Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Aralık '14

 
Kategori
Öykü
 

Yarım kalan aşk

Yarım kalan aşk
 

renklidergi.com


Bir blog yazarı, bir hafta blog yazmayacağım, onun yerine yayınlanan blogları okuyacağım diye bilgisayarının karşısına geçtiğinde ilişkiler bölümündeki “Yarım kalan aşk” başlıklı bir yazı dikkatini çeker.

 Yazı yayına yeni verilmişti ve ana sayfada yayınlanıyordu. Sayfasında uzaktan çekilmiş fotoğrafı bulunan yazar, bir bayandı ve rumuz kullanıyordu.

Yazı postanede başlayan bir ilişkiden söz ediyordu. Yazı sahibi bayan, 1973 yılı Aralık ayı sonunda iki kız arkadaşıyla beraber Kızılay’daki Ankara merkez postanesine İzmir’deki ailesiyle konuşmaya gittiğini anlatıyordu. O tarihlerde cep telefonu olmadığı gibi şehirlerarası otomatik arama da yoktu. Postaneye gidiyordunuz, oradaki memura arayacağınız şehri ve numarayı yazdırıyordunuz. Sonra da bekliyordunuz. Hatırladığım kadarıyla 03 şehirlerarası arama, 06 da şehirlerarası takip numarasıydı. Eskiler iyi bilir, arama çeşitleri normal, acele ve yıldırım şeklindeydi. Bunların ücretleri de farklıydı tabii. Üç genç kız telefonlarını yazdırıp, beklemeye başlamışlardı. Hesaplarına göre en az iki saat telefon bağlanmasını bekleyeceklerdi, onlar da her şeye rağmen numaraları yazdırıp, beklemeye başladılar. Kızlar Ankara’da üniversitede okuyorlar ve Kavaklıdere’deki bir kız talebe yurdunda kalıyorlardı.

Yazıda yılbaşını, ailelerinin yanında geçirmek isteyen üç arkadaş, geleceklerini bildirmek için postaneye telefon etmeye gelmişlerdi. Otobüsleri ise gece saat 24.00 de Tandoğan’da bulunan otobüs terminalinden kalkacaktı.

Postane kalabalıktı. Genç kız, o kalabalıkta yanlarına üç tane genç subayın yaklaştığını görmüştü. İçlerinden biri yanındaki arkadaşına, “Sizde mi telefon sırası bekliyorsunuz?” diye sormuştu. Arkadaşı, “Evet en az iki saat beklememiz gerekiyormuş” dedi. Bu arada diğer subay ise “Öğrencisiniz galiba” diye kendisine sormuştu. Kız, genç adamın sesinden etkilenmiş ve kısık bir sesle “İyi tahmin ettiniz” demişti. Kızlarla genç subaylar arasında sohbet bu şekilde başlamıştı. Gençlerden biri “İki saat uzun bir süre. İsterseniz bir kafeteryada oturalım, hem telefonların bağlanmasını bekleriz hem de sohbet ederiz” demişti. Kızlar önceleri tereddüt etseler de gençlerin tekliflerini kabul etmişlerdi. Bu arada postaneden ayrılırken, genç kızın yolculuk için hazırladığı valizini, genç subay, “Müsaade ederseniz, ben taşıyayım” deyip kızın elinden almıştı. Kafeteryadaki sohbet sırasında ise kimin kiminle ilgilendiği de belli olmuştu. Kızın valizini taşıyan subayın kendisiyle ilgilendiği aşikardı.

Gençler asteğmendi. Yani askerliklerini yedek subay olarak yapıyorlardı. Onlar da kendileri gibi görev icabı Ankara’da bulunuyorlardı. Genç kızın ilgilenen subay İstanbul, diğerlerinden biri İzmir diğeri ise Muğla’lıydı. Gençler kızları arabalarıyla Tandoğan’daki otobüs terminaline bıraktığında genç kız, kendisiyle ilgilenen subaya, kendisini talebe yurdundan arayabileceğini söylemişti.

1974 yılı Ocak ayının ilk haftasında genç kız adının anons edildiğini duyunca aşağıya inmiş, talebe yurdunun kapısında delikanlının kendisini beklediğini görünce içini heyecanla karışık bir sevinç kaplamıştı. Delikanlının üzerinde bu defa üniforması yoktu ve kendisi sevgi dolu bakışları ve güler yüzüyle genç kıza çok karizmatik gelmişti. Delikanlıya beş dakikada hazırlanıp, geliyorum diye odasına çıkmıştı. İlk randevusu için üzerine ne giyeceğini düşünürken, hazırlanması 15 dakikadan fazla sürmüştü. Genç kız geciktiği için özür dilerken delikanlı, gecikmeyi önemsememiş ve kızın sözünü keserek onun eline kırmızı bir gül tutuşturmuştu. Delikanlı “Umarım yemek yememişsindir” diyerek onu yakındaki tanınmış bir köfteciye götürmüş, kurallar gereği saat 11 de kapanan talebe yurduna tam saatinde bırakmıştı.

İlk buluşmalarından sonra delikanlının nöbetçi olmadığı günler, akşamları buluşuyorlar, bir kafeteryada veya bir lokantada birlikte bir şeyler yiyorlar, birlikteyken her zaman birbirlerine anlatacak bir şeyler buluyorlar ve o anda çok mutlu olduklarını hissediyorlardı. Hafta sonları ise Ankara gençliğinin gittiği diskolara gidiyorlar ve pistte en çok slow danslarda görülüyorlar ve kalabalık pistte birbirlerine sık bir şekilde sarılarak dans ediyorlardı. Bazı hafta sonları ise programlı gazinoların gündüz matinelerini tercih ediyorlardı. Rahmetli Esmeray’ı da bu gazino programları sırasında izleme fırsatı bulmuşlardı.

Delikanlı genç kıza karşı çok dürüst davranıyordu. Yolda el ele veya kol kola yürüyorlar, sinemaya gittiklerinde film boyunca elleri birbirine kenetli kalıyordu. Delikanlının şimdiye kadar genç kızı dans ederken bir kere yanağından öpmesi kızın hoşuna gitmiş ama şimdiye kadar daha ileri gitmeyerek, kıza rahatsız edici bir davranışta bulunmamıştı. Blog yazarı, yazısında delikanlının ilk aşkı olduğunu yazıyor ve devam ediyordu.

Yurttaki arkadaşları bir gün okul dönüşü genç kızın elinde sarı ve yeşil renkli yünleri görünce, “Örgücülüğe mi başladın?” diye takılmışlardı. Genç kız ise sevgilisine kazak öreceğini söylemişti. Yurttaki odasında geceleri değişik bir örgü şekli uygulayarak kazağı bir an önce bitirmeye çalışan genç kız, bu arada derslerini de aksatıyordu. Onun bu durumunu gören arkadaşları ise kazağın kollarını örerek, arkadaşlarına yardımcı oluyorlardı. Genç kız sarı ve yeşil renklerden oluşan kazağı bitirip, delikanlıya verdiğinde delikanlı da ona inci bir kolye hediye etmişti.

Haziran sonu gelmiş, genç kız üç dersten başarısız olmuş, eylül ayında tekrar sınavlara girme zorunluluğu doğmuştu. Talebe yurdunda kendisine idari bir görev verilmiş, hem derslerine çalışacak, hem de erkek arkadaşından uzaklaşmamış olacaktı. 18 Temmuz’a kadar akşamları yine buluşuyorlar, hafta sonunu ise yine birlikte geçiriyorlardı. Ancak aradan bir hafta geçtikten sonra görüşememişlerdi. Bunun da nedeni Kıbrıs Barış harekatının başlamış olmasıydı.

28 Temmuz’da ise genç, kızın kaldığı yurda gelmiş, kısa bir süre görüşmüşlerdi. Delikanlı resmi kıyafetli idi ama, kıyafetleri her zamanki gibi değildi. Delikanlı üzerindeki elbisenin dahili kıyafetleri olduğunu ve eğitimlerde bu üniformayı giydiklerini söylemişti. Harekat dolayısıyla izinlerin kalktığını, kendisinin eğitim subayı olduğunu ve bu nedenle Kıbrıs’a gitmesinin söz konusu olmadığını anlatmıştı. Daha sonra ise ateşkes ilan edilmesi nedeniyle izinlerin tekrar başlayacağını ve 3 Ağustos Cumartesi sabahı yurttan kendisini arayacağını ve hafta sonunu yine birlikte geçirebileceklerini söylemişti.

Genç kız Cumartesi sabahı akşama kadar beklemiş. Ne o gün, ne de sonraki günler delikanlıdan haber alamamıştı. Bayan blog yazarı, aşkım yarım kaldı diyerek yazısını bitiriyordu.

&&&&&&&

Yazıyı okuyan blog yazarımız, kendi gibi bu platformda yazı yazan kadının anlattığı postanedeki tanışma sahnesini ve sonraki yaşananları çok net hatırlıyordu. Birden geçmişe döndü ve anıları canlanmaya başladı.

Zırhlı birlikler yedek subay okulunu bitiren delikanlı Zırhlı Birlikler tümeninde tank asteğmen rütbesiyle eğitim subayı olarak görevine başlamıştı. Üç arkadaşıyla birlikte Ankara’nın iyi semtlerinden Mesnevi sokakta bir daire tutmuşlardı. Arkadaşlarından İsmail ve Şevki  kendisi gibi Zırhlı birliklerde görevliydiler. Şevki’nin ikiz kardeşi Ahmet ise mühendis olduğundan ordinat sınıfındaydı. Dolayısıyla başka bir birlikte görevliydi kendisi. Delikanlının Ahmet dışında diğer iki arkadaşı ilginç insanlardı. Şevki’nin birine yaptığı en büyük iltifat küfürlü konuşmasıydı. Hiçbir zaman kötü niyetli biri değildi ama bir çok defa bizimle birlikte kalan ikiz kardeşinin annesine küfür ettiğine tanık olmuştum. İkiz kardeşi terbiyeli biriydi, ama ne de olsa kendi kardeşini bu şekilde kabul etmişti o da.

İsmail ise ayrı bir cinsti. Her tip kıza ve kadına sarkan bir tipti. Hayatını kız tavlamak üzerine kurmuştu ve bunda da başarılı oluyordu. Daha yedek subay okulunda depresyon geçiriyorum diye sağlık kuruluna başvurmuş ve yaptığı numarayla bir hafta hastanede yatmayı başarmıştı. Aslında esas amacı hastanede bir hemşire tavlamak olduğunu sonradan bize anlatmıştı. Sonuç olarak amacına ulaşıp oradan bir hemşireyle arkadaşlık kurmayı da başarmıştı. Başka bir gün evi temizletmek için çağırdığımız temizlikçi kadına cinsel tacizde bulunmuş, bunun üzerine kadının ona küfür etmesi nedeniyle, kadının üzerine saldırırken araya girip kadını kurtarmıştım.

Blog yazarının, o günlerdeki anıları kendi anlatımıyla devam ediyordu.

Askerlikte bir kural vardır. Askeri boş bırakmayacaksın derler. Ben de nöbetçi olduğum zamanlar birliği toplar orada etüt adı altında sohbet ederdik. Askerlikte erlere gelen ve erlerin yazdığı mektuplar açılarak okunurdu. Bazı askerler sevgililerine, (Onların çoğu yavuklu kelimesini kullanırdı) yazdıkları mektupların okunmasından rahatsız olduklarını söylediklerinde, mektuplarınızı bana verin, ben dışarıda postaneden atarım demiştim. Ertesi gün ise bana postalanmak üzere bana gelen mektup sayısı 50 civarıydı.

O akşam eve geldiğimde İsmail ve Şevki’yle Sıhhiye’deki ordu evinde yemek yemeyi planlıyorduk. Ama önce ben Kızılay’daki postaneye uğrayıp, bu mektupları atmam gerek dedim. İsmail “Postaneye birlikte gidelim, orası kız tavlamak için çok müsait bir yer” demişti. Adamın aklı fikri kız tavlamaktaydı. “Git işine ya, orada kız mı tavlanırmış?”dedim. “Sen bana bırak, 3 tane kız bulalım da sen de gör” demişti.

Postaneye gittiğimizde ben 50 tane mektubu attıktan sonra, İsmail’le Şevkinin yanına geldiğimde İsmail’in bize üç tane kızı işaret ettiğini gördüm. “Bakın şimdi bu kızlar telefon yazdırmışlar ve telefonlarının bağlanmasını bekliyorlar. Hadi yanlarına gidip arkadaşlık kuralım” dedi. Kızların en havalısına yaklaşarak “Sizde mi telefon bekliyorsunuz?” diye sordu. Kız “Evet en az 2 saat beklememiz gerekiyormuş” diye cevap verdi. Ben de içlerinde en masum yüzlü olarak tarif edebileceğim kızın yanına giderek “Öğrencisiniz galiba” dedim. Biz kızlarla sohbet ederken, aramızda en uzun boylu olan Şevki’ye kızlardan en kısa boylusu düşmüştü. Bu durumda herkes ilgilendiği kızı seçmişti. Daha sonraki gelişmeler genç kızın kendi blog yazısında anlattığı gibi olmuştu.

O gün bir kafeteryada oturarak sohbeti ilerletmiştik. Ama daha sonraki günlerde Şevki’nin kısmetine düşen kızın, memleketinde bir arkadaşı olduğu ve bu ortamdan rahatsızlık duyduğunu kız arkadaşlarına söylediğini benim çıktığım kız bana anlatmıştı. Ben de bunu Şevki’ye söylediğimde “Allah’ın pigmesi, ben ona mı kaldım?” diyerek okkalı meşhur küfürlerinden birini savurmuştu. İsmail ise yeni tanıştığı kızı sinemaya götürüp, orada cinsel tacizde bulunduğundan kız film arasında sinemayı terk etmiş, dolayısıyla arkadaşlıkları ilk buluşmada sona ermişti. Ama İsmail için hiç dert değildi. O nasıl olsa yakında birini bulurdu.

Blog yazarımız, kadının yazısını okurken, ona yeşil sarılı kazağı örme sırasında, her buluştuklarında bir kısmı örülen kazağı hep üzerinde ölçtüğünü, birlikte gittikleri akşam yemeği yedikleri köfteciyi, her zaman slow dansı tercih ettiklerini, gazinoda Esmeray’ın unutamama beni şarkısını söylerken, kızın kendisinin gözlerine bakarak şarkının sözlerini tekrarlamasını da çok net hatırlıyordu.

Kıbrıs’ta 28 Temmuz’da ateşkes ilan edilmişti ve kendilerine hafta sonu evlerine gidebilecekleri söylenmiş olduğundan delikanlı, genç kıza 2 Ağustos Cumartesi günü randevu vermişti. Ancak durum tahmin ettiği gibi olmadı.

&&&&&&

Yazarımız tekrar anılarına dönmüştü.

31 Temmuzda benim tayinim eğitim alayından, yine Etimesgut içindeki Gösteri Tatbikat alayına çıkmıştı. Ankaralılar bu alayı 30 Ağustos ve 29 Ekim gibi milli bayramlarda şehirde resmi geçit yapan kuvvetler olarak tanırlardı.

1 Ağustos’u 2 Ağustos’a bağlayan gece ise gelen ani bir emirle gösteri tatbikat alayı Cumartesi sabahı Kıbrıs’a doğru yola çıkmıştı. Önce Mersin’e gitmiş, sonra da henüz ele geçirdiğimiz topraklar olan Girne ve Lefkoşe’nin kuzeyinde konuşlandırılmış olarak bekliyorduk. Ecevit İngiltere’deki temaslarda bulunurken 12 Ağustos günü Dışişleri Bakanı Turan Güneş’e meşhur söz haline gelen “Ayşe tatile çıksın” talimatını verirken biz de 13 Ağustos sabahı Magosa’ya doğru yola çıkıyorduk.

Harekata tank birliği olarak katılıyorduk. Ben hem tank takım komutanı, hem de tank komutanı pozisyonundaydım. Menzili kısa olan tanksavar silahlarını yanımıza yaklaştırmamak için uzun namlulu topumuzla şüpheli gördüğümüz yerleri vuruyorduk. 16 Ağustos’ta Magosa önlerine geldiğimizde 1. harekat gibi çok çetin bir direnişle karşılaşmamıştık. Ancak son gün bir aksilik oldu.

Bizim kullandığımız tank M48 modeliydi ve içinde 4 mürettebat vardı. Bunlar, tank komutanı, nişancı, doldurucu (mermiyi kovana veren kişi) ve bir de şoförden ibaretti. 16 Ağustos’ta Magosa’ya iyice yaklaşmıştık. Ancak bu arada tanklarımızın nişangah aletleri bozulmuştu. Hedeflere ancak top namlusunun içinden bakarak nişan alıyorduk. Bir atış sırasında doldurucu mermiyi doldurmadan evvel nişancı hedefi görmüş ve doldurucu top mermisini namluya sürmüş, namlunun dışındaki kama dediğimiz kısım kapanmıştı. Bu aşamadan sonra doldurucunun kenara çekilip, “Doldurucu hazır” demesi gerekirdi. Fakat topu dolduran asker namlunun arkasında çakılmış gibi duruyordu. Top ateşlendiği anda topun geri tepmesi askerin karnına geldiğinde ciddi yaralanma söz konusuydu. Tank komutanı olarak, dahili telsizden geri çekil diye bağırmama rağmen doldurucuya sesim bir arızadan dolayı ulaşamamıştı. Bu durumda top atışından saniyenin yarısı kadar bir zamanda askeri kenara iterken, topun geri tepmesi sağ omzuma çarpmış ve yere yuvarlanmıştım. Omzumdaki şiddetli ağrıyla birlikte Magosa’ya girmiştik. Şehir Rum askerinden tamamıyla temizlenmişti. İlk gün ağır yaralılar helikopterle Mersin’e giderken ben de omzumdaki çatlak yüzünden bir sonraki gün Mersin’e gitmiş orada omzum alçıya alınmıştı. Bir müddet hastanede kaldıktan sonra tekrar Kıbrıs’taki birliğime dönmüş, Ekim ortalarında ise birlik değiştirme nedeniyle Ankara’ya dönmüştüm. Bu arada askerlik süremiz 1 ay uzamış ve bizim dönem asteğmenleri teğmen olmuştu.

Ekim ayında bir akşam kız talebe yurduna gittiğimde ise genç kızın yurttan ayrılmış olduğunu öğrendim. Oradaki yetkililer adres vermelerinin mümkün olmadığını söylemişlerdi. O ay sonunda ise terhis olup İstanbul’a dönmüştüm.

&&&&&&&

Bütün bu düşünceler blog yazarının aklından süratle geçmiş, kendisini bir an için eski günlerine götürmüştü. Bir an düşündü ve kararsız biçimde bayan blog yazarının “Yarım kalan aşk” başlıklı blog yazısına yorum yapmak üzere sisteme giriş yaptı, ancak o sırada bir çocuk sesi duydu.

- Dedeciğim, haydi herkes seni bekliyor.

Ses 3 yaşındaki kız torunundan gelmişti, şimdi ise küçük kız, dedesinin elinden çekiştiriyordu. Hep beraber dışarıya çıkacakları o an aklına gelmişti. Bunun üzerine blog yazarımız sistemden çıktı, bilgisayarı kapattı. Portmantodan ceketini alırken, ceketinin yanında duran yeşil sarılı kazak, o kadar çok giyilmesine rağmen, hala ilk örüldüğü gibi yepyeni bir şekilde askıda duruyordu.

http://blog.milliyet.com.tr/dostlarinizi-aklinizdayken-arayin--sonra-cok-gec-olabilir----/Blog/?BlogNo=295735   

 
Toplam blog
: 974
: 3444
Kayıt tarihi
: 16.01.07
 
 

2017 Basın özgürlük endeksine göre 180 ülkeden 155. sırada olan ülkemizde yemek tarifleri  ve tel..