Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ağustos '12

 
Kategori
Kültürler
 

Yaşama sevinci

"Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,

Denizler ortasında bak, yelkensiz bıraktın,

Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı,

Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın." (Münir Nurettin Selçuk)

Eğer dolu dolu yaşamaksa, yaşama sevinci; insanın, birçok arzu ve isteğini elde etmesi gerekir. İlk akla gelenler neler olabilir? Evi olmalı insanın, yanında da yazlığı; arabası olmalı, bunun yanında iyi bir işi ve bolca geliri, candan seveni ve sevdiği; huzurlu bir ailesi, çoluğu, çocuğu, eşi, dostu ve daha başka pek çok şeyi olmalı...

Bu yazının girişindeki şarkının dörtlüğünde konu edinen insanın, yaşama sevinci yok; aksine hüznü var. Ayrılık var çünkü... Ayrılığı kimse istemez, ayrılığın yaşandığı hayatın yaşama sevinci de olmaz... Hayatın akışı içinde ayrılık hali telafi edilebilir de, edilemez de...

"Bir baktım gözlerine

Deniz mavisi gibi

Oynayirum onunla

Kedi yavrusu gibi." (İsmail Türüt türküsü)

Bu türküde, yaşama sevizcini gayet güzel yaşayan insan konu edinmiş. Sevdiğinin gözleri "masmavi" ve bu gözler deniz mavisi gibi algılanıyor, bu gözlerle kediyle oynandığı gibi de oynanıyor. Nasıl başarılıyorsa... Arabalarda, evlerde, çarşıda, pazarda bu türküyü dinleyen de mutlu oluyor; -eğer varsa- unutuyor derdini de...

Elde edilenlerle başarılan mutluluksa, yaşama sevinci; üstünde çok durmaya gerek de yok. Sonuçta aklı başında her insan bu dünyanın nimetlerinden arzu ettiklerini elde etmek ister. Elde ettikçe de mutlu olur. Mutlu oldukça da hoşça yaşar.

Asık suratlı olmak hepimize itici gelir. Şartları iyi olsun ya da olmasın her insanın biraz tebessümle hayata bakmasını isteriz. Dertli birinin asık suratlı, üzgün olmasını normal karşılasak bile; halk diliyle söylersek "bir eli yağda bir eli balda" olanların asık suratlı olmalarını normal karşılayamayız. Burada bir anormallik sözkonusu olur. Yaratılıştan gelen huylar olabileceği gibi, yaşama bir anlam katmayı başaramamak da olabilir. Yaşama sevincini hayatlarına katamayan insanlar; hayatı, hem kendilerine hem de çevrelerine zehir ederler. Eşlerden biri diğerine şu cümleyi, günlük hayatın akışı içinde sık sık söyler: "Ne yapsam seni mutlu edemiyorum!.." Mutlu olmayan olmuyor; zorla da güzellik olmuyor.

Yaşama sevincinin bir başka yönü var, asıl onu yazacağım. Ne acı ki, kötü olan ve hep kötülük edenler var bu dünyada... İşleri bu!.. Kötülük etmek!.. Varlıklıdırlar, çevresi adam kılıklı yaratıklarla doludur. Herşeye sahiptirler, ama iyiliğe, merhamete, sevgiye yer yoktur hayatlarında. Dışarıdan bakıldığında rahat, huzurlu, mutlu filan yaşadıkları sanılır. Bir süreliğine de olsa, evet böyledir; ama sonu olmuyor. Bir mafya şahsı ya da grubu bir dönem "düdüğünü öttür"se de, günün birinde ne düdük kalır; ne de öttürecek insan ve ne de o düdükten korkan insan... Yaşama sevinci olmaz böylelerinin... Sonbahar güneşinin hükmü kadardır yaşama tutunmaları... Yaşama sevincini hakedemezler... Sahip de olamazlar...

İyilik eden insanın hakkıdır yaşama sevinci... Merhametli insanın, koruyan, kollayan insanın; haksızlıklara "dur" diyebilen insanın hakkıdır yaşama sevinci... Cesur insanın, kişilikli insanın, veren insanın yaşama sevinci kalıcıdır. Hem yaşar eyvallahsızca, hem de yaşatmaya çalışır... Korkmaz; korkulara boyun eğmez, doğru insandır çünkü... Onurla tüketir ömrünü; öldükten sonra da yaşar...

"Babam hasta idi. Babam ne adamdı, bilir misiniz? Dağ gibi bir adamdı. Mavi gözleri vardı. Demir gibi kolları vardı. Başı dimdik yürürdü. Hassastı. Temiz, çok temiz giyinirdi. Kalın dudakları açıldığı zaman -son zamanlarda biraz kısıktı-ahenk- dar bir sesle konuşurdu. İyi, dost ve çocuk saflığıyla inanır gözükürdü. Fakat muhavere esnasında; bütün yalanları, kancıklıkları, insanın gizli taraflarını bir anlayışı vardı ki, bayılırdım... Bu anlayışa rağmen, yine de bazen, belki de istemeyerek; bilmiyorum, nasıl bir çocuk saflığıyla olmayacak şeye kanardı."

(...)

"Elli dokuz yaşında birdenbire hastalanmış, bir buçuk aydır yatıyordu."

(...)

"Kim der ki, belki de babam, bana ölmeden bir hafta evvel: "Oğul, sinemalarda ne oynuyor bu hafta?" dediği zaman, dünyaya yalancıktan bir alaka göstermiyordu. Belki de, bilhassa, beni aldatmak için böyle söylemiyordu."

(...)

"Bir akşamüstü doktor gelmişti. Babam, daha yatağa yatmıyor; odada geziniyordu. Yalnız akşamları biraz yorgundu. Doktor bir ilaç yazıp bırakmıştı. (...) Babam:

-İn şunu yaptır, dedi.

-Aman babacığım, dedim. Bu bıçak değil ki kesecek, yarın yaptırırız.

"Bu ilaç mühim bir ilaç değildi. Bir öksürük ilacı idi. Doktor, daha babamın, hastalığının çok yavaş seyreden bir kalp hastalığı olduğunun farkında bile değildi."

(...)

"bir gece yine ilaç lazım oldu. Yine şehrin hiç olmazsa göbeğinde, bir eczanede bulunması mümkün bir ilaç için yola düzülmüştüm. İlacı bir eczanede buldum, aldım. Tramvay durağına doğru yürümekteydim. Bizim semte giden bir tramvay da karşıdan geliyordu. Durak yerine daha epey vardı. Atladım. Arkamdan bir düdük çaldı. Tramvay zınk diye durdu. Ben içeride bir yere sinmiştim. Bir polis gelip beni buldu.

-Siz, efendi... dedi.

"Onunla beraber tramvaydan inmek üzere idik. O öndeydi. Tramvaydan inmiş beni bekliyordu. Ben cezayı vermek için onu takibe mecburdum. Babam yine epey bekleyecekti. Birden:

-Kardeşim, dedim, evde hastam var. İlaç götürüyorum.

"Polis, bir saniye bile düşünmedi. Fakat belki bu bir saniye içinde, ne şekilde ve nasıl düşündüğünü ve duyduğunu hala anlayamadığım, o yukarıki babamın hüznü şeklinde bir anlayış ile:

-Affedersiniz, dedi.

"Vatman bizi bekliyordu. Vatmana:

-Çek, dedi.

"Ben tekrar tramvaya atladım. Vatman arabayı çekip gitti. O ilaç, babama, belki de üç gün için bir huzur, bir istirahat, bir yatışma getirdiyse bunu sana borçluyum polis efendi. Sen, nasıl elimde birşey olmadığı halde, cebimdeki ilaç şişesini, küçük hap kutusunu, doktorun reçetesini, babamın yatağını, kendisine "Hulles canphre" yapan eczacının kalfasını; nasıl, nerden bir saniye içinde, bir rüya ve bir hakikat gibi gördün ve asıl büyük, insani vazifeni, nasıl bir şimşek hızı içinde hissettin? Meçhulüm. Fakat ben, senin hayranınım. Sana bütün kalbimle teşekkür ederim, meçhul bay polis." (Sait Faik Abasıyanık'ın "Teşekkür" isimli öyküsünden)

Sait Faik'in hikayeye konu ettiği baba "dağ gibi bir adam". "Dağ gibi adam!.." Yani yanlışlara geçit vermeyen bir kişilik... Hasta yatağında haftanın yeni filmlerini öğrenmek istiyor, baba... Bu da, yaşama olan bağlılığını gösteriyor. Hasta, ama yaşama sevincini yitirmemiş. Can derdinde olan hasta babaya ivedice ilaç yetiştirmeye çalışan ve durak harici tramvaya atlayan evlat... Ve iyilik eden polis!.. "Hani reçeten, hani ilaçlar?!.." diye sormadan; "insani vazifesini" yapan meçhul polis... Yazarın minnet ve hayranlığı ile içten teşekkürü polise...

İnsani vazife...

Unutmuştuk bu deyimi...

Neredeyse hepimiz... Ne iyi ettim de okudum bu hikayeyi...

Her birimizin insani vazifesidir belki de yaşama sevinci...

 
Toplam blog
: 94
: 202
Kayıt tarihi
: 16.08.12
 
 

Babam; okumaya, hele de gazete okumaya çok meraklıydı. Aldığı gazeteleri okur, sonra da masama bı..