Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Kasım '09

 
Kategori
Deneme
 

Büyüklere çocuk bahçesi -A-

Büyüklere çocuk bahçesi -A-
 

benden


Soyundan sopundan maddiyat şanslısı doğmuş olan bir arkadaşım demişti ki…

“Aile zenginliğimden dolayı ne denli ileri ve yüksek öğrenim imkanı bulmuş olsam da, çocukluk yaşantımın kibirli mimarı olan bencilliğime düzülen soylu övgülerden; ve tabi ki, gençlik ateşimin bedensel hazları satın alabilmesi için dalkavuk iltifatlarıyla körüklenmesinden dolayı, benden ancak bu kadarlık insan çıkardı zaten. Yaşadığım insan ortamı alışkanlıklarına daha başından sırt çevirip şimdiki insanlığıma benzer birisi olabilmem için, kendi varlığına başkaldıran duygusal ve zihinsel sıra dışı bir genetik kodlamayla doğmuş olmam gerekirdi. Böyle bir seçim hakkıyla yeniden doğamadığım için, şimdi artık kendimi adam etmek için harcamak zorunda kaldığım fazladan zamanlara acımaktan öte bir şey gelmiyor elimden. Gene de şükürler olsun ki, kışkırtılmış bencil özlemleri ve özentileriyle tam da ailesinin ürünü bir insan olarak topluma pazarlanmak üzereyken aklım başıma geldi.”

Arkadaşımın kendisi için yapmış olduğu bu tespitten yola çıkarak, zengin aile çocuğu olarak doğmanın iyi ve güzel insan olarak büyümeye bir engel olduğu sonucuna varılamaz. Çocuklara kötülüğe doğru ilk adımı attıran şey, daima her çocuğun içinde sabırsız bir heyecanla okşanmayı bekleyen beğenilme ve yücelme duygusunun bencilce ve kötü yönlendirilmiş olmasıdır.

“Para ve para getiren şeyleri çalmaya karşı duyduğum çekince, öyle sanıyorum ki büyük ölçüde aile içi görenek ve okul eğitiminden geliyordu; buna, eğer çalmaya girişseydim beni korkudan titretecek olan güven ve namus lekesi ile hapis cezası karışıyordu. Gene de ufak tefek şeyleri çalmaktan kendimi alamazdım. Aşırdığım şeyler çocukça hayallerimi süsleme araçlarıydı. Bir tek güzel resim kâğıdının yanında bir top kâğıt almaya yetecek para olsa, ben o bir tek kâğıdı çalmayı düşünürdüm. (J.J.Rousseau)”

Apartmanın girişinde düşürülmüş parlak metalden bir saat kordonunu aynı anda görmüş, aynı anda atlamıştık üstüne; fakat bücür oğlan benden atik davranmıştı. Ben de çelimsiz oğlanı döverek kırık saat kordonunu elinden kapmıştım. Çocuğun ağlamasını duyan anası yetişti, beni kulağımdan tuttuğu gibi annemin önüne çekti. Kendimden küçük bir çocuğun elinden oyuncağını zorla kapmanın utancını boynuma asıp dolaşmaktan öyle korkmuştum ki …; bu yüzden yalanı kıvırıverdim: “Anama küfür etti” dedim. Zavallı çocuğun bir de kendi anası tarafından dövülürken “ben küfür etmedim” diye feryat etmesi hâlâ vicdanımı sızlatır.

Bu tatsız hatırlama zaman zaman uykularımın içinden hortlar, zavallı çocuk sanki dün iftiraya uğramış gibi, kocaman gözlerinden yüreğime damlayan gözyaşlarıyla beni allak bullak eder. Sanıyorum ki yalana karşı duyduğum keskin nefret, doğruluk havarisi vicdanımdan değil de, kırık bir saat kordonu için uydurduğum yalanın altından kalkamayan utancımın ezikliğinden geliyor. Keşke, utancı ne denli büyük olursa olsun doğruyu söyleyecek kadar yiğit çocuklar büyütebilsek… Bunun için önce büyükler çocukların kusurlu gerçeğinden utanmayacak kadar yiğit olabilmeliler…

***

Yaşı yeterince ileri olan hatırlar… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir mahalle varmış. Bu mahallenin çocukları sokağa çıkamayınca hasta olurlarmış. Sokaktan gelen tanıdık bir ıslıkla, evlerinden uçarak çıkar, incir ağacının altında toplaşırlarmış. Her gün hayallerini paylaşır yeni dünyalar kurarlarmış; kavga etseler de küs kalmazlarmış. Arkadaşlığı kollama duygusu ağır basar, oyun bozan kahpesi olmamak yiğitliğiyle kucaklaşıp barışırlarmış…

Bu mahallenin çocukları ışıklar söndüğünde duvardan atlayarak beleş girdikleri açık hava sinemalarını, fruko gazozu, Karagöz oyunlarını ve şeker bayramlarını kendilerini çok seven büyüklerin icat ettiğine inanırlarmış…

O zamanlar çocuklar okula servis ile değil, köşe başında toplaşıp koşarak giderlermiş. Onlara gelecek satan hostesli servisler, özel okullar, bilgisayar yazılımları, dershaneler yokmuş daha. Hamburgeri bilmezlermiş. “Play Station”, internet, “chatting” ve cep telefonlarını bilmezlermiş... Zaten çoğunun evinde ve sokağında ne elektrik ne telefon varmış… Derslerini gaz lambası ışığında yaparlar, anneleri pompalı gazyağı ocağında yemek pişirirmiş… Bazı evlerde konuşan kutu radyo varmış; televizyon henüz bilim kurgudaymış. Hele 3G-4G görüntülü telefonlar falan daha bilim-kurguya bile girmemiş.

Onlar bahçe duvarlarının üzerinde gezinmeyi, ağaçlara tırmanmayı bilirlermiş; kurşun kalemle hatıra defterleri doldurup, hayali bir sevgiliye kur yapmayı bilirlermiş… İç içe konan patlak naylon toplardan imal edilen patlamaz toplar yapmayı, hayalden kale direklerini, “üç korner bir penaltı eder” yaratıcılığını bilirlermiş…

Aynı kıza asılmanın delikanlıyı bozduğunu, torbalar dolusu misket toplamayı, gıcır köstek ayırmayı, değiş tokuşu bilirlermiş; Teksas'ı, Tommiks'i, Daltonlar’ı ve onları mutlaka yakalayan Red Kit ve köpeği Rintintin’i tanırlar da, başbakanın adını hatırlamazlarmış... Belki de bu yüzden oyun kurarlarken Kızılderili olmak da kovboy olmak kadar onurluydu…

Bu çocuklar, omzuna attığı boyunduruğun iki ucuna asılı tepsilerde yoğurt satan adamı, sırtında taşıdığı tel dolapta ciğer satan adamı, “kazancı” denen çingene kalaycıyı ve Adanalı seyyar hallacı tanırlardı…

Üçgen gözlere bölünmüş yuvarlak tepsiden tornavidaya dolayıp çektiği rengarenk macun şekerlerini minik tahta tutamaçlara sarıp satan şekerci amcaları varmış. Bu amca horoz şekeri ve düdüklü balon da satarmış. Parası olmayan arkadaşının şekerinden yalarmış. Hele leblebi tozu yemenin gülünçlüğündeki eğlencenin keyfi hiç kaçırılmazmış.

Ayı oynatıcı gelirdi. Burnuna geçirilmiş demir halkayla oynayan ayıya içleri acırdı; gene de ayı sırtüstü devrilip hamamda bayılan kocakarı taklidi yaptığında hep birlikte gülmekten kırılırlardı…

Hava karardığında bile bu çocuklar evlerine girmeye yanaşmazlarmış. Anneleri bu haylazları kulaklarından tutup içeri atarlarmış. Yaz günlerinde akşam kayıntısından sonra bir ıslıkla yeniden sokağa fırlar, kukalı saklambaca kaçarlarmış. Sokağın altındaki yıkık konağın perili olduğunu hep söylerler, gene de kızlara ne kadar korkusuz olduklarını göstermek için konağın harabe bahçesine saklanan yiğit oğlanlar varmış.

Onların gazozlarının kapak içleri mantardandı. Sakızları damla sakız, şekerleri nane limondu. Bu çocukların zamanında sanki hastalık bulaşmazdı; kırık bir cam ile çizip kanattıkları parmak uçlarını birbirlerininkine sürtüştürüp kan kardeşi olurlardı.

Telden arabaları, çelik bilyalı el yapımı kaykayları, hatta kontraplaktan gitarları vardı. Hurda araba lastiğinden kestikleri parçayı arka tekerin üstüne sürtecek biçimde kaykay tahtasına kendi elleriyle çakarlardı. Rampa inişlerinde bu lastiğe topuk basarak hız keserlerdi. Kuyrukları jiletli uçurtmaları vardı. Bir şişe gazoz alır, aynı şişeden sırayla içerlerdi. Suyu mahalle çeşmesine ağızlarını dayayıp öyle içerlerdi. Sapanlarıyla, ucu çivili oklarıyla kara tavuk avlar, ağaç dalı şişlere geçirip ateşte kızartırlardı. İstanbul’un her hangi bir kıyısından çıkardıkları midyeleri teneke üzerinde pişirir yerlerdi. Dizleri ve dirsekleri hep sıyrık içindeydi. Hem oynarlar hem didişirlerdi. oyunu kavga, kavgayı oyun yaparlardı... Bu mahallede çocuk olmak iyiydi de, biraz tehlikeliydi işte...

Kızlar sokakta ip atlar, sek sek oynar; oğlanlar birdir bir, uzun eşek oynar, ve hep birlikte topaç ve çember çevirirlerdi. Bazen de top oynarken, çelik çomak oynarken komşunun pencere camını kırarlardı. Kırılan camı taktırmak için aralarında para toplarken kavga çıkarırlardı; gene de bir yolunu bulup camın parasını öderlerdi; yoksa büyüklerle dalaş başlar, sokak oyuna kapanırdı.

***
..... Sonra gel zaman git zaman bu güzel mahallede işler değişmeye başlamış. Tek katlı gecekondular yıkılıp çok katlı apartmanlar yapılmış. Her apartmana bir kapıcı bekçilik etmeye başlamış. Bu arada büyüyen çocuklar da evlenip bu apartmanlara yerleşmişler. Sonra işsizlik, hayat pahalılığı, biraz da köşe dönmeci zihniyetin dayanılmaz çekiciliği falan derken, herkes birbirini unutmaya başlamış. Herkes, yüzünde donuk bir bakışla, içinde bitmez tükenmez bir tüketim açlığıyla, bencilliğin yalnızlığında sap gibi kalıvermiş…

Onların çocukları mı? Çocuklar evlerinde çelik kapıların ardında güven içinde yaşıyorlar. Anneleri babaları onları çok seviyorlar; beta bakterisi (ne demekse) kapmasınlar diye kalabalık ortamlara hiç salmıyorlar. Kapıcıya sıkı tembihleri var: “dış kapı hep kilitli duracak”. Çocuk izin almadan apartmanı terk edemez. Hafta sonları hep beraber Tatilya, McDonald’s ya da Galleria'dalar. Okul servisi çocuklara neredeyse kahvaltı servisi açacak.

Babalar şirketlerin bilançolarını, çocuklar da dershanelerin başarılarını takibe almışlar. Hepsi birer test ve bulmaca çözme uzmanı; kaldırımda sayısal ve sözel puanlara çarpa çarpa yürüyorlar. Seksek kutularına değil ama taban puanlara basmayı çok iyi beceriyorlar. Hayatı uçuran pencereleri bile var: Windows 95, 98 ve hatta 2007...

Eskiden sokaklarda deliler kadar özgür oynardık; aman arabalar ezecek, sapıklar götürecek korkusu yoktu. Oyunları koşa koşa oynar, ip atlar, zıp zıp zıplardık. Kimsede ne şeker, ne alerji, ne panik atak olurdu. Erken ergenlik veya sevgi kökenli psikolojik sorunlarımızı saklambaç, evcilik veya doktorculuk oynayarak farkında olmadan atlatırdık. Çünkü biz güvenilir bir samimiyetin ciddiyetiyle büyükleri oynardık.

Sabahları tarhana çorbası içerdik; içinde barbunya ve kara lahana olurdu. Bulgur pilavı üstünde kuru fasulye kaşıklardık. Yanında yeşil domates ve fasulye turşusu atıştırırdık. Üstüne de acılı turşu suyu içerdik.

Şimdilerdeyse konserve çocuklar büyütüyoruz. Her şey hazırlop. Bilgisayar çocukları futbolu bile parmaklarıyla oynuyorlar. Yeterince koşmadıklarından, akciğerleri genişlemedi; her şeye tepki verir oldular; alerjiler başladı; hem de astıma kadar gidenleri. Aileler her yere arabayla gitti, çocuğun ayağını yere değdirmediler; sıcaktan korudular, soğuktan korudular, yağmurdan korudular…. Gene de bu çocuklar hep hasta oldular.

Eskiden sokaklarda neşeli heyecanlarla koşup oynarlardı; şimdilerdeyse çocuklar cadde ve meydanlarda mendil satıyor; kırmızı ışıkta otomobil camlarını silmek için yarışıyor… Bazı çocuklar da karanlık sokaklarda tiner koklayıp beyinlerini uçurduktan sonra cadde ve meydanlara çıkıp büyüklerden kimlik dilenen kayıp ruhlar gibi dolaşmaktalar. Geri kalan çocuklar da zaten yalnız ruhlar ülkesinin sadık vatandaşları olarak yetişmekteler…

Hani bir deterjan reklâmı vardı ya; robot çocuk kirlene kirlene ıslana ıslana çamura çimene bulana bulana insan çocuğa dönüşüyor ya... İşte biz öyle insanlaşan çocuklardık… Taşa toprağa çömelir, hemen oracıkta, üç taş, beş taş, dokuz taş oynardık. Çamurdan pasta, çamurdan tabak fincan yapardık.

Kafa kafaya verip sırtüstü çimenlere yatar, bulutlardan resimler yapardık. Biz uğur böceğini parmak ucundan uçuran, kelebeklere dokununca parmakları kanat tozuyla yaldızlanan, gelincikleri toplayıp ispirto şişesinde şurup yapan çocuklardık…

Şimdiki çocuklar ekrandaki sanal hayatı yakalamaya uğraşırken, dışarıda kalan hayatın gerçekliği de onları umursamadan akıp gidiyor... Ve şehrin dışına göç eden ağaçlar onları hasretle beklemekte; tırmanacak, salıncak kuracak, körpe dallarından düdük ve süpçü yapacak, kabuklarına minik kalpler kazıyacak çocukları bekliyorlar. Gövdelerine çoktandır dallarını talan edecek çocuklar tırmanmadığı için, eriklerin, ayva, armut ve incirlerin tadının da bu yüzden kaçtığı söylenmekte...

Muharrem Soyek

 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..