Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Aralık '10

 
Kategori
Anılar
 

Hinoğlu Hinlik!

Hinoğlu Hinlik!
 

İlk kez “Bul karayı, al parayı” kumar oyununa Topkapı’nın, tamda kale kapısı girişinde rastlamıştım. Hararetli bir çığırtkanın çığırışları kulağımı tırmalıyordu. Siyah renkte eski bir ceket ve yine siyah renkte kire bezeli bir pantolon giyinmiş bir halde, sökük boğazlı kazağının arasından bağırdıkça bağırıyordu… “Bul karayı, al parayı” diyerek ortalığı kavuran bu sesin geldiği yöne yüzümü çevirdim. Ağır aksak o yana doğru yürüyüp, etrafına toplaşmış insanların arasından kafamı uzatıp neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kendi kendime de sormayı ihmal etmiyordum pek tabi ki, “Neydi bu, bul karayı al parayı mevzuu?”. Kafamı o kalabalığın arasından iyice sokmuştum. Çığırtkan bağırıyor ve bu arada üç adet iskambil kâğıdını bir o yana bir bu yana yer değiştirerek hareket ettiriyordu. Ve daha sonra kâğıtları açıyor, etraftakilere gösteriyor ve ikisi kırmızı olan kâğıtların arasından bir tanesi maça, yani siyah, işte o siyahı takip edip bulmak gerektiğini anlatmaya çalışıyordu çığırtkan. Etrafa toplaşmış olan o gariban, garibanlığı müzminleşmiş bu tiplerin açlıkla o yapılan işe kafa yormaları, dikkatlerini bütünü ile o kumar hadisesine kaptırmış olmaları bir hayli tuhafıma gitmişti. Ama ilgimi çekiyordu. O insanların büyük bir iştah ve büyük bir açlıkla oyuna dahil olmuş hallerini hem tuhaf buluyordum, hem de tuhaf bulduğum bu durumu anlamlandırmaya çalışıyordum. Görünüşte çok da zor olmayan, çok da rahatsız edici olmayan, gayet pratik bir kumar oyunuydu. Yerde hareket eden kâğıtların üzerinden birisine paranı basıyorsun, şayet o kâğıt siyah açılırsa, yerde toplanan bütün parayı alıyorsun. Bu denli basit bir oyunun mutlaka bir hinliği vardır diye düşünmüştüm. Lakin o hinliği çözebilmekte bütün bir marifet. Ve bir müzmin gariban, sökük grimsi tonda pantolon, üzerinde kırışık bir grimsi ceket ve ayağında çamura bezeli, boyasız, ökçesi yıpranmış ayakkabılar, yüzü traşsız, saçları dağınık bir halde, kâğıtların üzerine eğilerek avucunun içerisindeki parayı yerde hareket ettirilen kâğıtlardan birisinin üzerine bırakıverdi. Ve sonra bir başkası… Genç bir çocuk… Elinde bir naylon poşet, ayağında spor ayakkabılar, sırtında siyah bir kazak… Kâğıtların üzerine eğildi ve avucunda sıkıştırdığı kâğıt parayı yerde bulunan bir başka kâğıdın üzerine bıraktı. Etraf iyiden iyiye kalabalıklaşmıştı. Ve sonra bir başkası daha… Sessiz, sakin bir halde yerdeki kâğıtların üzerine eğildi, elinde tuttuğu parayı kâğıtlardan birisinin üzerine bıraktı ve kenara çekildi. Ve derken bir başkası, sonra bir başkası daha ve sonra bir başkası daha… En nihayetinde yerde hallice bir para birikmişti. Çığırtkan işe heyecan katıyor, bağırdıkça bağırıyordu, “Bul karayı, al parayı” diyerek. Ben ilgi ile takip ediyordum bu tuhaf kumar oyununu. Sonucu merakla bekliyordum ve tahmin ettiğim kâğıdın siyah olduğuna dair kesinlik hakimdi zihnimde. Sonucun bir an önce açıklanmasını istiyordum. Her ne kadar işin aktif olarak içerisinde olmasam da tahminimin tutup tutmayacağı merak konum olmuştu. Ve çığırtkan bağırmaya devam ediyor, etrafına insanları topladıkça topluyordu. O sıcak günün tam ortasında bağırış çığırışlara insanlar icabet ediyordu. Ve ben sıkıldıkça sıkılıyordum. Bir diğer taraftan heyecan duyuyordum. Acaba sonuç ne olacaktı? Tahminim tutacak mıydı? Tutarsa bende para basmalı mıydım? Yüzümde hafif bir tebessüm oluştu. Aklıma gelmişti birden… İşin içerisinde mutlaka bir hinoğlu hinlik vardı. Emindim… Yoksa, yoksa o kadar kolay mı bunca parayı ortada toplayıp sağa sola dağıtmak. Mutlaka bir üçkâğıt vardı bu işte ama nasıl dönüyordu bu üçkâğıt? İşte bunu anlamak zordu. Ama dikkat etmeye çalışıyordum. Fakat zihnimde o üçkâğıda ilişkin somut bir takım düşünceler oluşmuyordu. Çığırtkan bağırıyor, o bağırdıkça sağdan soldan insanlar etrafına toplaşıyor, kumar hakkında fikir sahibi oluyor ve kimisi iştahla ve açlıkla ilgi gösteriyor o çığırtkanın kafalamasına, kimisi sadece bakıyor ve yoluna devam ediyordu. Ve çığırtkan bir türlü kâğıtları açmıyor ve ısrarla daha daha para basılması için çaba sarf ediyordu. Sıkılmıştım… Ama bir türlü oradan ayrılamıyordum. Merak bu ya… Bakmaya devam ediyordum. Bakıyordum… İnsanları izliyordum… Yüzlerine bakıyordum… Müzmin birer garibandık aslında. Umut işte… Çığırtkan bağırıp, işi uzun tuttukça artık gücüm tükeniyor, sinirlerim geriliyordu. Oysa bana neydi ki? Neden kızıp sinirleniyordum? Para mı basmıştım sanki? Parayı basanlar gözlerini dört açmış bir halde bekliyorlardı. Çığırtkanın el hareketlerine dikkat kesilmişlerdi. İyice sinirlendim ve kendi kendime “Açsana be rezil adam şu kâğıtları. İşim gücüm var, açta gideyim artık yoluma” diyerek söyleniyordum. Ama çığırtkan açmıyordu işte… Çığırtkanın etrafına toplaşmış olanların arasından sıyrılıp çıktım ve birkaç adım atarak oradan uzaklaşmaya başladım. Çığırtkan halen bağırmaya devam ediyordu, “Bul karayı al parayı” diye. Ve on metre kadar gitmiştim ki yeniden geri döndüm ve yeniden o toplaşmış olan grubun arasından kafamı uzatarak olan biteni takip etmeye çalıştım. Çığırtkan bir türlü kâğıtları açmıyordu ve ben o lanet herifin yüzünden bir türlü oradan uzaklaşamıyordum. Ne sinir bozucu bir andı. Acaba diğerleri de benim gibi mi düşünüyordu? Ama kimsenin suratında tepki namına bir şeyler yoktu. Çığırtkan inadına mı yapıyordu acaba? Benim zihnimden geçenleri mi fark etmişti de inadına o kâğıtları açmıyordu. Halen o tiz, sinir bozucu sesi ile ortalığı inletiyordu, “Bul karayı al parayı” diyerek. Sağdan soldan yeni yeni insanlar o topluluğun arasına giriyordu. Kafalarını uzatıp olanı biteni anlamaya çalışıyorlardı. Kimisi bakmaya, kumara dahil olmaya çalışıyordu, kimisi yoluna devam ediyordu. Çok rezil bir durumdaydım. Bir an önce oradan ayrılmak istiyordum, ama ayaklarım bir türlü gitmem gereken istikamete doğru ilerlemiyordu. O kâğıtlar açılmalıydı ve benim tahmin ettiğim kâğıdın doğru kâğıt olup olmadığından emin olmalıydım. Yoksa aklım orada kalacaktı. Belki gece uyuyamayacaktım. O gün belki de hiçbir şeye konsantre olamayacaktım. Kendi kendime de kızıyordum. Neden bulaşmıştım böyle bir şeye? Niçin varıp gitmemiştim yoluma. Çığırtkan o tiz sesi ile ortalığı adeta sallıyordu. Sesi beynimin en ücra köşelerine kadar nüfuz ediyordu. O bağırdıkça ben içimden ona küfür savuruyordum. O bağırıyordu, ben küfür ediyordum içimden. O topluluğun etrafında dolaşmaya başladım. Bir boşluk oluştuğunda kafamı hemen o boşluktan uzatıyor, açılacak kâğıtlardan kazananın hangisi olduğunu görecektim. Ben kafamı uzatıyordum ama o çığırtkan halen bağırıyordu. Bir ara kafamı etrafa çevirdim. Hemen yan tarafta tane ile sigara satan bir işportacı vardı. Sigara işportacısı. Güzel bir tezgâhı vardı. Çeşit çeşit sigaraları açmış, tane ile satıyordu. Ne tuhaf bir şeydi. Tek tük insanlar önünde duruyor, bir tane sigara alıp, yaktıktan sonra yoluna devam ediyordu. İlginç bir para kazanma yöntemiydi. Garip karşılamıştım bu durumu. Az ileride bir tane hıyarcı vardı. Önünde duranlara hıyarları hızla soyup, dörde böldükten sonra tuzlayıp uzatıyordu. Hıyardı en nihayetinde ama bir şekilde iştahlandırıyordu insanı o tezgâh. Arada bir hıyarların üzerine pis bir su serpiyor, soyduğu hıyarların kabuklarını da tezgâhın dört bir yanına yayıyordu. Ne tuhaftı… İşini gayet ciddi bir şekilde yapıyordu hıyarcı. Ve ben tekrar yüzümü kumara dönmüştüm. Rezil adam halen açmıyordu o kâğıtları. Ve ben o sonucu öğrenmeden bir türlü oradan gidemeyecektim. İnat değil mi işte? Gitmeyecektim… Gece yarısına kadar da açmasa ben orada olanı biteni ve sonucu görmeden oradan ayrılmayacaktım. Artık inat etmiştim. Bekliyordum. Allah’ın cezası adam bir türlü açmıyordu o kâğıtları. Sinir katsayım tavan yapmıştı. Çığırtkan o kâğıtları açmamaya ahd etmiş gibi halen bağırıyordu “Bul karayı al parayı” diye. Ve derken ben bir kez daha gitme eylemine giriştim. Umut yoktu bu rezil adamdan. Açmayacaktı o yerdeki kâğıtları. Ya parayı basanlar… Onlar nasıl tahammül ediyorlardı o kadar zaman beklemeye? Yürüyordum… Yirmi metre gittim gitmedim, yeniden döndüm, gerisin geri yeniden o çığırtkanın etrafına toplaşmış insanların arasından kafamı uzattım. Kâğıtlar aynen durmaya devam ediyordu. Çığırtkan işin içine iyice heyecan katmak için bağırdıkça bağırıyordu. Herkesin gözü kâğıtlardaydı. O yerdeki kâğıtların açılmasını bekliyordu herkes. Durum iyice zıvanadan çıkmıştı. Benden başka tepki veren var mıydı acaba? Belki de işin raconu buydu. Bilmiyordum ki. Herkes gözünü kâğıtlara dikmiş, heyecanlı halde bekliyordu. Parayı basanlardan en yaşlıcasının ağzı kulaklarındaydı. Kazanacağına emindi herhalde. Ellerini önde tutmuş oğuşturur bir halde, yerdeki kâğıtlara gözünü dikmişti. O genç çocukta aynı şekilde bekliyordu. Kamburu çıkmış bir halde biraz sonra çığırtkanın açacağı kâğıtlardan kazanıp kazanamayacağını görecekti. O ihtiyarla aynı kâğıda basmıştı. Ve birden bir ses… “Polis” diye bağırdı. Çığırtkan kala göz arasında yerde toplanan o hallice parayı kaptığı gibi kaçmaya başladı. O ne hızlı koşmaydı öyle… Aman tanrım. Zabıtalar, polisler dört bir yandan kovalıyorlardı. İşportacılar sağa sola kaçıyordu, hıyarcının tezgâhı ters yüz olmuştu. Bizim çığırtkan kaşla göz arasında ortalıktan kaybolmuştu. Sanki buhar olup uçmuştu. Zabıtalar, polisler işportacıların peşindeydi. Kimisi tezgâhını kaptırmıştı, kimisi ensesinden yakalanmıştı. Yalvarıyorlardı. O sigara işportacısı zabıtaya yalvarıyordu “Abi ekmek teknem, ne olur abi” diyerek. Ve ben halen o kaçışmakta olana insanları izliyordum. Hem o insanları izliyordum, hem kafam halen o oyunun sonucundaydı. Sinirlerim bozulmuştu, zira sonucu öğrenememiştim. Bu zabıta ile polislerde nereden çıkmıştı? Sırası mıydı? Ya para basanların durumu… Kaderlerine razı mı gelmişlerdi? O yaşı adam gözüme ilişti. Kafası önde ağır aksak yürüyordu. O genç çocukta aynı şekildeydi. Para basanlardan bir diğeri, yanındaki arkadaşı ile yanımdan geçerken çığırtkana okkalı bir küfür savurmuşlardı. Ben yürüyordum. Ağır ağır… Ve sonra kendimi Sur İçinde bulmuştum. Taksim dolmuşlarının kalktığı duraktaydım. Gelen bir dolmuş taksinin en dip köşesindeki yere kendimi attım. Yerim çok rahattı. Ve dolmuş hareket etti. Vatan Caddesi üzerinden göz açıp kapayana kadar Atatürk Bulvarına kadar gelmiştik. Unkapanı üzerinden Şişhaneye doğru yol aldı dolmuş. Ve bir süre sonra Tepebaşı, Tarlabaşı derken Taksim’e gelmiştik. Kafam halen o kumardaydı. Çok rezil bir durumdu. Taksim’de dolmuştan inip ağır ağır insanların arasına daldım ve… Hepsi bu…

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..