Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ocak '09

 
Kategori
Öykü
 

Uzak bir köy, asil bir kadın, Akgül...

Uzak bir köy, asil bir kadın, Akgül...
 

Evin bahçesine doğru yönelince, kapının önünde bekleyen Akgül’ü gördü. Büyük ihtimalle Akgül onun geldiğini görmüş ve “acaba bana uğrayacak mı?” diye arada dışarıyı kontrol ediyordu. Zeliha gülümseyerek uzaktan el salladı. Şimdiye kadar Akgül’ü iki kez görmüştü, ama onu çok sevmişti.

Sanki yıllardır arkadaşmış gibi kucaklaştılar. Akgül, Zeliha’yı hemen içeri aldı, dış kapıdan girince ortada büyük bir sofa, hemen karşıda mutfak tezgâhı ve sofaya açılan dört tanede kapı vardı. Kapılardan biri oturma odasına açılıyordu ama Zeliha sofada ki yer minderlerini tercih etti, oraya oturdular. Akgül;

- Geldiğini gördüm, seni bekliyordum. Eğer gelmeseydin, yanına gelip seni buraya ben getirecektim.

- Buralara kadar gelip de sana uğramadan gider miyim hiç?

- Nasılsın Zeliha Hanım? İyi gördüm seni.

- İyiyim Akgül sağ ol. Bizim işler biliyorsun bitmiyor, baktım işçilerin kazım işleri uzun sürecek, biraz kendime mola verdim. Aslına bakarsan seni görmek, biraz sohbet etmek için geldim.

- Sağ olasın. Aç mısın? Çay, kahve ne alırsın?

- Eğer hazırda çayın varsa bir bardak içerim, başka bir şeye gerek yok.

O arada kızı Nurgül de odasından dışarı çıktı. Hemen hoş geldin diyip annesinin yanına kıvrılarak oturdu. Kedi gibi bir kızdı, sürekli annesine sokularak oturur, ya eli ya yüzü mutlaka annesine değerdi. Onyedi yaşındaydı, liseyi bitirmiş üniversiteye hazırlanıyordu. Üzerinde ona çok yakışmış olan bir kot pantolon ve t-shirt vardı. Şehir merkezinden oldukça uzak bir köydü burası, ama anne babası onun okumasını çok istiyordu.

Babası köyün muhtarıydı, oldukça ileri görüşlü, hoş sohbet ve köyü için gelecek hizmetleri destekleyen biriydi. Belki yaşlarının genç olması da buna bir sebepti, ama yine de her zaman böyle insanlarla karşılaşmak mümkün olmuyordu. Akgül’le birbirlerini severek evlenmişler, bir kız iki oğulları olmuştu. Ama Akgül kendisi gibi tek kız olan Nurgül’e çok düşkündü, kızını sürekli nazlandırıyordu, Nurgül de annesinden farksız bir şekilde onu nazlandırıyordu.

Akgül ile Zeliha’nın yaşları aynıydı, ama en büyük çocukları arasında on yaş fark vardı. Akgül sadece ilkokulu okumuş ve erkenden evlenmişti. Kızının okumasını ve çalışmasını çok istiyordu. Gerçi eşiyle çok mutlu olduğu her halinden belliydi, ama sanki okuyamamanın üzüntüsünü yaşıyor gibiydi. Kendisinin yapamadıklarını, kızının yapmasını istiyordu.

Nurgül çayları döküyor, onlar bir güzel sohbet ediyordu. Akgül’ün öyle güzel bir sohbeti vardı ki, onları izleyen biri olsa sadece birkaç kez görüşmüş olduklarını anlamazdı bile.

Zeliha arada çalıştıkları alana gidip yapılan işleri kontrol ediyordu, normalde hiçbir zaman iş bitene kadar oradan ayrılmaz, ayakta bekler, yapılan işi en ince ayrıntısına kadar takip ederdi. Ama yıllardan beri ilk kez aralarda kendine mola veriyordu. Bu Akgül’den kaynaklıydı, onda Zeliha’nın hissettiği bir şey vardı, bu asil bir ruhtu. Hem bedenen hem de ruhen bir güzelliği vardı Akgül’ün. Ruhunun güzelliği yüzüne vurmuş denen türdendi. Çok şey bilip az konuşan, mağrur, onurlu, asil bir güzellik, asil bir ruh.

Öğle saati yaklaşınca muhtar tüm çalışanları evine yemeğe davet etti. Akgül ne zaman o yemekleri pişirmiş, masayı hazırlamış Zeliha anlayamamıştı. Daha biraz önce beraber oturup çay içmişlerdi. Kendi kadar güzel ve lezzetli yemekleri büyük bir misafirperverlikle ikram etti. Karı koca hoş sohbet ve güler yüzle evlerine gelen misafirlerini bir güzel ağırladılar. Hem yapılan iş hakkında bilgi alıp, hem de ellerinden gelen yardımı esirgemeden köylerine verilen hizmeti takdir ediyorlardı.

Zeliha çalışma alanına geri dönünce, Akgül de onu yalnız bırakmıyordu. Yapılan işleri izliyor, çok fazla bir şey sormadan anlamaya çalışıyordu. Zeliha ilk kez bir köyde çalışmaktan bu kadar zevk almıştı. Artık işleri bitmişti, kim bilir bir daha ne zaman buraya tekrar gelecekti.

……….

Aradan iki yıl geçmişti, bir gün Zeliha’nın telefonu çaldı, ziyaretçisinin olduğunu söylediler. Zeliha merakla gelenin kim olduğuna beklerken, birden karşısında Akgül ile eşini gördü. Öyle sevindi ki, yine sarıldılar birbirlerine, kucaklaştılar. İkisinin de gözleri parlıyordu, hemen çaylar söylendi, hal hatır soruldu. Muhtar;


- Vallahi Zeliha Hanım, şehre geleceğimi duyunca Akgül bende geleceğim diye tutturdu, seni görmek istedi. Sadece senin için buraya geldi.

- Ne güzel etmişsiniz ama, nasıl mutlu oldum bilemezsiniz. Anlaşılan Akgül’le kalplerimiz karşılıklıymış, bende onu çok sevdim, ne zaman sizin köyden bahsedilse hep anlatırım sizi. Sayenizde köyünüzden de hep övgüyle söz ederim.

- Sağ olasın.

- Eeeee şimdi ben sizi yemeğe götüreceğim, eve gitmek için zamanımız yok ama dışarıda bir şeyler yeriz, sohbet ederiz. Ben Akgül’ün yemeklerini çok yedim, sıra sizde.

……….

İnsanlar arasında zaman, mekân, kültür farkı diye bir şey yok. Önemli olan insanların birbirlerini ruhen sevmeleri, anlamaları ve hissetmeleri. İnsanı insan yapan en büyük erdem, onun zenginliği, güzelliği, okumuşluğu, okumamışlığı, yaşam düzeyi, çevresi değil. İnsanı insan yapan, içinde barındırdığı ruhu, ruhunda ki asaleti.

Akgül’ün hiçbir zaman bu yazıyı okuma fırsatın olmayacağını biliyorum Ama yine de ben bu küçük hikâyeyi Akgül’e armağan ediyorum.

Şehirden çok uzak bir köy yeri, asil bir kadın, Akgül.

http://isteoylebirseyy.blogspot.com/

 
Toplam blog
: 41
: 1226
Kayıt tarihi
: 11.06.08
 
 

Çoğu zaman düşündüklerimi, gördüklerimi, hissettiklerimi dile getirmekte zorlanıyorum. Çünkü o an..