Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Temmuz '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland-Kamboçya-Vietnam)

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland-Kamboçya-Vietnam)
 

Wat Pho-Bangkok


Birinci Bölüm / BERLIN - FRANKFURT - COLOMBO - BANGKOK

Çalar saatin ısrarlı sesiyle uyanıp, karanlıkta el yordamıyla lambanın düğmesini buldum. “Çıt” sesiyle oda aydınlandı, yanımda yatan kocam homurdanarak yatağa biraz daha gömüldü. Saati susturup doğruldum, ayılmaya çalışarak yatağın kenarında bir süre öylece oturdum. Midem bulanıyordu, akşam eve getirttiğimiz zehir gibi tuzlu pizzanın tadı hâlâ ağzımdaydı. Kalktım, banyoya doğru yürürken, kocama seslendim:

“Canım...”
“Hı...”
“Hadi kalk, yarım saatimiz kaldı.”
“Tamam.”

Elimi yüzümü yıkayıp, dişlerimi fırçalarken “Uyan kızım” dedim kendi kendime, “Tatile gidiyorsun”. Aynadaki aksim bana gülümsedi. Banyo sırasını kocama devredip, bir çırpıda giyindim. Sırt çantamı kapattım, son bir kez daha para kemerimi kontrol edip, birşey unutmadığımdan emin oldum.

“Fişleri çekmiştin değil mi?” diye sordum kocama.
“Evet.”
“Buzdolabının fişini çekmeyi de unutma sakın.”

Bir önceki seyahatimizde fişleri çekerken hızını alamayan kocam, yanlışlıkla buzdolabını da arada kaynatmış, eve döndüğümüzde derin dondurucuda çürüyen etlerden yayılan ceset kokusundan kurtulmak için aylarca uğraşmıştık.

“Ha ha” dedi kocam.
“Yok ben hatırlatayım dedim de, ne olur, ne olmaz. Bu sefer bir ay yokuz, kokuyu duyan komşular polis çağırır artık.”
“Hadi yürü komik şey, taksi gelmiştir çoktan.”

Yavaş nedir bilmeyen kocam önden, ben arkadan, paldır küldür apartmanı inleterek aşağı indik. Bir gece önceden çağırdığımız taksi kapıdaydı, çantaları bagaja atıp, arka koltuğa geçtik. Kemerlerimizi bağlarken kocam şoföre:

“Ostbahnhof’a gideceğiz.” dedi.

Boş sokaklarda ilerleyerek, kısa bir süre sonra Ostbahnhof’a vardık. İstasyonda biraz dolaşıp, yolda okumak üzere birkaç dergi-gazete satın aldıktan sonra, trenimizin kalkacağı platformu bulduk. Kocam:

“Ben bir kahve içeceğim, sen de ister misin?” diye sordu.
“Yok, istemem.” diye cevap verdim.

O kahvesini alıp, platformun sigara içilen bölümünde günün ilk sigarasını içtikten sonra, trene bindik. Pazar sabahı trenin boş olacağını tahmin etmemize rağmen, yine de kendimizi garantiye alıp, internetten koltuk rezervasyonumuzu yapmıştık. Altı kişilik kompartmanda şimdilik bizden başka kimse yoktu. Rahat bir yolculuk olacağa benziyordu. Saat tam 6:32’de tren hareket etti. Birkaç dakika sonra, kahvaltı servisinin başladığını bildiren anonsu duyar duymaz, soluğu lokanta vagonunda aldık. Kahvaltıdan sonra da, kompartmanımıza geri dönüp, biraz gazete karıştırdık. Hava aydınlanmaya başlamıştı.

“Benim uykum var.” dedi kocam.
“Benim de.”
“Yatalım mı? Tren boş, kimsenin geleceği yok.”
“Yatalım.”

Botlarımızı çıkarıp, koltuklara uzandık. Montlarımızı da katlayıp, başımızın altına yastık yaptık. Kocamın nefes alış verişleri hemen değişti, onu dinlerken benim de içim kaydı. İstasyonlara yaklaşırken yapılan anonsları duyuyor, trenin yavaşlayıp durduğunu farkediyor, ama yeniden uykuya dalıyordum. Bir süre böyle gittikten sonra aniden uyandım. Tekrar uyuyakalıp, İsviçre’ye kadar gitmeyi istemediğim için, telaşla doğrulup, oturdum. Kocam da uyanmış, yattığı yerden gözlerini kırpıştırarak bana bakıyordu.

“Frankfurt’a yaklaşmış olmalıyız.” dedim, son dakika haberi verir gibi ciddi bir edayla.
“Saat kaç?”
“Onu on geçiyor.”
“Az kalmış.”

Dört buçuk saatlik mükemmel bir yolculuktan sonra Frankfurt’a vardık. Havaalanına ulaşmak için hemen şehiriçi trenlerinden birine atladık. Üç durak sonra indik, uçuş işlemlerimiz için henüz daha çok erken olduğundan, mecburen bir kafede oturup beklemeye başladık.

“Bir sonraki trenle gelmeye kalksak, kesin rötar yaparlardı. Şimdi işin yoksa saatlerce bekle burada.” diye söylendi kocam.
“Sizin için 3 dakika gecikme de rötar. Ondan sonra demiryolları hep rötar yapıyor diyorsunuz.”
“Yapıyorlar ama.”
“Sizin topunuzu Türkiye’ye göndermek lazım.”

İkişer kahve, yarım dergi ve 10 dakika sonra, şansımızı denemeye karar verdik. Hesabımızı ödeyip, çantalarımızı yüklenerek, tekrar alt kata indik. Gerçekten de uçuş işlemleri başlamış, Sri Lanka Havayolları’nın bankoları önünde uzun kuyruklar oluşmuştu.

“Bu bizim uçak olamaz değil mi?” diye sordum kocama.
“Bizim uçağımız.”
“Şaka mı bu?”

Şaka falan değildi. Ve fakat yer ekibi, Berlin’den pek de alışkın olmadığımız bir sürat ve kararlılıkla çalışıp, o uzun kuyrukları çok kısa bir süre içinde eritmeyi başardı. Sıra bize geldiğinde, cam kenarında yer kalmadığından endişeliydim, ama şansımız yaver gitti. Biz Colombo üzerinden Bangkok’a devam edeceğimiz için, bagajımızı ona göre kaydedip, Frankfurt-Colombo, Colombo-Bangkok uçuş kartlarımızı da elimize tutuşturdular. Teşekkür edip, sıradan çıktık. Biraz dolaştıktan sonra, güvenlik ve pasaport kontrolerinden geçmek üzere kapıya gittik. Ardından uçağa binmek üzere beklemeye başladık.

“İyi günler sayın yolcularımız, öncelikle koltuk sıra numarası 60’tan 52’ye kadar olan yolcularımızın uçağa teşriflerini rica ederiz. Diğer yolcularımız, lütfen bir sonraki anonsa kadar yerinizden kalkmayınız. Teşekkürler.”

Kibar, güleryüzlü ve işbilir ekibin, koskoca bir Airbus’ı hiç zaman kaybetmeden ve itiş kakışa mahal vermeden doldurmasından kısa bir süre sonra havalandık. Yeşil renkli yerel kıyafetleri içindeki hostesler, gözlerinin içi gülerek hizmete başladılar. On küsur saatlik uçuşumuz süresince hiç aksamadılar. Onları izledikçe, aklıma THY ile uçtuğumuz son seferde, koridor boyunca ellerinde çaydanlıklarla yürürken, tarifi zor bir tonda “Coffee?, Tea?” diyerek, insanı “Ne istesem de çaydanlığı kafama yemesem?” diye düşüncelere sevkeden hostesler geldi.

Her yolcu için bir battaniye ve bir yastığın üzerlerinde hazır bulunduğu koltuklar çok yeni değildi, ancak her birinin arkasında küçük ekranlar vardı. Aynı zamanda telefon olan el kumandaları aracılığıyla isteyen oyun oynayabiliyor, isteyen film seyredebiliyordu. Uçağın burnu ve altına yerleştirilmiş olan kameralardan, kalkış ve inişleri canlı izlemek mümkündü. Özenle hazırlanmış menülerden seçtiğimiz yemekler de nefisti. Arada acıkanlar için sandviç ve içecek servisi hiç durmadı.

“Ekonomide böyle güzel hizmet veriyorlarsa, Business’ta falan ne yapıyorlar acaba?” dedim kocama.
“Ben de deminden beri onu düşünüyorum.” diye cevap verdi, boynunu ovarak. “Şöyle güzel bir sırt masajına hayır demezdim şahsen.”

Sabahları işe giderken daracık serviste bir rüyadan diğerine koşan ben, kabindeki sürekli uğultu, etraftaki bitmeyen hareket, şişen ayaklarımın verdiği rahatsızlık ve belli bir süreden sonra kuyruk sokumumla bütünleşen acı dolayısıyla, uçakta uyuyamadım. Uyumaya çalıştıkça daha da perişan oldum. Kısa aralıklarla yorgunluktan bayılmamı saymazsak, yolculuğu uyumadan bitirdiğim söylenebilir. Colombo’ya indiğimizde ölü gibiydim. İşin kötüsü bağlantı uçuşumuzun kalkışına tam üç saat vardı. Bacaklarımızı açmak için bir aşağı bir yukarı yürümeye başladık. Gümrüksüz alışveriş yapılan dükkânlara girip çıktık, dönüşte Seylan çayı almaya karar verdik. Bir kafede çay içtik, sırayla tuvalete girdik, oturduk, kalktık, yürüdük, yine oturduk, velhasıl hunharca zaman öldürdük.

Tekrar uçağa bindiğimizde, yorgunluktan gözüm ne kahvaltı gördü, ne de başka birşey. Uyumuşum. Üç saatlik sorunsuz bir uçuşun ardından Bangkok’a indik. 2002’deki ilk Tayland seyahatimden hatırladığım Don Muang Havaalanı’nın kapatıldığını ve beş ay kadar önce yerine büyük tantanayla Suvarnabhumi Havaalanı’nın açıldığını biliyordum. Bu yeni havaalanının, bir süre önce hükümeti deviren “kansız” darbenin bahanesi olan yolsuzlukların simgesi haline geldiğini, daha şimdiden kapatılıp, onarılmasının planlandığını biryerlerde okumuştum. Etrafıma şöyle alıcı gözüyle baktım, yapının ruhsuzluğu haricinde belirgin bir terslik göremedim.

“Nesi varmış bu havaalanının? diye sordum kocama.
“Pistlerdeki asfalt çökmüş, yağmur mevsiminde tuvaletleri toptan su basmış falan diyorlar.”
“Pek güzel.”
“Hem şehirden de çok uzak. Dünyanın yolunu gideceğiz daha.”
“Çıkmadan tuvalete gideyim o zaman.”
“Tamam, sonra da ben giderim.”

Kocaman binada kelaynaklar gibi ender bulunan tuvaletlerden birine sonunda ulaşınca, hemen içeri daldım. Kabinin kapısı yamuktu, zar zor kapattım. İşimi bitirdikten sonra geldiğim lavabo başında, epeyce uğraşarak parmaklarımın uçlarını yıkadım. Zeki bir arkadaş, musluğu monte ederken lavabonun arka sınırını hesaplamadığından, musluğun altına el girebilecek kadar bir boşluk bırakmamıştı. Gülerek dışarı çıktım, durumu kocama anlattım. Daha sonra o da, erkekler tuvaletinde toplam iki tane kabin bulunduğundan yakındı. Gerçekten de birileri malı iyi götürmüş olmalıydı.

Pasaport kontrolüne geldiğimizde, daha önce uçakta doldurduğumuz giriş-çıkış kartlarımızı da hazır edip, beklemeye başladık. Türk vatandaşlarının Tayland’a vizesiz girebildiklerini biliyordum, dolayısıyla rahattım. Nitekim işimiz çok kısa sürede bitti, dışarıya çıktık. İşte yine Bangkok’taydık.

(Devam edecek...)

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..