Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Aralık '14

 
Kategori
Futurizm
 

Ankara- İstanbul metrosu

Ankara- İstanbul metrosu
 

15 Kasım 2050, Vakumlu Tüp Tren ( VTT) İstasyonu, İstanbul

En çok yeraltı istasyonuna inerken endişelendim. Çünkü otomatik bilet kontrolu yapan sensörlerin retina taraması da yapıp şüphelileri derhal polis merkezlerine geçtiğini biliyordum. Gerçi artık sabıka kayıtlarım silinmiş olmalıydı ama hapisten henüz çıkmam nedeniyle yolunda gitmeyen bir şeyler olabilirdi. Ancak hiçbir sorun yaşamadan yürüyen merdivenlere ulaştığımda derin bir nefes aldım.

Aslında seyahatlerimde genellikle şehirlerarası otobüsleri tercih ederdim. Çünkü hiçbir zaman güvenlik kontrolu yaşamazdınız. Gerçi İstanbul’dan Ankara’ya hâlâ beş saatte gitmeleri beni sinir ediyordu ama yapacak bir şey yoktu. Ancak bu defa değil beş saat, bir saate bile tahammül edemezdim. Ne yapıp edip, 30-40 dakika içinde Ankara’da olmalıydım. İstanbul’daki işim biter bitmez, hiç vakit kaybetmeden hızlı bir taksi çağırıp VTT istasyonuna koştum. Çünkü hiçbir şeyin beni Ankara’ya VTT’den daha hızlı götüremiyeceğini biliyordum. Daha 15 gün önce sefere başlayan bu yeni zımbırtı saatte 1500 kilometre hız yapıyormuş..İlk duyduğumda “Atma Recep! Din kardeşiyiz..” demiştim ama gelip gidenler teyit edince aklım pek kesmese de inanmak zorunda kaldım.  Dediklerine göre bu şey yirmi dakikada Ankara’ya gidiyormuş..Bu yüzden adını Ankara-İstanbul metrosu koymuşlar..İşte bu kadar kısa bir zamanda Ankara’da olmam gerekince aklıma hemen  Ankara-İstanbul metrosu geldi.

Yerin onlarca metre altındaki büyük istasyona vardığımda tren çoktan perona gelmişti. Görünüşü hızlı trenleri andırıyordu ama pencereleri uçaklarınki gibiydi. Uzun sivri burnu, devasa bir yılana benzeyen gövdesiyle trenden çok bir çeşit uçağı andırıyordu.

Kapısından içeri adımımı atarken sanki dev bir merminin içine giriyormuş gibi ürperdim Ancak çoluk çocuk sanki şehir içi metrosuna biniyormuş gibi şen şakrak, neşe içindeydiler. Birazdan görürüm ben sizi! Bu şey bin beşyüz kilometre hız yaparken de böyle gülebilecek misiniz bakalım?

Pencere kenarında koltuğuma oturup kemerleri bağladığımda son yirmidört saat içinde yaşadıklarım bir film şeridi gibi zihnimden geçti. Tam anlamıyla hayatımın vurgununu yapmıştım. Hiç kimsenin ruhu duymadan kara para kralının milyonlarca lirasını hesabıma geçirmiştim. Ve ben Türk Arsen Lüpen’i, şimdi bu parayı güvenli bir şekilde çekmek için Ankara İskitler’de ki o küçük banka şubesine gidiyordum.

Aynen uçaklarda olduğu gibi “Kemerleri bağlayınız ve yolculuk boyunca kesinlikle açmayınız ” ikazı yapıldıktan sonra motorlar çalışmaya başladı Birçok defa yüksek hızlı trenle Ankara’ya gitmiştim ama bu şey hiçbirine benzemiyordu. Derken yavaş yavaş harekete geçtik. Küçük yuvarlak pencereden dışarı baktığımda tünel duvarındaki ışıkların tek tek geride kaldığını görüyordum. Aracımız hızlanmaya başlayınca dışarıdaki görüntü birden değişti. Tünel ışıkları şimdi baş döndürücü bir hızla gelip geçiyordu. Giderek dışarıdaki ışıklar tek bir şerit haline geldi ve aracın tekerleklerinin yerden kesildiğini hissettik. Havaya yükselmeyip, hâlâ tünel içinde hareket ettiğimize göre nasıl bir işti bu? Son bir defa pencereden baktığımda akıl almaz bir hızla kayan koyu bir karanlıktan başka bir şey göremedim. Artık ışıklar bile kaybolmuştu. Efsane gibi dilden dile dolaşan saatte 1500 km.’lik hıza ulaşmış olmalıydık.

Lise yıllarımdan kalan birkaç kırık dökük fizik bilgisine göre hız artıkça yükselen g kuvveti yani yerçekimi korkunç bir seviyeye varmış olmalıydı. Ancak herhalde sıkı sıkıya bağlı olduğumuz koltuklar ve ayarlanmış basınç kabini sayesinde bunu pek hissetmiyorduk.

Derken biz daha ne oluyor demeye kalmadan trenin yavaşladığını hissettik. Bu defa kalkışın tam tersi gibi; ışıklar düz çizgiden tek tek belirmeye başladı ve birden tekerleklerin raylara temas ettiğini duyumsadık.Ardından da yeni bir istasyona geldiğimizi gördük: İzmit..

Adapazarı istasyonuna varışımız da aynen İzmit gibi sadece birkaç dakika almıştı. Eskişehir uğrayacağımız son istasyondu. Artık dışarısını çok fazla merak etmediğimden kabindeki yolculara göz gezdirmeye başladım. Aslında bunu yolculuğun en başında yapmıştın. Çaktırmadan beni takip eden dedektifler olabilirdi. Ellerime kelepçe takmak için en uygun zamanı kolluyorlardı. Ancak mermi trenin içinde büyülenmiş gibi,  hafif bir korku içinde, Kadıköy- Kartal metrosundaymış gibi bir bir geride kalan istasyonları sayıyorlardı. Ancak  bu istasyonlar semt istasyonları değil koca koca şehirlerin istasyonlarıydı.

Ankara-İstanbul metrosunun tekerlekleri bu yönde son bir defa yere değdiğinde Ankara’ya geldiğimizi anladık. Saate baktım: Aynen dedikleri gibiydi. İstanbul’dan kalkış yaptığımızdan bu ana kadar sadece yirmi dakika geçmişti.

Ayaklarımın dibindeki çantayı alıp çıkışa doğru yürürken arkamdan hızla gelen iki adamı fark edince yüreğim ağzıma geldi. Buraya kadardı.  İşte sonunda korktuğuma uğramıştım. Sabırlı dedektifler harekete geçmişti.  Ancak beni enseleyeceklerine, hızla çıkış kapısına yöneldiklerinde derin bir nefes aldım. Bunlar sadece aceleci iki yolcuydu o kadar..

Başımı saygıyla eğip yol verirken tek düşüncem, bir an önce yukarıya çıkıp beni İskitler’e atacak bir hızlı taksi bulmaktı.

………………………   ………………………………………………………

Mart 2047,  VTT Şantiyesi, Adapazarı

Tam bir yıl önce İstanbul Ayrılık Çeşme’den başlayan Vakumlu Tüp Tren ( VTT ) projesi Adapazarı’na gelmiş dayanmıştı. Yerin elli metre dibinden geçmekte olan tünel bugünlerde en zorlu dönemlerinden birini daha yaşıyordu. Zira üç gün önce tünel inşaatında çalışmakta olan mühendis ve işçiler hayatlarının en korkunç anlarını geçirmişlerdi.

Aslında o sabah her zamankinden sakin başlamıştı. Kahvaltısını yapan işçiler gruplar halinde aşağı inmişler, Ankara yönünde durmaksızın toprağı delmeye çalışan dev makineyi işletmeye başlamışlardı. Tünel ilerledikçe derhal temizlenip betonlanıyor, adeta ilmik ilmik örülen bir halı gibi sabrın ve çilenin destanı yazılıyordu. Ekibin günlük hedefi en az 250 metreydi. Yeraltı katmanlarının yapısına göre bu yarım kilometreye kadar çıkabiliyordu.

Burgu adı verilen delici makinenin en uç kısmında görevli makine mühendisi Asım Gerçeker sabahtan beri lâhavle çekiyordu. Önlerindeki kaya tabakası o kadar zorluydu ki dev makine acı çeken vahşi bir hayvan gibi zorlanıyor, kayaların direnci yüzünden ortaya çıkan yüksek ısı özel elbiseler giymelerine rağmen hayatı çekilmez bir hale getiriyordu. Zaman zaman da delici uçlar kayalara yüklendikçe fırtınaya tutulmuş gibi sarsılıyorlardı.

Birden boğuk bir uğultuyla gelen ve giderek artan bir sarsıntı duyumsadığında makineden geliyor sandı.

- Gene ne oldu bu merete?

diye homurdandı. Tam makineyi durdurup kontrol etmeye karar vermişti ki sarsıntı inanılmaz boyutlara vardı. Bu bildiği sarsıntılardan değildi. “Galiba deprem oluyor” diye geçirdi içinden. Aynı anda da makinede çalışanlar paniğe kapılmışlar, kaçacak delik aramaya başlamışlardı. Asım Gerçeker o anda aklına ilk gelen şeyi ve derhal kontrol panosuna kapanarak makineyi stop etti. Ardından da saniyelerin bile çok uzun geldiği bir zaman diliminde yukarıdan yağmur gibi kopup düşen koca koca taşlardan korunmak için otomatik bir şekilde cenin vaziyeti aldı. Yıllardır bunun eğitimini aldıkları için bir salise bile tereddüt göstermemişti.

Yıllar gibi gelen ama aslında çok kısa bir zaman içinde deprem hızını kaybetti ve birdenbire durdu. Dehşetten büyümüş gözbebekleriyle şaşkın şaşkın bakışan işçiler birer birer ayağa kalkarken ilk gördükleri şey, hemen hemen toprağa gömülen dev makine Burgu oldu. Tünelin geri kalanı ise çelik gibi direnç göstermiş ve depremden hiçbir şekilde etkilenmemişti.

Burgu’dan çıkamayan tek kişi olan Mühendis Asım Gerçeker depremin sona erdiğini anlamıştı ama sığındığı yerde nefes almakta güçlük çekiyordu. Çünkü makinanın bu bölümünde diri diri mezara gömülmüş gibiydi. Ancak kendisini çabuk toparladı ve derhal çok iyi bildiği işi yaparak aracı geri vitese aldı. Koca makine dev bir mezardan çıkıyormuş gibi toprak ve kaya yığınları arasından sıyrılarak betonlanan zemine kadar geri gitti. Asım Gerçeker kokpitten çıkıp aşağı indiğinde kendisini bir sevinç yumağı içinde buldu. Birlikte alın teri döktükleri işçi kardeşleri kurtuluşunu kutluyordu.

Aşağıda çok şükür bir şey yoktu ama yukarısı darma duman olmuştu. Şantiyede birçok tesisat çökmüş, prefabrik işçi lojmanları oyuncak evler gibi sağa sola kaymıştı. Asım Gerçeker hasar daha doğrusu hasarsızlık raporu vermek için yukarı çıktığında muhatap olarak kimseyi bulamadı. Çünkü deprem yüzünden bütün şantiye birbirine girmişti.

Birazdan çevreden de haber gelmeye başlayınca depremin 7’nin üzerinde olduğu ve Adapazarı çevresinde bir hayli tahribat yaptığı haberi geldi. Özellikle ailelerinden haber alamayan işçi ve mühendisleri burada tutmak çok zor olacaktı.

…………………..   ………………………………………………………

İstanbul’dan Ankara’ya ilk defa ray döşenmeye başlandığında takvimler 1889 yılını gösteriyordu. Bizzat padişah tarafından verilen imtiyazla Anadolu Demiryolları şirketi mevcut Haydarpaşa- İzmir hattını Derbent- Vezirhan yönünde Ankara’ya doğru ilerletmeye başladı.  Olması gerekenin aksine o devrin de önemli zirai merkezi Adapazı’ndan geçmeyen hat;  daha güneyde Geyve-Pamukova yönünü izleyerek önce Bilecik’e, oradan da Eskişehir’e vardı. Buradan itibaren nisbeten düz bir arazide ilerleyen demiryolu nihayet 1894 yılında Ankara’ya ulaştı. O tarihte Ankara bugünkü gibi dev bir metropol değil küçük bir Anadolu şehri – kimilerinin kullanmayı çok sevdiği gibi “küçücük bir Anadolu kasabası” değildi. Eskiden beri valilikle yöneltilen, Orta Anadolu’nun kilidi, önemli bir merkezdi – olduğundan çok önemli bir olay gibi görülmedi. Tarihi kayıtlarda yoktur ama Ankara dahilinde valilin ve Anadolu Demiryolları Şirketi yetkililerinin katıldığı küçük bir tören yapılmış olabilir.

Haydarpaşa’dan Ankara’ya ulaşan bu hat özellikle İstiklal Savaşı’nda çok işe yaradı. Savaş sırasında sık sık hasar görse de hemen onarılarak asker ve cephane nakliyatında kullanıldı. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Gazi Mustafa Kemal’in özel trenini sık sık bu hat üzerinde görürüz. Zira o tarihte yurt içi gezileri için en uygun araç trendi.

Tren yeni cumhuriyet için bu kadar önemli olunca 1940’lara kadar devam edecek bir “demirağlar seferberliği “ başaltıldı. Gerçekten de 1923’ten 1933’e kadar tam on yıl içinde mevcut demir yolu ağına önemli ilaveler yapıldı. Kara tren Erzurum’a, Malatya’ya ulaştı. Cumhuriyetin 10.yıl kutlamaları için yazılan “10.Yıl Marşı’nda” bu sefereberliğin övgüsünü görürüz:

Çıktık açık alınla on yılda her savaştan

On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan

Başta bütün dünyanın saydığı başkumandan

Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan.

………………………   ……………………………………………………..

1950’den itibaren Marshall yardımının dayatmasıyla demiryolları ikinci plana atılarak karayollarına önem verilmeye başlanınca “Demirağlar efsanesi “ sona erdi. Hatta o kadar ki asrın sununa kadar bu alanda  kayda değer hiçbirşey yapılmadı. Demiryolları “ Komunist işi ( Turgut Özal ) “ kabul edildi. Demiryolları İşletmesi TCDD çok büyük miktarlarda zarar ederken, geri kalmış, hantal bir kurum haline geldi.

21.Yüzyıla yakışır bir biçimde yüksek hızlı trenin  (YHT) gündeme gelmesi “İkinci demirağlar efsanesinin “ başladığını müjdeliyordu. Gerçekten de 2010’dan itibaren önce Ankara- Eskişehir ve Ankara-Konya YHT hatları ve 2014’te de Ankara-İstanbul hattının devreye girmesi hem TCDD’yi diriltti hem de ülke içi taşımacılıkta bir devrime yol açtı.

Giderek yüksek hızlı tren hatları Ankara merkezli olarak İzmir, Adana, Gaziantep ve Edirne’ye, doğu yönünde de Kayseri, Sivas ve Erzurum’a ulaştı. Güney-doğu hattı Diyarbakır, Urfa ve Van’a uzanıyordu. Böylece Türkiye’nin bir ucundan diğer ucuna sekiz saten az bir zamanda demiryoluyla ulaşılır olmuştu.

Asrın ortalarına doğru hızlı trenin ulaşmadığı çok az şehir kalmıştı. Mevcut hatlar modernize edilmiş, YHT’nin hızı 350 km. den 500 km.ye yükselmeye başlamıştı. Aslına bakılırsa bu dönemde yüksek hızlı tren neredeyse demode olmak üzereydi. Maglev trenlerın geliştirilmesiyle vakum etkisi sağlanan bir tüp içerisinde saatte 1500 km.hız yapabilen trenlar yapılmaya başlanmıştı. Hatta ABD’nin batısı ile doğusu yerüstünde yapılan bir VTT hattı ile birbirine bağlanmış, New York’la  Los Angelesarasındaki  4500 km.lik mesafe vakumlu tüp trenle sadece üç saatte alınır olmuştu.

VTT’nin Türkiye’de hayata geçirilmesi çalışmaları başlayınca VTT hattı bulunan diğer ülkelerde olduğu gibi yerüstünde değil, yeraltında açılacak bir vakumlu tüp hattı ile işe başlanmaya karar verilmişti. Belki bu yerüstü hattına göre daha pahalıya malolacak ve çok daha uzun bir zamanda bitebilecekti ama raylı sistemler tarihinin yeni fenomeni olacaktı.

Türkiye’nin VTT hattını yeraltında yapmak istemesinin önemli nedenlerinden biri de askeri amaçlarla kullanabilme hedefiydi. Zira bu şekilde VTT trenleriyle asker, silah ve cephane; düşman saldırılarından tamamen korunmuş olarak ve üstelik süper bir hızla şehirlerarasında taşınabilecekti.  

Böylece “Bismillah “ denilerek İstanbul’da vurulan ilk kazma YHT hattının aksine düz bir rota izleyerek önce İzmit, Adapazarı, oradan da Eskişehir’den geçerek Ankara’ya varmak üzereydi.

………………………   ………………………………………………………

Ta İstanbul’dan beri saat gibi çalışmakta olan kazı makinesi “Burgu’yu “ yöneten mühendis Asım Gerçeker; son metreleri de kazıp işini bitirdiğinde, yerin elli metre altında olduğundan tünelin ucundaki ışığı görememişti. Ancak bu ilk ışığı yüreğinde hissettiğini herkese söyleyecekti.

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..