Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ekim '07

 
Kategori
İftar Sofraları
 

Anneannemin aydınlığı

Anneannemin aydınlığı
 

Aydınlık anneannem...


Gün dinlenmeye başladığı vakit, kardeşimle, sanki oruç tutan bizmişiz gibi telaşla ısıtmaya başlardık yemekleri. Sonra, anneannemin tek göz evinin hemen önünden, bahçe duvarına kadar uzanan alana, yerden yükseltilerek yapılmış çardak gibi yere kurardık sofrayı; yer sofrasını. İşte o zaman Anneannem sofranın başına oturur, bakır kaseyi önüne koyar ve yavaş yavaş yoğurdu ezmeye başlardı. Hafifçe de ıslık çalar gibi bir ses çıkarırdı; keyifle... Önce az koyardı suyu, ezince biraz daha, biraz daha. Buzdolabı yoktu anneannemin, testideki su da yeterince soğuk olmazdı. Aynı bahçe içinde oturan dayımlardan alıp getirdiğimiz buzu da atardı içine anneannem ve bardakla değil, kaseden kaşıklardık süzme yoğurttan yapılan buz gibi ayranı; hani o bitmeyecek gibi görünen uzun yaz günlerinin, akşama eriştiği iftar saatlerinde... Bugünkü gibi değildi, daha uzundu o zaman günler; sabahın üç buçuğunda ağızların kapandığı, akşamın sekiz buçuğunu geçen saatlerine kadar bir şey yenilmeyen, uzun yaz günlerine denk gelmişti çocukluğumuzun ramazan ayı.

Oruç tutulan o anları, anneanne ile yaşamak daha bir güzeldi. Biz de onun, sabah erkenden kalkışını, namaz kılıp dua edişini, iftar zamana doğru, artık o gün de orucunu tutmanın verdiği gönül rahatlığıyla, dinginliğiyle orucunu açmayı bekleyişini...yaşamak adına bir iki gün oruç tutmaya kalksak da, dayanamazdık o uzun günlere, vazgeçerdik. Bazen iyi olmadığında, namazını kaçırdığı olurdu ama oruç tutarken mutlaka kılmaya çalışırdı; “mahlûkat da doyurmazsan aç kalabilir” derdi.

Yaz akşamlarının o sıcak aydınlığında, sokak lambasının ışığında yerdik yemeğimizi ve sonrasında, havanın iyice karardığı saatlerde, çay yapmak yine kız kardeşimle bana düşerdi. Ne kadar keyifle demlermişiz meğer, o mavi, çinko demlikte çayı!.. Anneannemin “Zeynep Hanım” olduğu zamanlarda, yanlarında çalışmış olan “Sıdıka Nene” iftar yemeğine gelmemişse, mutlaka çay saatine yetişirdi. Bir yandan çay içilirken, yavaş yavaş eski defterler açılır, “neydi o eski ramazanlar” diyerek, yaşananlar yad edilirdi. Biz iki kardeş de, minderlere uzanıp, masal anlatıyorlarmış gibi onları dinlerdik. Sohbet döner dolaşır, bir araya toplanıp, namaz kılarak “hu çekenler”e gelirdi sonra. Anneannem çok kızardı onlara. “Dua edince bizi duyan Allah ayrı, onların Allah’ı ayrı mı ki, kuş gibi çırpınıyorlar.” der, kızar, kızdıkça konuşur, konuştukça öfkelenirdi. Sıdıka Nene ise, anneannemin neden öfkelendiğini pek anlayamaz, az sonra, oturduğu yerden yavaşça doğrulup yola koyulurdu; “ancak giderim bu bacaklarla ben” diyerek.

Başı, yöresel dokuma kumaştan yapılmış, kocaman,beyaz dastarıyla örtülü, eli öpülesi anneannem... Evdeyken tülbenti olurdu başında, konu komşuya giderken dastarını dolardı o kendine has el hareketiyle. Ama “hükümet” işi için bir yere gidilecekse, eşarp takılırdı mutlaka. Öyle sımsıkı kapatmazdı saçlarını, “aman saçımın teli görünmesin” derdinde değildi Zeynep Hanım; görünmeyecek kadar derli toplu kapatırdı işte saçlarını.

Anneannem... Eli öpülesi, başı örtülü, cahil(!) anneannem benim. Şimdiki “okumuşlarda”; senin başörtünün o apak aydınlığı, senin aydınlığın olabileydi; olabileydi “aydınlığınız”; Atatürk’ün makamında oturan Cumhurbaşkanı’nın aklı, eşinin de başı, “türbanlı” olmazdı!

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..