Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mayıs '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bir fincan kahvenin...

Bir fincan kahvenin...
 

Her zamanki gibi telaşla çıktım evden, kucağımda hoş bir pembe kağıda sarılmış, bol yeşil yapraklı saksı çiçeği, Ahmet Abiler’e gidiyorum. Yok, çiçek ona değil, onun hediyesi ayrı ki hediye demek de pek doğru olmaz; "hakkı" onun. Ahmet Abi tatlıyı pek sever ve onlara her gittiğimde, sadece onun için yarım kilo tatlı alırım. Eşi; Nesrin Abla, hastalığı nedeniyle diyet yaptığı, ben de sevmediğim için yemem ama yine de yemek sonrası ucundan tırtıklarız tatlının, kalanı Ahmet Abi'nindir. Gündüz aradım, "akşam yemeğine sizdeyim" dedim, oradan da yeni ameliyat olan arkadaşıma geçmiş olsuna gideceğim; çiçek de onun. Büyük şehirde mesafeler sorun olunca, hasta arkadaşıma geçmiş olsuna giderken ona yakın oturan Ahmet Abiler’e uğramasam olmazdı. Özlüyorum onları ve bir de Ahmet Abi'yi bir akşamlığına bile olsa, Nesrin Abla'dan; "elleme bacısı var burda" diyerek kurtarmak için mutlaka uğramalıyım. O da hemen lafıma tutunup "Beni yalnız bırakıyorsun, daha sık gel bacım." der, yüzünden yüreğime yansıyan kocaman gülümsemesiyle. Ahmet Abi ve Nesrin Abla… İzmir'e ilk geldiğim yıl tanıştım onlarla; "Ahmet Bey" ve "Nesrin Hanım" diye başlayan merhabalaşmamız ne zaman "Abi-Abla"ya dönüştü bilmiyorum.

Oğluşum o akşamüzeri arkadaşlarıyla yalıda oturuyordu. "Eve geliyorsan sofrayı hazırlayıp bırakayım" demek için telefon açtığımda ise, kankası Oğuz aldı telefonu; "Güneş bizde kalsın mı?" diyordu. Oysa ben evleri uzakta olduğu ve oğlumun şu saate kadar neredeyse dolmak üzere olan devamsızlığı nedeniyle, "Hafta içi Oğuzlarda kalmak yok." demiştim; bu yüzden soruyorlar, yoksa kankası ya, sadece "Anne ben Oğuzlarda kalacağım." diye haber verecek velet. Ve sıkı bir pazarlık sonrasında, oğlumun gece eve dönmesi şartıyla gitmesini kabul ettim; Fenerbahçe'nin hani şu Avrupa kupalarında oynadığı ve kazandığı maçı seyredeceklerdi birlikte ki oğlum Beşiktaşlı.

Oğluş eve gelmeyince, hemen çıktım ve erkenden ulaştım Ahmet Abiler’e. Kapıdan girer girmez telaşlandı Nesrin Abla; "Yemek hazır değil." diyordu. Önemsemedik, Ahmet Abi’yle mutfağın kapatılmış balkonundaki masada " erkek erkeğe" sohbete koyulduk. Evin kadını da yemek yapmaya gitti. Gitti gerçekten; balıkları balkonun açık kısmında kızartıyordu. Hatırlarımızı sorduktan sonra, heyecanla açılışını yapacağımız ormanımızı anlattım önce, sonra da uçağımızı. Gözleri ışıldadı Ahmet Abi'nin. Konak Meydanı'nda, cuma namazından çıktıktan sonra rastladığı, meşe tohumu satan çocukları ve her seferinde onlardan meşe tohumu alışını anlattı. Hemen "ağaç dikmekle" ilgili hadisler söyledi ki hacıdır Ahmet Abi. Hani şu bilimsel olarak dinimizde değil türban, başını örtmek konusunda zorunluluk olmadığını anlatan kişilerle, neredeyse kelimesi kelimesine aynı şeyleri söyler. Arapça bilir ve Kur'an’ı kim bilir kaç kez okumuştur.

Sohbetimiz keyifle sürerken, yolun öte yanındaki deniz de gözlerimin önünde derin mavilere bürünüyordu; benim yerim her zamanki gibi masanın deniz gören tarafındaydı. Acıkmaya başladık ama masada hazır bekleyen salataya hiç elimizi sürmedik. Vallahi de billahi de!.. Fırında kızaran patateslerin tadına baktım sadece, o da "pişmiş mi" diye. Bu arada Nesrin Abla'ya, "Benim balıklarım iyi kızarsın." diye seslenmeyi de ihmal etmedim; ne yapalım Ahmet Abi'nin aksine, kızarmış seviyorum balıkları.

Ve sonunda balıklarımız geldi. Başkası tarafından kızartılmış balık ve yine başkası tarafından yapılmış bir salatadan daha güzel ne olabilir? Bunların "Abla" dediğiniz biri tarafından yapılması tabi ki. Nasıl da acıkmışız. Balığı ekmezsiz ve limonsuz yiyemeyenlerdenim. Ahmet Abi de ekmeksiz yiyemez ama o zaten hiçbir yemeği ekmeksiz yiyemez hatta hatırı sayılır bir ekmekle yer. Ve her sofrada Nesrin Abla ile en büyük sorunları budur. Tatlı tatlı atışırlar. Bu yüzden yemekte mutlaka ekmekleri Ahmet Abi'den yana sıralarım. "Bacın buradayken istediğin kadar ye Ahmet Abi." diyerek. Nesrin Abla bir şey demez ama az sonra, sessizce, fazla gördüğü dilimleri alır. Baktım yine Ahmet Abi'nin önünde ekmek kalmamış ama katık var, ben de elimdeki kocaman Trabzon ekmeği dilimin yarısını böldüm ve sezdirmeden Ahmet Abi'nin tabağının kenarına koydum. Nesrin Abla gördü sonra ama anlayamadı. Bu sefer bana yetmedi ekmek ben de az önce Nesrin Abla'nın, Ahmet Abi'nin önünden kaçırıp torbaya koyduğu bir dilim ekmeği aldım. Ve böylece biraz hileyle de olsa, ekmek savaşını kazanmış olduk. Aslında haklı Nesrin Abla. Ahmet Abi ekmek yemeği o kadar abartıyor ki aldığı kilolar yüzünden sık sık sağlık sorunları yaşıyor. Ama ben zaten çok sık gitmiyorum ki onlara. Kırk yılın başı, bacısının sayesinde rahatça yesin ekmeğini, üstelik bu ekmek kap kaçı sırasında çok eğleniyoruz biz. Yemeğin üzerine Ahmet Abi ile yaptığımız kahve keyfi de cabası. Sofrayı toplarmış gibi yapıp, bulaşıkları da Nesrin Abla'ya bırakırız, yok o zaten yıkatmaz bana, vallahi diyorum. Benim o sıra zaten çok önemli bir işim vardır; kahve yapmak. Ahmet Abi’nin özenerek aldığı dibek kahvesiyle aynı cezvede kendime az şekerli, Ahmet Abi'ye orta şekerli kahve yaparım. Güzel de yaparım hani, Ahmet Abi'nin neredeyse çay fincanı büyüklüğündeki fincanı köpük dolu olduğuna göre. Ve keyifle içeriz, artık kahve içmeyen Nesrin Abla kokusundan yararlansın diye(!) Sonra mutlaka fal kaparım ve Nesrin Abla da alıştı artık mutlaka fal bakar bana ve hep çok güzel şeyler söyler.

Uzun gecelerde çay da içeriz. Ama o gece daha arkadaşıma geçmiş olsuna gideceğimden çay içemedik. Hemen kalkmadım yine de, Nesrin Abla'nın tatlıyı getirmesini bekledim ve sonunda Ahmet Abi tatlıdan istediği kadar yediğinde, "bana müsaade" deyip kalktım ve sevgiyle doldurduğum yüreğimi alıp, arkadaşıma geçmiş olsuna gittim.


 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..