, sırtı dönük bir halde yemek masasında oturuyordu. Elindeki kemerle hızla Jale’nin başından geçirip bütün gücüyle sıkmaya başladı. Kurbanı müthiş bir şekilde sarsılıp elleriyle boğazını korumaya çalıştı. Bir yandan boğuk bir inilti çıkıyordu ağzından. Jülide, daha da yüklendi kemere. Gafil avlanmış olan Jale, iyice debelenip bilinçsizce salladığı elleriyle masayı darmadağınık etti.  

Jülide’nin içindeki kronik nefret, bir yanardağ gibi infilak etmişti sonunda. Dipsiz bir şiddet, parmak uçlarından Jale’nin boğazına doğru akıyordu.  

Derken, debelenmeler durdu. Canı çıkmıştı sonunda Jale’nin. Yüzü mosmor kesilmişti, gözleri yuvalarından fırlayacak gibi olmuştu.  

Öldüğünden emin olmak için bir süre daha kemeri sıkmaya devam etti Jülide. Sıkmayı bıraktığında, Jale’nin başı devrilen bir ağaç gibi masaya düştü.  

Birden tüy gibi hafiflediğini hissetti Jülide. İçi tarifsiz bir huzurla doldu… Sonunda başarmıştı.  

Hemen gidip saçını başını düzeltti. Polislerin karşısına bakımsız, dağınık çıkmak olmazdı. Özenle makyajını yaptı, saçını taradı. Daha sonra mutfağa dönüp dağılan masayı topladı. Polisi arayıp büyük bir soğukkanlılıkla bir cinayet işlediğini söyledi. Ve polisi beklerken bulaşıkları yıkamaya devam etti.  

23 

Kentin matemini yararak ilerliyordu Cemal arabasıyla, aklına saplanıp kalmış soru işaretleriyle.  

Çok titiz çalışıyordu katil. Olay yeri inceleme ekibi gene herhangi bir ipucu bulamamıştı. Maktul, öncekilerle aynı yöntemle öldürülmüştü. Sırtında, katilin telefonda söylediği ‘ Mendilimde kan sesleri ’ sözü kazılıydı ve göğsünün ortasında da büyükçe bir E harfi…  

“ Tamam, anladık, katil sadece aftan yararlanıp dışarı çıkanları öldürüyor. Maktullerin tek ortak paydası bu. Kendince onlara ceza veriyor…Buraya kadar tamam…Muhtemelen bir af mağduru…Peki ama o kazıdığı yazılar ne anlama geliyor?..Bir şeyler ifade etmeye  

çalışıyor, ama epey bir dolambaçlı yoldan… Ya o maktullerin göğsüne kazıdığı harfler ne demeye geliyor?..Off, çıldırmak işten bile değil…Ne ipucu var ne görgü şahidi…Bir tek şu Allah’ın cezası yazılar…  

Aklını kanatan sorularla boğuşmaktan yorulmuştu. Amirlerinin baskısı giderek artıyordu. Bu davada ilerleme kaydedemeyişi, kariyerinin üstünde kara bir leke gibi duruyordu.  

Evin önüne gelip de ekip arabasını görünce aklını zorlayan tüm sorular birden çil yavrusu gibi dağıldı şaşkınlıktan. Polis İmdat ekibinin burada ne işi vardı?..  

Arabayı acele park edip aşağıya indiği sırada Jülide, iki polis memurunun eşliğinde dış kapıdan çıkıverdi.  

Jülide’yi elleri kelepçeli görünce, bir kat daha arttı şaşkınlığı. Hemen yanlarına yanaştı:  

“ N’oldu Jülide? ”diye panik halinde sordu.  

Jülide, anlamsız bakışlarla Cemal’i süzdü. Leğende yüzen bir kâğıt gemi gibi dingin bir ifade vardı yüzünde.  

“Amirim, bu bayan kardeşini öldürmüş ” diye O’nun yerine yanıtladı memurlardan biri.  

Midesine yumruk yemiş gibi oldu Cemal. Jülide’ye bakakaldı soran gözlerle. Jülide ise boş boş etrafa bakınıyordu.  

Memurlar Jülide’yi götürürken Cemal, mıh gibi saplanıp kalmıştı kaldırıma. Kalbini dikenli teller sarıp sarmalamıştı.  

Kekeleyen adımlarla zar zor eve yöneldi. “Allah’ım ben n’aptım, Allah’ım…” Korkunç bir vicdan azabı, mengene gibi sıkıştırıyordu yüreğini. Bu kâbustan uyanmak istiyordu…  

Yağmur dinmişti. Gece, ıslak bir elbise gibi yapışmıştı kentin üstüne. Şu an Cemal, bir böcek olup kentin en kuytu deliğinde kaybolmak istiyordu. Kalbini ne yana çevirse keder’e çarpıyordu. Keder, deprem enkazı gibi yıkılmıştı üzerine…  

24 

Sabah ezanı ansızın doluverdi odaya. Cemal, şişmiş gözlerini bilinçsizce pencereye yöneltti.  

Kurşuni ilmeklerle örülüyordu gökyüzü. Omuz omuza veriyordu gökte uyaklı bulutlar. Ustura bir rüzgâr, kentin façasını bozuyordu.  

Kentin kılcal damarlarına kadar sokuluyordu dikenli bir uğultu.  

Cemal, berbat bir halde koltuğundan kalktı. Gece boyu evin içinde acıyla volta atıp vicdanıyla boğuşmuştu…  

Merkeze geldiğinde hurdaya ayrışmış gemi gibiydi. Azar azar intihar etti art arda yaktığı her sigarayla…  

Emniyet Müdürü, yanına çağırıp birkaç gün izin kullanmasını önerdiyse de Cemal kibarca reddetti. Tutunabileceği tek dalın işi olduğunu çok iyi biliyordu.  

Ümit, uzun süre Cemal’in yanına yanaşamadı. Ne diyeceğini bilemedi. Neden sonra gelip önce başsağlığı diledi, sonra da dün bulunan kesik baş cinayetiyle ilgili raporunu verdi.  

Cesedin sırtına kazınmış olan, katilin telefonda söylediği  

Mendilimde kan sesleri ’yazısı ve maktulün göğsüne kazınmış irice bir E harfinden başka herhangi bir ipucu bulunamamıştı gene.  

Cemal, kendini ne kadar zorlasa da güçlük çekiyordu dikkatini işine vermekte. Jale’nin cesedinin olası halleri aklının sınırlarını zorluyordu.  

25 

Günler geçtikçe, beynini kuşatan sis perdesini aralamaya başlamıştı Cemal. Sonuçlandırılan iki dosya biraz moralini düzeltmişti. Gece gündüz kendini işine verip, olanları anımsamamaya çalıştı.  

Jülide, tutuklanıp cezaevine konmuştu. Jale’yi öldürme gerekçesi üzerine tek söz etmemişti. Bu davaya bakan polisler, Cemal’in yanında, bu cinayetle ilgili ayrıntılardan bahsetmemeye özellikle dikkat etmişlerdi.  

Ne var ki kesik baş cinayetleriyle ilgili hiçbir ilerleme sağlanamamıştı. En son bulunan ceset, Yırtık Emin namıyla tanınan Müteahhit Emin Yıldırım’a aitti. 17 Ağustos Depremi’nde yaptığı binalar yıkılan ve enkaz altında can veren onlarca insanın hayatından sorumlu tutulan bu adam, diğer maktuller gibi aftan yararlanarak dışarı çıkmıştı.  

Bir akşam Cemal, yine evinde ‘rakı şişesinde balık olmaya’ özenirken telefon çaldı. Yeni bir kesik başlı ceset daha bulunmuştu. İçine daldığı keder’in durgun gölünden başını zar zor kaldıran Cemal, apar topar yola koyuldu.  

Gece, sivri pençelerini kente geçirmişti. Ay’ı abluka altın almıştı kara bulutlar. Cemal, kirli bir bilinmezliğe doğru sürüyordu arabasını.  

Olay mahalline geldiğinde gene bildik manzara karşıladı Cemal’i. Bu sefer cesedin sırtına ‘ Ellerimizle dokunduk halkın acılarına ‘ yazısı kazınmıştı. Göğsünün orta yerinde de kocaman bir İ harfi.  

İlerleyen günlerde cesedin kimliği belirlenmişti. Maktul, Cin Ali namıyla anılan Ali Sonay’a aitti. Bu Cin Ali’nin sabıka dosyası neredeyse boyunu aşıyordu. Çok can yakmış usta bir dolandırıcıydı. Pek çok insanı, eksik sigorta primlerine rağmen Bağkur’dan emekli edeceği vaadiyle dolandırmıştı. Cin Ali de tıpkı diğer maktuller gibi aftan yararlanarak dışarı çıkmıştı.  

Cemal, bu kesik baş davasında tam anlamıyla iki arada bir derede kalmıştı. Bir yandan görevi gereği katili bulmak zorundaydı, diğer yandan da katile hak vermekten kendini alamıyordu. Zaten katil, hiçbir ipucu bırakmıyor, hiç açık vermiyordu. Bu durum, Cemal’in işine geliyorsa da bir yandan da mesleki sorumluluk, diken gibi batıyordu.  

Cesetlere kazınan yazılara çok kafa yormuş, ama bunlara hiçbir anlam verememişti henüz. Katil mesajını çok muğlâk bir şekilde veriyordu. Ve giderek daha sık cinayet işliyordu.  

Kasvetin gökyüzünü istila ettiği bir sabah, yeni bir kesik başlı ceset daha bulundu. Yine çekiç darbeleriyle kırılmış kemikler, sigara yanıklarıyla dolu bir kütle halinde yol kenarında yatıyordu. Bununla birlikte altıncı ceset olmuştu.  

Ertesi gün Ümit raporuyla Cemal’in yanına geldi:  

“Amirim müsait misiniz?”  

“Evet, ne vardı?”  

“ Dün bulunan cesetle ilgili raporu getirdim.”  

“ Gene ipucu yok, değil mi?”  

“ Maalesef…”deyip başını hafifçe öne eğdi Ümit, sanki bu O’nun kabahatiymiş gibi.  

“ Bu seferki hangi suçtan sabıkalı? ” diye sordu Cemal, sigarasını böcek gibi ezerek küllükte.  

“ Bu hepsinden betermiş. Adı Necati Tandoğan. Küçük bir kıza tecavüz edip öldürmüş. Cesedi de fosseptik çukuruna atmış…”  

“ Vay şerefsiz puşt vay! ”dedi Cemal, yumruklarını sıkıp dişlerini birbirine geçirerek.  

“ Hem de şerefsizliğin dik âlâsı amirim, diyerek Cemal’e katıldı Ümit, devam etti anlatmaya:  

“ Af yasası uyarınca, bu tip cinayetle biten tecavüz durumlarında, sapıkların cinayetle ilgili cezaları sıfırlanmıştı…”  

“Allah kahretsin ki öyle!”diye karşılık verdi Cemal, sinirden iyice gerilmiş bir halde.  

“ Necati denen bu aşağılık sapık da tecavüzle ilgili cezasını yatmış, cinayetinin cezası affedilince de dışarı çıkmış.”  

“ Yahu bu nasıl adalet ya! Adam tutup küçücük bir kıza tecavüz ediyor, bir de öldürüp bok çukuruna atıyor, sonra da devlet cinayetini affediyor. Bu ne ya! Bu ne! ”  

“ Bu cesedin sırtında da ‘ Tekliğimiz ay ışığında boğulurken ‘ yazıyor. Göğsünde de T harfi var.”  

“Hımm…”  

“Bakalım bu işin sonu nereye varacak.”  

“Tamam, sen devam et” dedi Cemal kayıtsızca...  

26 

Yine yalnızlığını eve hapsetmişti Cemal. Güneş, çoktan damlara sürtünüp gitmişti. Karanlık, virüs gibi yayılmıştı kentin her yerine.  

Üçüncü kadehi de yuvarladı. Önündeki peynirden bir lokma daha aldı.  

Kesik baş cinayetlerinin failini yakalamayı pek istemese de amirlerinin baskısı giderek artıyordu. Ciddi azarlar işitmeye başlamıştı artık. Gönülsüz de olsa mesleki kariyer açısından bu davayı çözmeliydi.  

Cesetlerin sırtına kazınan yazıları alt alta yazmaya başladı:  

Hangi bir ipek yolu harf dizisi çoğaltır…………………….K 

İntihar karası faytonuyla ağışı göğe atlarıyla birlikte…..E 

Kan var bütün kelimelerin altında………………………...C 

Mendilimde kan sesleri…………………………………….E 

Ellerimizle dokunduk halkın acılarına…………………..İ 

Tekliğimiz ay ışığında boğulurken……………………...T 

Birden fark etti ki bu yazıları alt alta yazınca, baş harflerinden bir isim çıkıyordu ortaya.  

“ Ulan burada HİKMET yazıyor be!.. Bu şey değil mi ya?.. Ne deniyordu?... Hah, buldum. Bu bir akrostiş yahu! “  

Hemen Ümit’i aradı:  

“ Alo, buyurun.”  

“ Ümit, benim.”  

“ Buyurun amirim.”  

“ Senin dayıoğlu edebiyat öğretmeniydi, değil mi? ”  

“ Evet!? ”  

“ Şu kesik baş cinayetleriyle ilgili bir ipucu buldum. Bana senin dayıoğlu lazım olacak. Arayıp söyle de yarın müsaitse uğrayıp bir ziyaret edeyim.”  

“ Peki amirim.”  

Telefonu kapattığında bir yandan rahatlamış, diğer yandan da kederlenmişti Cemal.  

“ Kusura bakma arkadaş. Seni yakalamak zorundayım”, diye mırıldandı.”  

27 

Ertesi gün Cemal, Ümit’ten dayıoğlunun çalıştığı okulun adresini alıp öğle civarı okulun önüne gitti. Öğle tatilinde, öğretmenle buluşup bir çay bahçesine gittiler.  

“ İşte Hüseyin Bey, akrostiş burada, diyerek elindeki kâğıdı uzattı.  

Hüseyin, çayından bir yudum alıp gözlerini kâğıda dikti.  

“ Bir bakalım… Bunların hepsi birer dize.”  

“ Dize mi? ”  

“ Evet, ünlü şairlerin dizeleri bunlar. İlk dize, yani ‘ Hangi bir ipek yolu harf dizisi çoğaltır’, Kemal Özer’e ait. Yanındaki K harfi de Kemal Özer’in K’sı. Altındaki dize de Ece Ayhan’ın. Yanındaki E harfi de bunu sembolize ediyor. Diğer dizeler de sırasıyla; Cemal Süreya, Edip Cansever, İsmet Özel ve Turgut Uyar’a ait… Sizin katil İkinci Yeni’yi çok seviyormuş herhalde.  

“ Peki HİKMET adında bir şair var mı?, diye merakla sordu Cemal.  

“ Vallahi bilemem… Belki edebiyat dergilerinden bilgi alabilirsiniz. Yeni yetmeler dergilere bolca şiir gönderirler. Oradan adresi bulunabilir.  

“ Çok teşekkür ederim, sağ olun, dedi Cemal, yüzüne tatlı bir tebessüm yayılarak.”  

Hemen merkeze dönüp elemanları araştırma yapmak üzere belli başlı edebiyat dergilerine gönderdi. Birkaç saat sonra tüm ekip geri döndü:  

“Amirim, şüphelinin kimliğini ve adresini tespit ettik” dedi Ümit  

gururla.  

“ Çok iyi.”  

“ Ama dahası da var…”  

“ Anlat bakalım.”  

“ Şimdi amirim, bizim dayıoğlu çok iyi düşünmüş. Şüpheli, edebiyat dergilerine şiirlerini yolluyormuş. Dergilerin birinden tam adını ve açık adresini tespit ettik. Adı Hikmet Çeliköz. İç mimarmış ve…”  

“ Eee?”  

“ Bu son bulduğumuz ceset var ya, hani küçük bir kıza tecavüz edip öldüren sapığın cesedi…”  

“ Evet!?”  

“ İşte o küçük kız, bu Hikmet Çeliköz’ün kız kardeşiymiş.”  

Cemal, acıyla yutkundu. Bir an kendini Hikmet’in yerine koydu.  

“ Amirim, bu Hikmet Çeliköz, kendi halinde, kimseye zararı olmayan biriymiş. Bu olay, O’nu çok yaraladıysa da hayatını normal bir şekilde devam ettiriyormuş. Ama af yasasıyla o sapık hapisten çıkınca içine kapanmış. İşini de bırakıp kimseyle görüşmez olmuş…”  

“ Tamam, anlaşıldı ” diyerek iç geçirdi Cemal. “Ekipleri hazırlayın. Baskına gidiyoruz.”  

Ekipler hazır olur olmaz Hikmet’in evine baskına gittiler. Kapılar kırıldı, içeri girildi, ama Hikmet evde bulunamadı.  

Apartman kapıcısı, yaklaşık yarım saat önce, Hikmet’i iskeleye doğru giderken gördüğünü söyledi.  

Tüm ekipler, hızla iskeleye doğru yola çıktılar…  

- III - 

28 

Ve Hikmet, ayakları iskelenin ucuna çakılı halde boğazındaki damarları patlatırcasına haykırdı:  

“Bu iş artık bitmeliii…”  

Sonra, küstah bir sessizlik çınladı kulaklarında. Ay, uzatıp kafasını esmer bulutların arasından, pis pis sırıttı. Deniz, anne şefkatiyle kollarını açmış bekliyor olsa da, atamadı Hikmet kendini derin huzurun içine. Arınmak istiyordu, beceremedi. Başaramadı hayattan istifa etmeyi. İntihar, düşlendiği kadar kolay geçirilemiyordu eyleme… Anladı.  

Aklı, kös kös dönmeye karar verdiyse de ayakları anlamazdan geliyordu. Ne geriye dönebilmek o kadar kolaydı ne de atlayabilmek denize.  

Tam sözlüden sıfır alıp karatahtadan yerine dönen öğrenci edasıyla başı önde, geriye dönüp bir adım atmışken, siren sesleriyle çarpıştı. Kafasını kaldırıp ekip arabalarının farlarıyla göz göze geldi. İşte bu, Hikmet için bulunmaz fırsattı. Sen düşemezsen hayatın balkonundan, birileri seni itebilirdi bilinmeyene. Böylesi daha kolaydı.  

Tüm ekip, iskelenin başında arabalarından inip silahlarını çekti. Cemal, elinde namlusuna mermi sürülmüş ondörtlüsüyle ekibiyle önünde duruyordu:  

“ Hikmet! Teslim ol! ”  

“ Hoş geldin Cemal’im. Azrail’im hoş geldin. Sanma ki sen bu oyunu kazandın. Onu ben sana armağan ettim.”  

Cemal’in ilk defa eli titriyordu birisine silah doğrulturken. Ve kekeliyordu yüreği. Bir yandan zarar vermek istemiyordu Hikmet’e, diğer yandan ise görevini yapmak zorundaydı. Elinden gelse madalya takardı Hikmet’e, ama o bir polisti ve yasalara uygun davranmalıydı. Her ne kadar, artık yasalar Adalet’e uymuyorsa da…  

Küçük, tedirgin adımlarla Hikmet’e yaklaşıyordu. Hikmet ters bir şey yapacak da O’nu vurmak zorunda kalacak diye ödü kopuyordu.  

“ Hadi Hikmet! Sakın yanlış bir hareket yapma! Teslim ol artık! Buraya kadarmış! ”  

“ Buraya kadar ha! Eee…N’olacak şimdi? Ben teslim olurum, hapse girerim. Ee…İki sene sonra beni de mi affedecekler!?  

“ Bak, seni çok iyi anlıyorum. Yani… Yani kendimi senin yerine koyunca ben de öfkeden deliriyorum. Kız kardeşine olanlara ve o sapığın aftan yararlanmasına kahroldum… Ama artık teslim olmalısın… Her şey bitti…  

“ Her şey bitti, öyle mi!? Peki, ben tavuk bile kesmemiş biriyken bu, insanlıktan çıkmışlığım n’olacak!? Ben ki kendi halinde, efendi bir adamken, kendi adaletimi sağlamak zorunda kalışım…Ha!..Peki, beni kim itti lan hem yargıç hem cellat olmaya!? Söyle lan ne bitti!?  

Cemal’in kalbinin zırhı delik deşik olmuştu. Öz kardeşine silah çekmiş gibi duyumsuyordu kendini.  

“ Etme eyleme Hikmet, teslim ol. Beni seni vurmanın vicdan azabıyla baş başa bırakma. Teslim ol artık. Kaçacak yer yok.”  

“ Kaçmak mı!? İnsan kendinden kaçamaz ki Cemal...”  

“ Tamam Hikmet. Sakince kaldır ellerini ve teslim ol.”  

Hikmet yanıt vermedi. Boş gözlerle baktı Cemal’e. Ve hızla elini silah çekecekmiş gibi beline attı. Oysa üstünde silah falan yoktu.  

Cemal, mesleki refleksle, hemen iki el tetik düşürdü. İki zoraki mermi, delip geçti Hikmet’in göğsünü. Biri tam kalbinin orta yerinden, yani acının başkentinden geçip gidiverdi. Havalandı mermilerin şiddetiyle Hikmet’in cansız bedeni. Huzurlu bir tebessüm yayılmıştı özgürce yüzüne.  

Ana rahmine düşer gibi düştü denize. Deniz, sarıp sarmaladı, bağrına bastı Hikmet’i. Bir avuç kan kaldı Hikmet’e dair suyun yüzünde…  

İskelenin üstünde Cemal, diz çökmüş, hiç kimseye aldırmadan kana kana ağlıyordu…  

Ve yine yağmur… Ki bu kez gözyaşlarıydı göğün, delip geçen geceyi…  

 

 

 

 

 

___ roman sonu ___ 

 
Toplam blog
: 39
: 659
Kayıt tarihi
: 04.03.11
 
 

Şiirli Köyün Delisi: Serkan Engin 29 Eylül 1975'te İzmit’te doğdu. Deniz Lisesi’nden mezun ol..