- Kategori
- Deneme
Yedi yıl sonra
Ankara’dan gelen telefon güzel bir haber vermekle birlikte biraz da canımı sıkmıştı. Gün içinde İzmir’den Ankara’ya gidip dönmek pek işime gelmiyordu. Hele de bu tarihte. Ama danışmanlık yaptığım şirketin iş bağlantısı yaptığı İngiliz şirketinin yönetim kurulu başkanı yalnızca o gün oradaydı ve illa benimle de şahsen tanışmak istiyordu. Uçak biletim alınmıştı ve bilgileri mail adresime gönderilmişti. Çaresiz kabul ettim.
Sabah yedide kalkacak olan uçak nedeniyle biraz erken yattım. Sabah eşimi uyandırmadan sessizce çıkmayı düşünürken bir baktım o da ayaklanmış. Kahvaltı hazırlamak istedi, gerek olmadığını söyledim. Çünkü yıllar süren rezillikten sonra artık iç hat seferlerinde de mükellef sayılabilecek kahvaltı veriyorlardı. Evden ayrıldıktan yirmi dakika sonra hava alanındaydım. Gecikme yoktu ve tam saatinde uçak havalandı. Koltuktaki ekrandan güzel bir polisiye dizi seçerek izlemeye başlamıştım ki kahvaltı servisi yapıldı. Kahvaltımı yaparken diziyi izlemeye devam ettim. Dizi bittikten beş dakika kadar sonra inişe geçmekte olduğumuz uyarısı yapıldı.
Şirket merkezindeki toplantı ve tanışma yaklaşık iki saat sürdü. Ben dönüş saatimi öğrenmeye çalışırken onlar ‘ Bu kadar aceleye gerek yok. Hele bir yemek yiyelim.’ diyorlardı. On beş dakika sonra Kızılay’daydık. Otomobilden inerek yürümeye başladık. Buralarda yeni bir restoran açıldı herhalde diye düşünürken kendimi Mülkiyeliler Birliği’nin önünde buldum. Birliğin uzun süren bir hukuk mücadelesi sonunda yaptırabildiği yeni bina işletmeye açılmıştı ve bana güzel bir nostalji yaşatmalarına olanak sağlıyordu. Yemekteki sohbet sırasında İngiliz yöneticinin Ankara’ya gelişinin özellikle bu güne denk getirildiğini öğrendim. Şaşkınlığımı üzerimden atamadan ‘nice yıllara’ dilekleriyle birlikte bana uzatılan küçük paketi görünce nasıl bir oyun oynandığını anladım. Her şeyi yaş günüme göre planlamışlardı.’ Dileğimiz daha nice yıllar sağlıkla yaşaman ve bizlerle olman’ diyorlardı arkadaşlarım. Hemen ardından biletimi de uzattılar. Baktım, tren bileti. ‘ Yanlış hatırlamıyorsak, sen demiryolcu çocuğuydun. Hep uçak olmaz. Bir de hızlı treni dene bakalım, aradaki farkı senden dinleriz sonra’ diyerek de takılıyorlardı. Gerçekten çok duygulanmıştım. Yaptıkları jest, ne yalan söyleyeyim, oldukça hoşuma gitmişti.
Ankara-İzmir hızlı treni saat 14:52’de hareket etti. Yolculuk üç saat yirmi dakika sürecekti. Pencere kenarındaki tekli koltuğuma yerleştikten sonra telefondan eve bağlandım, ancak evin içinde herhangi bir hareket görülmüyordu. Canım sıkıldı biraz ama umursamadım, güzel bir film seçerek izlemeye başladım. Arada gözüm dışarıya kayıyordu, sonunda dayanamadım filmi izlemeyi bıraktım. 40 yıl öncesi geldi aklıma. Öğrencilik yılları. Akşam altıda hareket eden ekspres, bir terslik olmazsa sabah dokuz gibi varırdı Ankara’ya. Yolcuların çoğu restorana gitmez, yanında getirdiği yiyecekleri yerdi. Özellikle yaz aylarında akşam saat sekiz gibi salatalık, domates kokusu sarardı bütün vagonları. Sabah gün ışıdığında duymaya başlardınız ‘ gazete, gazete ‘diye bağıran çocukları. Tren yerleşim birimlerinden geçerken, özellikle trenin yavaşladığı yokuş ve dönemeçli yerlerde onlarca çocuk koştururdu trenin yanı sıra. Okuduğumuz gazeteleri isterlerdi, biz de pencereden atardık onlara.
Manzara çok güzeldi. Gündüz yolculuğunun da keyfi bir başka oluyordu. Yiyecek içecek ikramı için gelen hostesten yalnızca bir kek ile meyve suyu rica ettim. Akşama tok olmamalıydım. O arada eşim aradı. Hastaneden çıkan bir arkadaşını ziyaret için biraz dışarı çıktığını, evin güvenlik sistemine girdiğimi görünce merak ettiğini söyledi. Hepsi o kadar, başka bir şey yoktu! Saat yediye doğru evde olacağımı söyledim.
Bahçede karşıladı eşim’ hoş geldin’ diyerek. Bir duş almak ve üstümü değişmek için yatak odasına geçtim. On beş dakika sonra salona girdiğimde eşimi gazete okurken buldum. Gülümsedim, bu zamanda hala bizim gibi abone olarak kağıt gazeteyi alan bir miktar iflah olmaz vardı. Kısaca yolculuğu, şirket toplantısını ve yemeği anlattım ama hediyeden söz etmedim. Çaktırmadan masanın üzerine filan bakıyordum, hiçbir hazırlık belirtisi yoktu. Telefonuna bir mesaj gelen eşim ' bil bakalım ne pişirdim bugün senin için’ diyerek mutfağa yöneldiğinde çaldı kapının zili. Kapıyı açmamla torunumun kucağıma zıplaması bir oldu. Arkada kızım ve eşi gülümseyerek duruyorlardı. ‘ Bu yıl değişik bir şey yapalım bu yaşlı adama, diye düşündük ‘dedi kızım. ‘Hemen çıkarsak gün batımından önce varırız.’ Sesim çıkmıyordu, öylece kalakalmıştım. Bir kez daha yanımdaydılar. Sormama fırsat vermeden atıldı kızım. ‘Abimler uçakla geliyorlar, doğru oraya geçecekler.’
Bir saat sonra hep bir aradaydık, eşim, çocuklarım, torunlarım. Servisi beklemeden istedik rakıları. Gün batımını kaçırmamalıydık. ‘Nice yıllara, sağlıkla’ diyerek kaldırdık kadehleri. ‘Afiyet olsun’ dedik torunlara meyve sularını içerken. Urla hala güzeldi, bozulmamıştı bir çok yerin aksine. İkinci kadehleri balığa sakladık. İki torunum ellerinde paketler yanaştı yanıma biraz sonra , ‘bunları verelim artık dedeme’ diye tutturmuşlardı. Mutluydum, gözlerimle teşekkür ettim hepsine tek tek. Torunlarımı dizlerime oturtarak öptüm.
Hediye paketlerini açmaya başlamadan biliyordum içlerinde ne olduğunu. İçlerinde sevgi vardı, saygı vardı. Mutluluktan gözleri parıldayan aile bireylerinin oluşturduğu tablo vardı. Eşimle birlikte otuz beş yıl önce büyütmeye başladığımız fidanlar ve çiçekleri vardı. Öpücükleri konmaya başladığında yanaklarıma ‘iyi ki varsınız’ dedim onlara. Altmışıncı yıl geride kalıyordu. Hepsi iyice biliyorlardı ki yıllardır, önemli olan küçüğün büyüğün yaş günlerinin kutlanması değildi, değer verdiğimiz kişileri unutmadığımızı göstermek ve bir kez daha bir araya gelmek için bahane yaratabilmekti.
Umarım önümüzdeki yıl da unutmazlar!