- Kategori
- Öykü
Zehra ile İsmail

(Üçten dokuza boşsun)
........
Öykü, oldukça eski bir döneme ait ve yokluğun kusur sayılma sürecinin başlangıç noktasında, bir ara yüzeyde yaşanmış olma özelliği de taşıyor.
Yer, Akdeniz’ de çok eski, çok görmüş geçirmiş bir kent.
O kadar ki her taşının altında mutlaka bir öykü, Berdan Nehrinin denize döküldüğü o eşsiz kumsallardaki her deniz kabuğu kadar sevda öyküsü saklayan, acı, mutluluk ve efsaneden oluşan bir yer olmak, dünya üzerinde sadece ve sadece bu kente ait bir özellik.
Şehir Adem’ le Havva’dan, Mısır’ın en ünlü kraliçesine ve günümüze kadar uzanan ezeli yaşam sürecinde nelere tanıklık etmiş kendi de bilmez, bir yaşayan zaman tüneli görünümünde.
Bu da o öykülerden biri işte.
Yaşayanlardan başka kimsenin hayatında derim iz bırakmamış, insanlığın seyrini değiştirmemiş belki ama duyduğum günden beri benim ruhuma bir diken gibi batan, acıtan bir yanı var.
………………………
İSMAİL VE ZEHRA
İsmail, Kafkasya kökenli bir aileye mensup, sarışın, mavi gözlü, çok uzun boylu, sert mizaçlı genç bir adam.
Büyük Kafkasya göçü ile bu topraklara gelmiş, eski soylu bir aileye mensup.
Bu topraklara bir anne ve iki kardeş olarak ulaşıyorlar ve Çukurova bölgesinde yerleşiyorlar. Anne katı kuralları olan, dirayetli bir kadın olarak biliniyor.
Kafkasya da oldukça zengin bir aileye mensup olan İsmail, son derece özenle büyütülmekten öte geleneksel değerler açısından da titizlikle terbiye edilmiş biri. Ailenin bir de kızı var. Kız kendi halinde, annesinin katı kuralları ile biraz ezilmiş, ortalama bir güzelliği olan bir kızcağız.
Şartlar öyle gerektirince yer yurt değişmiş, yeni bir ülkeye ve yaşama tarzına uyum sağlanmaya çalışılıyor.
Bu bölgeye yerleştikten sonra eşini daha Kafkasya da kaybetmiş olan anne, çok güzel bir ev satın alıyor ve oğluna da bir dükkân açıyor. Oğlan dükkânda eskilerin zahire diye adlandırdığı türden şeylerin alım satımını yapıyor.
Bu gelişmeler olurken, Fatma Kadın oğlunu evlendirmek vaktinin geldiğini düşünüyor olmalı ki sağa sola haber salıyor. Kafkasya’dan birlikte göç ettikleri ve Kayseri’nin Bünyan ilçesine yerleşmiş bir akrabalarının kızını da oğluna gelin alıyor. Babası halı tüccarlığı yapan, bir eli yağda bir eli balda büyütülmüş, Bu güzeller güzeli gelin henüz 16 yaşında ve İsmail’den oldukça küçük. Gülünce yüzündeki gamzelerde gülistanlar, lalezarlar açan bir ahu. Yürüyüşü bile seyre değer, göze gönüle hoşluk katan bir peri.
İsmail, eşine büyük bir aşkla bağlanıyor. Onu esen yelden, yüzüne vuran güneşten, akla gelen her şeyden kıskanıyor. Ona adeta bir hapis hayatı yaşatıyor, evin dışında dolaşmasına, annesinden başka birinin ona gözünün değmesine müsaade etmiyor.
Ama Çerkez töreleri son derece katı ve sevdasını bir kez bile Zehra’sına söyleyemiyor.
Zehra gelin, senesine yetmeden bir de kız çocuk dünyaya getiriyor.
Kendi gibi bir ay parçası tabiri caizse. Görenin gözünün kaldığı, çok güzel bir kız bebek.
İşte tam o sıralara rastlıyor, ailenin kızını da gelin etmesi ve İsmail’in dükkânında işlerin kötüye gitmesi.
Kızın eşi de kendi çevrelerinden biri, az kurnazca, paraya pula meraklı.
Maddi durumu kötü kötü olmasına ama aile bunu çok dert etmiyor, anne elinde kalan son nakitle de, kızının durumu oğlundan geri olmasın diyerekten damada da küçük bir dükkân açıyor.
Damat alavere dalavere işleri yukarı götürürken sessiz ve az konuşan biri olan İsmail’in durumu her geçen gün daha da kötüye gidiyor, dükkân batma noktasına geliyor.
Esasen İsmail bir dağ ve toprak adamı ve bu işlere hiç yatkın değil en başından beri.
Annenin de elinde avucunda pek bir şey kalmamış, olan son paralar kızın düğününe ve damadın iş yerine harcanmış.
Bu esnada kız kardeşin kocasının işleri son derece iyi gidiyor. Esasen kurnaz ve fırsatçı olan enişte, hiçbir fırsatı kaçırmıyor ve kısa sürede güçlenip her fırsatta İsmail’i iğnelemeye akıl vermeye çalışıyor.
Bu şekilde yaklaşık altı ay kadar daha geçiyor, İsmail mutlak bir iflas noktasına gelmiş, ailesine karşı mahcup, güzeller güzeli eş ise bir yanda ana olmanın yüklediği sorumluluk öte yanda alışık olmadığı yokluk nedeni ile midir bilinmez umursamaz bir görünüm sergiliyor.
Alışık olduğu varlık elden gidince ne düşünüyor bilinmez ama üstü kapalı baba evine olan özlemini dile getirir oluyor, seyrek de olsa.
Zehra’ya her şeyin en güzelini almak isteyen İsmail o bayram ne bebeğe ne eşine bayramlık alamamanın hüznüyle kıvranıp duruyor.
Bir bayram arifesinde, İsmail’in evinin avlusunda Zehra gelin ve görümcesi bayram için baklava açarken önce İsmail geliyor eve. Omuzlar düşük, can sıkkın ve eli boş. Zehra gelin hoş geldin diyor demesine ama ne ayağa kalkıyor, ne de elindeki işe ara veriyor.
O gün orada yemek yenileceğinden az sonra da görümcenin kocası geliyor, eli kolu dolu, paketlerle.
Az önce eşini kuru bir hoş geldinle geçiştiren Zehra Gelin, bu defa bir şimşek hızıyla kalkıp, enişte beyin elindekileri alıp mutfağa seğirtiyor.
Bu durum İsmail’in, çok ama çok gücüne gidiyor.
Ayağa kalkmasıyla kızının beşiğine varması, kızının kundağını tek eliyle tutup diğer elinin işaret parmağını Zehra Geline çevirip, kadın seni 3 ten 9 a boşadım deyip, 3 kez de ‘’boş ol’’ dedikten sonra çıkıp gitmesi bir oluyor.
Sonrasında yapma etme diyenleri, Zehra cahildir, kastı yoktur diyenleri, katiyen dinlemiyor.
Gözü ağlamaktan kan çanağına dönen gelini af etmiyor.
Sonrasında ev satılıyor, biraz borç harç edilerek, yakında Torosların üstünde bir yaylada 100 dönüm kadar bir yer alınıyor, hırsla toprağa sarılan İsmail kısa sürede yeniden hatırı sayılır bir zenginliğe ulaşıyor.
Yeni bir evlilik yapıyor ve o evlilikten de, bir oğlan bir kız iki çocuğu oluyor.
…………………………..
Zehra geline gelince, Zehra yanmış yıkılmış, henüz süt emen bebesi elinden alınmış baba ocağına dönüyor. Çok uzun da yaşamıyor sonrasın da. İnce hastalık denen derde tutuluyor, 22 yaşında vefat ediyor.
İsmail; zaten çok az konuşan bu dağ gibi adam, parayla pulla ve aile ile sorunlarını çözüyor çözmesine, eşine karşı bir kusuru da olmuyor Allah için ama Zehra’nın ölümünden sonra ne güldüğünü görüyor kimse, ne de gerektirmedikçe konuştuğu duyuluyor. Her fırsatta Zehra’nın mezarına gittiğini de, o yörede yaşayan herkes, görüyor biliyor.
Hayatının sonuna kadar da kimseye tek bir kez bile itiraf edemediği pişmanlık ateşiyle, yanıyor, yanıyor, yanıyor.
Ölene kadar da, Zehra’nın ona hediyesi bir saati yanından ayırmayıp, vefatından önce oğluna, o saati gömülürken baş kısmına bırakmasını söylüyor.
Bu da böyle bir yaşanmışlıktır işte, yorum okuyucuya ait.
Nazan Apaydın Demir
Muğla