- Kategori
- Gezi - Tatil
Uzakdoğu uzak mı? (Tayland-Kamboçya-Vietnam)

Yatan Buda...
İkinci Bölüm / BANGKOK
Kocam ilk iş olarak biraz para çekti, ardından durakta bekleyen havaalanı otobüsüne bindik. Otobüste yalnızca turistler vardı, içerisi okul servisi gibiydi. Hepimiz Bangkok’un sırt çantalılar cenneti Khao San bölgesine doğru gidiyorduk. Hareket eder etmez sütçü beygiri gibi ayakta uyumaya başladım. Yol boyunca beş-altı kez uyanıp, tekrar daldım. Sanırım şehre ulaşmamız bir saatten fazla sürdü. Biz Khao San’a gelmeden indik, 50 metre kadar yürüdükten sonra, rehber kitabımızdan seçtiğimiz bir otelde klimalı ve konforlu bir oda bulduk. Odaya çıkar çıkmaz birer duş yapıp, dişlerimizi fırçalayıp, yattık.
“uhudedipuhu... uhudedipuhu...”
“Hı...”
“Uyan canım, saat 9 buçuk olmuş.”
“Eeee?”
“Daha uyursak bu sefer sabaha karşı uyanacağız, kalk dışarı çıkalım, birşeyler yiyelim.”
“Git başımdan.”
“Hadi kalk, bak ışığı yakıyorum.”
“Yakma. Offf...”
Uzun yolculuklardan sonraki zaman-mekân sersemliğini atlatmanın yolu, bir an önce yerel saate ayak uydurmaktan geçtiğinden, söylene söylene kalktım. Giyinip, dışarı çıktık. Biraz yürüdükten sonra, ara sokaklardan birinde, sokağa atılmış masa ve sandalyelerden oluşan “seyyar” bir lokantada yemeye karar verdik. İlk gelişimde, yemekleri çok yadırgamış, bayağı sıkıntı çekmiştim, ancak Berlin’de ne zaman canım sebze çekse kendimizi bir Tayland lokantasında bulduğumuzdan, bu sefer daha iyi hazırlıklı olduğuma inanıyordum.
“Ne yiyeceksin?” diye sordu kocam.
“Bilmem, karar veremedim daha. Birkaç farklı şey söyleyelim, öyle ortadan yiyelim.”
“Olur, bana uyar.”
“Bu yosundu değil mi? Acılıdır herhalde.”
“Az acılı isteyebiliriz. Turistik yani.”
“İstemem. ”
“İki kere yakacak ama.”
“Biliyorum. Olsun.”
Bol baharatlı, bol acılı, taptaze ve inanılmaz hafif yemeklerden kendimize küçük çaplı bir ziyafet çektikten sonra, biraz dolaştık. Otelimizin hemen yakınındaki iskelenin sokağında akşamları bir bar açıldığını, yerli gençlerin burada canlı müzik eşliğinde eğlendiklerini keşfetmek fazla vaktimizi almadı. Biz oturup, birer bira söyledikten sonra, o saate kadar kendi dillerinde çalıp söyleyen gençler, bizden yana gülümseyerek İngilizce şarkılara geçtiler. Aslında bu bizim istediğimiz en son şeydi, ama herkesin keyfi yerinde görünüyordu, biz de bozmadık. Gülümseyerek, oturduğumuz yerde salınarak, bildiğimiz şarkılara eşlik ettik. Ancak hâlâ tepe sersemi olduğumuz için, fazla dayanamadık. Ertesi akşam yine aynı bara gelmeye karar vererek, otelimize dönüp, yattık.
“Huhuhu... Horluyorsun biliyor musun? Hoorrr... Pışşşş...”
“Kadınlar horlamaz bir kere.”
“Haha...”
“Yorgun olurlarsa belki. Sen niye erkenden kalktın?”
“Öğlen oldu neredeyse. Hadi kalk da kahvaltıya gidelim.”
“Tamam.”
Otelin küçük havuzunun kenarında, kıtlıktan çıkmış gibi kahvaltı ettik. Hava sıcaktı, ancak öyle bayıltacak kadar sıcak değildi henüz. Kahvaltıdan sonra, güncel bir Kamboçya rehberi almak için Khao San’a doğru yürüdük. Sağlı sollu dükkânlarda, seyyar satıcıların tezgâhlarında, yok yoktu. Nitekim aradığımız rehberin en son baskısını çabucak bulduk. Fiyatı oldukça uygundu, dolayısıyla ikinci el ya da fotokopi olduğunu tahmin ettik. Gerçekten de pakedini açtığımızda, fotokopi olduğunu gördük. Haritaları okumak biraz zor olacaktı, ama çok da önemli değildi.
Birşeyler içmek üzere oturduğumuz bir kafede, Kamboçya rehberimizi biraz evirip çevirdikten sonra sıkılıp, elimizdeki Tayland rehberini biraz karıştırdık. Gözümüz, daha önce görmediğimiz Wat Pho’ya takıldı. Geleneksel Tay masajının en önemli okulunun, Tayland’ın en büyük Yatan Buda’sının ve en kalabalık Buda figürleri koleksiyonunun bu tapınakta olduğunu okuyunca, hazır vaktimiz de varken, gitmemek ayıp olacaktı. Akşamki barın sokağından bir tekneye atlayıp, püfür püfür nefis bir yolculuk yaptıktan sonra, tapınağa ulaştık.
Tapınakta büyük çaplı bir onarım faaliyeti vardı, ancak ibadet yerlerinin tamamen kapatılması mümkün olmadığından, rahatça gezebildik. Yatan Buda’nın bulunduğu binaya girdiğimizde ağzımız bir karış açık kaldı. 46 metre uzunluğunda ve 15 metre yüksekliğindeki altın renkli Buda’yı kadraja sığdıracağız diye göbeğimiz çatladı. Sütunlar yüzünden tam bir görüntü almak mümkün değildi, biz de mecburen kâh başucundan, kâh ayakucundan fotoğraflar çektik.
Dışarıda bahçeler, binalar, binaları süsleyen oymalar, renkli, yaldızlı işlemeler, irili ufaklı Buda figürleri, akşamüstü güneşi altında daha da güzel görünüyorlardı. Tapınağın nispeten uzak bir köşesinde, çardak altındaki minicik sıraları, karatahtaları, kütüphanesi ve hatta fen laboratuvarıyla eksiksiz görünen bir okula bile rastladık. Hem yorgunluktan, hem de benim ayaklarım su topladığından daha fazla yürüyemeyeceğimiz anlaşılınca, dışarı çıkıp birşeyler içtik, ardından otelimize geri döndük.
Kısa bir moladan sonra, öğle yemeğini ananasla geçiştirdiğimizi hatırladık ve yiyecek birşeyler bulmak üzere tekrar dışarı çıktık. Bir gece önce yemek yediğimiz sokağa gittik, ama bu sefer değişiklik olsun diye başka bir lokantaya oturduk. Siparişlerimizi verdik, beklerken bir şişe Singha’yı devirdik.
“Bir tane daha içelim mi?” diye sordu kocam, elindeki boş bira şişesini göstererek.
“İçelim” dedim, “Susamışım.”
“uhudedipuhu... Sakın sağa doğru bakma.”
“Çok geç, gördüm bile. İnşallah buraya gelmezler... Ay, geliyorlar vallahi!”
“Gelenler”, bir sokak kedisi ve patileriyle vura vura serseme çevirdiği devasa bir hamamböceğiydi. Yolun öbür tarafında ilk gördüğümde başımı çevirmiş, ama gittikçe yaklaştıkları için artık alarm durumuna geçmiştim. Böcek fobimi bilen kocamın “Yok birşey, tamam” demesine fırsat kalmadan, daha da feci birşey oldu ve hamamböceği, yoldan geçen birinin ayaklarının altında “cırt” diye eziliverdi. Herşey birkaç saniye içinde olup bitmişti.
“Tamam artık, öldüğüne göre tehlike geçti demektir, bakma o yana.” dedi kocam, gülerek.
“Salak kedi, oynayacak başka yer bulamadı koca sokakta. İştahım kaçtı resmen. Brrrr. Bak tüylerim diken diken oldu.”
“İnanılmaz. Halbuki hiç zararı yok sana hayvancağızın, böyle şirin antenleri var...”
“Susar mısın lütfen?”
Garson elinde tabaklarla masamıza gelmiş olmasaydı kocam daha çok eğlenecekti sanırım, ama yemek söz konusu olduğunda akan sular dururdu. Hâlâ gözümün önündeki iğrenç manzarayı unutmak için çıtır çıtır dev karideslere konsantre oldum. Nefis görünüyorlardı. Tam ilk karidesi parçalamış, ağzıma atmaya hazırlanırken kocam:
“Bak bunların da antenleri var, hem de kocaman.” deyiverdi.
“Eh, sağol yani.”
“Haha haha haha.”
“İyi eğlendin bu akşam.”
Yemeğimi bitirdikten sonra, arkama yaslanıp etrafı seyretmeye başladım. Bulunduğumuz ara sokak, sıra sıra seyyar lokantaların ışıklarıyla aydınlanıyordu. Yemekler açıkta pişiriliyor, malzemeler açıkta sergileniyordu. Tabak-çanak da oracıkta, leğenler içinde yıkandığı için biraz sefil bir görüntüsü olmasına rağmen, hem yerli halk, hem de turistler hallerinden memnun görünüyorlardı. Masalar dolup dolup boşalıyor, garsonlar bir içeri, bir dışarı mekik dokuyorlardı. Tüm seyahatlerimizde, özellikle yerli halkın tercih ettiği ve kalabalık olan mekânlarda yemek yemeği bir kural haline getirdiğimizden, içimiz rahattı. Birden aklıma birşey geldi, kendi kendime güldüm. Kocam:
“Hayrola?” dedi.
“Ne düşündüm biliyor musun? Normal şartlarda, İstanbul’da falan, böyle bir yerde yemek yesek, daha eve gitmeden motoru bozarız.” dedim.
“Bir sıkıntın var mı? Yok.”
“Hakikaten yok. Ben şikâyet etmiyorum zaten. Şaşkınım yalnızca. Evde hiç yoktan zırt pırt ishal olan bana bile birşey olmadığına göre, cidden sorun yok demektir.”
“Üstelik herşey çok lezzetli." dedi kocam, göbeğini sıvazlayarak. "Mmmmm... Birşeyler daha yiyelim mi?”
“Abartma istersen.”
Yemekten sonra, bir gece önceki bara gittik. Daha sonra da otelimize dönüp yattık.
(Devam edecek...)